Bu jeolojik süreçler yeni değil, 4.5 milyar yıldır devam ediyor. Biz ise dünyanın en aktif deprem bölgelerinden birinde yaşamamıza rağmen bu gerçeği halen kabullenmiş değiliz. Ama artık anlamalıyız ki ona dair tüm romantik zırvalarımıza rağmen, doğa aslında katı ve soğuk bir gerçekten ibaret. Ve sadece ona ayak uydurabilenler hayatta kalabiliyor.
Ben bunları yazarken son sayımlara göre merkez üsleri Gaziantep ve Elbistan olan iki devasa depreme çoktan 3 bin 432 canımızı verdik. 20 bin 534 yaralımız var. Korkarım bu rakamlar, siz bunları okurken varmış olacağımız sayıların yanında çok ufak kalacak.
Şu anda ben de diğer birçok yurttaş gibi kendimi küçük ve çaresiz hissediyorum. Bunun büyük bir kısmı, tek başıma yapabileceğim şeylerin kısıtlılığından kaynaklanıyor. Bölgede yaşayan iki arkadaşım canlarını zor kurtardıklarını ve şimdilik açık arazilerde beklediklerini söyledi. İlginç bir şekilde her ikisi de bana, içinde bulundukları andan kaynaklı duygular çerçevesinde değil, oldukça “rasyonel” diyebileceğim sorular sordu:
1) Tekrar büyük bir deprem olur mu?
2) Evimizde ne zaman huzurla uyuyabiliriz?
Uzun süredir basınç altındaydı
İlk soruda faka bastım. Arkadaşımla konuştuğumda henüz 7.7 büyüklüğündeki Gaziantep Depremi’nin üzerinden 8- 9 saat geçmişti (en büyük yıkım Kahramanmaraş’ta yaşanmış olsa da depremin coğrafi merkezi Gaziantep sınırlarında kalıyor). O noktada depremle ilgili ilk verileri almış, zaten uzunca bir süredir yoğun basınç altında olduğu tahmin edilen Doğu Anadolu Fay Hattı’nın bir kısmı kırılmıştı. Bu kırılmanın nedeni, Arap Plakası dediğimiz tektonik bir levhanın Türkiye’nin üzerinde bulunduğu Anadolu Mikrolevhası’nı Doğu Avrupa-Asya yönünde itmesiydi.
Burayı biraz anlayalım: Genellikle Dünya yüzeyini bir bütün gibi hayal etsek de aslında ayaklarımızın altındaki karalar çok sayıda büyük levhadan ve o levhalar da daha ufak levha parçalarından oluşuyor. Katı kabuğun altındaki eriyik manto tabakasında hareket eden magma akıntıları, bu levhaların farklı yönlere doğru gıdım gıdım kaymasına neden oluyor. Mesela Arap Levhası’nın Anadolu Mikrolevhası’nı itmesi nedeniyle Türkiye, her yıl birkaç milimetre batıya doğru kayıyor ve batı ucumuz Ege Denizi’ne doğru batıyor. İşte “fay hattı” dediğimiz şeyler, bu plakalar arasındaki, tırtıklı yapıları nedeniyle birbirine geçmiş halde bulunan devasa kayalardan oluşuyor. Bu levhalar birbirine takıldıkları noktalarda yıllarca basınç biriktirip sonunda daha fazla dayanamayarak kırılıyorlar ve bu vahşi olay, yüzeyde “deprem” dediğimiz titreşimlere neden oluyor.
İkincisi aynı fayın üzerinde olmadı
İşte felaketi getiren 7.8 büyüklüğündeki deprem böyle oluştu. Aslında aynı fay hattında (en azından komşu fay hatlarında) kısa aralıklarla birden fazla büyük deprem olmasına engel yok; ama büyük depremler sırasında faylar birçok noktada şiddetle kırılıp enerjilerini attıkları için, böylesi büyüklükteki iki depremin kısa aralıklarla olmasını beklememek makuldü (çünkü fay yeterince uzun kırılmazsa, deprem de büyük olamıyor). Ben de arkadaşıma bu durumu dile getirdim; birazcık da rahatlatmak istiyordum. Ama aradan yarım saat geçmeden, bu defa Elbistan 7.6 ile sallandı.
Bölgedeki fay dağılımını ve dinamiklerini incelediğinizde, olan biten bir nebze netleşiyor: Depremin meydana geldiği bölgedeki Anadolu ve Arap levhalarının alt parçaları da var. Mesela Anadolu Levhası’nın Afrika Levhası ile buluştuğu bölgede Adana Bloku var. Bu şekilde üç levhanın kesiştiği yerlere “üçlü eklem” diyoruz. Bu kavşak noktaları, iki levhanın birbirine temas ettiğinde olandan biraz daha karmaşık bir dinamik yaratıyor. İki levha arasında sıkışan üçüncü levha, basınç altında kayarak sadece bir kesişim yüzeyinde değil, iki kesişim yüzeyinde birden depremlere neden olabiliyor. İşte 9 saat arayla iki büyük deprem yaşama nedenimiz, basınç boşalmasının böylesi karmaşık bir yüzey boyunca meydana gelmesiydi. Yani Elbistan depremi, Gaziantep Depremi’nin bir artçısı değildi; farklı bir fay üzerinde oluşan ikinci bir depremdi.
