26 Nisan 2024, Cuma Gazete Oksijen
09.07.2021 04:30

Mitokondri’yi öğrendik de ne işimize yarayacak?

Birçok öğrenci eğitim hayatı boyunca en az bir kez de olsa bu soruyu sormuştur. Haklı da değiller, haksız da... Fizikte, biyolojide öğretilen birçok şey fazlasıyla önemli, yeter ki gerçek hayatla nasıl ilişkilendirilecekleri öğretilsin

Dünya çapındaki öğrencilerin bir mottosu olsaydı, muhtemelen “Hocam, bu gerçek hayatta ne işimize yarayacak?” olurdu. Bu sloganın popülerliği her nesilde giderek artıyor, öyle ki “Boyinaband” olarak bilinen İngiliz müzisyen David Paul Brown’ın “Don’t Stay in School” (“Okulu Terk Edin”) başlıklı bir müzik videosu YouTube’da yaklaşık 45 milyon kez izlendi. Brown, şarkıda meşhur bir şekilde (ve öfkeyle) “Nasıl iş bulacağımı öğrenmedim ama bir kurbağayı disekte edebilirim, nasıl vergi ödeyeceğim öğretilmedi ama Shakespeare klasiklerine dair tonla şey biliyorum, bana nasıl oy kullanacağımı anlatmaları gereken zamanda izotopları tanımlamayı öğrettiler, sağlığıma dikkat etme yollarını öğretmediler ama mitokondrinin hücrenin enerji fabrikası olduğunu biliyorum” diyor ve ilerleyen kısımlarda, güncel olaylar yerine antik tarihin öğretilmesinden, insan hakları yerine ışık tayfının öğretilmesinden, stok ticareti yerine metamorfik kayaçların öğretilmesinden ve “modern ihtiyaç” olarak algıladığı diğer birçok şey yerine “işe yaramaz” olarak bulduğu birçok şeyin öğretilmesinden dert yanıyor. Yorumlara ve tepkilere bakıldığında, çok sayıda insanın bu hisleri paylaştığı görülüyor.

Dertleri ‘pişkinlik’ değil

Bu öfke ne tamamen yersiz ne de tamamen haklı. Önce haklı olan tarafından başlayalım: Öğrenciler bir konunun günlük hayatta ne işe yaradığını sorarken, kimi zaman insanların düşündüğü gibi pişkinlik veya umursamazlık peşinde değiller (bunu dillendirenler daha sıklıkla o tür öğrenciler olabilse de). Öğretmenlerinin bir konuyu ilginçleştirebilmek için şaklabanlık yapmasını falan talep etmiyorlar. Günümüzde öğrenciler giderek güncel olaylardan daha haberdar olacak şekilde büyüyorlar, eski çocuklar gibi dünyadan bihaber büyüyüp de bir işe girince bir şeyleri öğrenmeye başlamıyorlar. Dolayısıyla yıllarını verdikleri okulda gördükleri şeylerin, okuldakinden farklı olduğunu bildikleri “gerçek dünya” ile net bir bağlantısı olsun istiyorlar.  Şu gerçekle yüzleşmeliyiz: Bir eğitim sistemi, öğrettiği şeyi neden öğrettiğini gerekçelendiremiyorsa, ne yaptığını bilmiyor demektir. Öğrencilerin talep ettiği şey (belki bunu düzgün ifade edemiyor olsalar da), bu gerekçelendirme. Tabii ki her dersin her konunun günlük hayatla bağlantısını anlatmak veya bunları öğrenmenin neden önemli olduğunu sürekli izah etmek pratik olmayabilir; fakat 12 yıllık temel eğitimin uygun yerlerine, aceleye geçiştirmeden, düzgün bir şekilde bu gerekçelendirme eklenmeli, çocukların soruları cevaplanmalı. Ayrıca müfredatın kendisinin de elden geçirilip gündelik yaşamla köprü kuracak, farazi olmayan örneklerle zenginleştirilmesi de elzem. Ama öğrencilerin de şunu anlaması gerekiyor, şarkının kaçırdığı nokta bu: Vergilendirme, para sistemi, anayasal haklar, finansal sağlık, iş bulma vb. konuların okulda öğretilmiyor olması (ki bunların da hangilerinin ne kadar öğretilmediği ayrı bir tartışma konusu), mitokondri, ışık tayfı, polinomlarda kök bulma gibi konuların önemsiz olduğu ve öğretilmesinin anlamsız olduğu demek değil. Bu, “hatalı ikilem safsatası” dediğimiz bir mantık hatası. Önümüzde “Ya ikisi de öğretilsin ya da hiçbiri öğretilmesin” gibi bir yol ayrımı yok. 
Amansız bir yarışa dönen sınavlar, aslında öğrenmenin önündeki en büyük engellerden.
Amansız bir yarışa dönen sınavlar, aslında öğrenmenin önündeki en büyük engellerden.

Öğretilen, düşünebilmek

İdeal bir eğitim sisteminin amacı sadece gündelik yaşamda işe yarayacak becerileri insanlara öğretmek olamaz. Bunun için çeşitli yetenek kursları açılabilir ve eğitim sistemine de belli başlı kilit konular dahil edilebilir; fakat çocuklarımıza matematik, fen, sosyal bilimler, beden eğitimi, vb. öğretiyor olmamızın asıl nedeni, onlara düşünebilmeyi öğretmek. Onların, insanlığın milenyumlardır biriktirdiği bilgi birikiminden haberdar olmalarını sağlamak. Matematik, fen bilimleri, sosyal bilimler ve benzerleri, sadece cep telefonu üretecek veya politika yapacak kişilerin bilmesi gereken yetenekler değil, her “entelektüel” insanın donanmış olması gereken aletler, düşünme biçimleri, evrene dair öğrendiğimiz gerçekler bütünü ve birer sorgulama ve araştırma yöntemi. Ve bunları öğrenmek, “İşte matematikte de toplama çarpma falan gibi şeyler var, fende de hayvanlar bitkiler filan var” diye geçiştirilebilecek şeyler değil. Modern bilim ile halk arasındaki uçurum her gün biraz daha açılırken, bu alanlardaki derin bilgileri öğretmeden geçemeyiz. Bilim dallarındaki konu çeşitliliğini temel düzeyde bilen insanlar yetiştirmek, çocuklarımıza insanlığın genel entelektüel birikiminden çeşitli tatlar tattırmak zorundayız. Onları bu entelektüel alanlarda heyecanlandırmalı ve bilgilendirmeliyiz. Eğitimin özünde hedeflediği (veya hedeflemesi gereken şey) de bu. Ha, bu yapılabiliyor mu? Elbette çok büyük sıkıntılar var. İşin öğretmenler ayağında boğazına kadar dolu bir müfredat ve kalıplaşmış sınavlar var. “Sınav”a biçilen değer o kadar yüksek ki, aslen paha biçilemez olan “öğretme” işi değersizleşiyor. Şu anda resmen öğrenmeye yatırım yapmak, bir “kayıp”, yarışta geri düşmek anlamına gelmiş halde - ki bu aşırı tehlikeli. Realist bir pencereden bakınca, bu tür bir sistemde idealist bir eğitim performansı beklemek zor. Öğretmenler adeta bir “seyis” konumuna indirgenmiş haldeler, kendileri de sistem tarafından değer görmüyorlar. Bu nedenle aralarında bolca bulunan idealist kişiliklerin ötesinde, onlardan anlamlı bir motivasyon beklemek çok zor.

Görev onlara düşüyor

Bu noktada yepyeni bir araç karşımıza çıkıyor: Bilim iletişimi ve iletişimcileri. Onlara düşen en büyük görev, ders konularını aynen tekrar etmek veya yeniden anlatmak yerine, müfredat konularının (ve daha fazlasının) gündelik yaşamla bağlantılarını kuracak anlatımlar geliştirmek, öğrencilerin hissettiği o eksiği kapatabilmek. Mesela mRNA (aşıları) konusunda bilim ile halk arasında yaşanan kabul edilemez ve devasa uçurum, bunun çok güzel ve acı bir örneği: Biyoloji dersi alan her öğrenci bu konuyu gördü, ezberledi, bu konu hakkında yüzlerce soru çözdü; ama belki de birçoğu, öğrendiklerini gündelik yaşamla ilişkilendiremedi. Eğer bunu bile yapamıyorsak, eğitimin amacı ne? Bilim iletişimcilerine düşen bir diğer görev, öğrencilerin hissettiği «Bunca şeyi öğrendim de... Niye öğrendim?” hissini gidermek. O “nedenleri” onlara sunabilmek; entelektüel bilgi birikimimizden haberdar olmanın, evreni anlama çabasının ne kadar kıymetli olduğunu onlara öğretmek veya hatırlatmak.  “Öğrendikleriniz boşa değil... Eğer kullanmayı bilirseniz!” diyebilmek ve sonraki adımı da atıp onlara öğrendiklerini kullanmak için ihtiyaç duydukları bağlantıları ve araçları sunmak. Müfredat ve eğitim sistemi ha deyince değişmeyeceğine göre; bilim, halk, bilim insanları, öğretmenler ve bilim anlatıcıları arasındaki köprüleri çok daha güçlü kurmak, genel bilim okuryazarlığını artıracak her türlü girişime güç vermek, bu alandaki yeni girişimlerin önünü açmak zorundayız. Kriz zamanında değil, her zaman.