Diğer arkadaşımın sorusuysa biraz daha öngörülebilir bir cevaba sahip: Ne yazık ki bölgede en azından birkaç hafta, potansiyel olarak aylarca “huzurlu uyku” diye bir şey beklemek mümkün değil. Bunun iki nedeni var.
Birincisi, Türkiye’nin yapı stoğu A’dan Z’ye çok kötü durumda. Bir türlü idrak edemediğimiz şekilde, bir “deprem ülkesi” olduğumuz gerçeğinin sürekli görmezden gelindiği bir atmosferde, ülkenin en büyük fay hatlarının bulunduğu şehirlerdeki binalar depreme dayanıklı inşa edilmezken, 15-20 yıllık binalar patır patır çökerken, bu faylardaki bir depremde ne olması bekleniyordu? Dayanıksız binaların bize bu seferlik kıyak geçmesi mi? Bir zekâsı veya bilinci olmayan “doğa ana”nın bize “merhamet” etmesi mi?
Bunları söylediğimizde, hemen “Şimdi sırası değil” deniyor. Ben bunları sadece şimdi söylemiyorum, İzmir Depremi’nden sonra da bir taraflarımı yırtarcasına anlatmaya çalıştım. Gündemin saçma sapan konulara geçmesi 1 hafta bile sürmedi...
İkincisi, meydana gelen depremler o kadar büyük ki bunların artçıları da büyük ve uzun süreli olmaya devam edecek. Bunun nedeni açık: Bir fay kırıldığında, plakalarda çok büyük atımlar yaşanıyor ve bu atımların doğru noktalarda tekrar takılarak durması haftalar ve hatta aylar alabiliyor. Bu “yerli yerine oturma” sürecinde bol bol fay kırılması yaşanıyor ve bunlar da yine yüzeyde (giderek azalan büyüklükte) depremler olarak hissediliyor. Nihayet fay boyunca kayalar birbirine yeterince takıldığında, artık yeni bekleyiş başlıyor: Burada basınç birikiyor, birikiyor, birikiyor... Ta ki bir sonraki kırılmaya kadar.
Artçıların uzun sürmesi bekleniyor
Şunu anlamamız gerek: Bu jeolojik süreçler gezegenimizde 4 küsur milyar yıldır devam ediyor, yeni şeyler değiller. Biz yeniyiz. Medeniyetimiz yepyeni. Dolayısıyla bırakın önümüzdeki asırları, milyarlarca yıl boyunca tektonik faaliyet de hayatın bir gerçeği olacak. Bizim için “haftalar” veya “aylar” veya “yıllar” ve hatta “asırlar” uzun süreler olabilir. Jeolojik faaliyet için bunlar bir göz açıp kapama süresi bile değil. Dünya’nın her coğrafyası eşit tektonizmaya sahip değil; biz, çok aktif bir deprem bölgesinde yaşıyoruz (örneğin Ege, yeryüzündeki en aktif deprem bölgelerinden biri). Ama görebildiğim kadarıyla bu gerçeği halen kabullenmiş değiliz.
Bana kalırsa bu, artık “yavaş yavaş akıllanarak” çözülemez. Köklü bir paradigma değişimi gerekiyor. Yarın gelmeyecekmişçesine; bilimi, aklı, veriyi, gerçekleri önceleyen ve hiçbir şeyi bunların önüne geçirmeyen bir toplum yetiştirmeye odaklanmamız gerekiyor. Yoksa doğa, gözümüzün yaşına bakmamaya devam edecek. Çünkü ona dair tüm kalp ısıtıcı, romantik ve sıcak zırvalarımıza rağmen, doğa katı ve soğuk bir gerçekten ibaret ve sadece onun gerçeklerine kulak verenler, ona ayak uydurabilenler hayatta kalıyorlar.
Başımız sağ olsun demekten ve bir an önce bilimin el üstünde tutulduğu bir toplum için yapılan/yaptığımız çalışmalara daha fazla kişinin katılmasını ummaktan başka yapabilecek hiçbir şey bulamıyorum. Geçmiş olsun.
Unutulmaması gereken ne varsa unuttuk gitti
Sahi, birilerinin paşa gönüllerini tatmin etmek için tam olarak ne kadar süre geçmesi gerekiyor? 26 Aralık 1939 Erzincan Depremi’nden beri geçen süre yeterli mi mesela? Peki ya 1 Şubat 1944 Bolu-Gerede Depremi’nden beri geçen süre iyi mi? 24 Kasım 1976 Çaldıran-Muradiye Depremi’ne ne dersiniz? 17 Ağustos 1999 İzmit Depremi’nden beri geçen süre? 23 Ekim 2011 Van Depremi’nden beri geçen süre? 30 Ekim 2020 İzmir Depremi’nden beri geçen süre? Sadece bu saydığım depremlerde 58 bin 500’den fazla yurttaşımız öldü. Tam olarak ne kadar süre geçtikten sonra “Tamam, diğer hiçbir şey işe yaramıyor. Artık bilimi dinlemeye hazırız. Bunlar başımıza tekrar gelmesin diye ne gerekiyorsa yapacağız” lafını duyacağız? Kaç kişinin daha ölmesi gerekiyor bunu duymamız için? Bu isyanımı bastırmak için kendimi gerçekten zor tutuyorum artık. Yeter... Biz ne zaman akıllanacağız?