Geride bıraktığımız haftanın magazin gündemi Will Smith’in bu yılki Oscar töreninde eşiyle ilgili yaptığı bir şakadan ötürü Chris Rock’a attığı sert tokat etrafında şekillendi. Kimine göre Smith bu tokat ile alopesi (saç dökülmesi) hastalığı olan eşinin saçlarıyla ilgili olarak yapılan ve “çirkin” olarak nitelendirilebilecek olan bir şakaya “haddini” bildirmişti. Kimine göreyse erkek egemen toplumun bir klişesini tekrarlamış ve “kadınlar korunmaya ihtiyaç duyduğu için fiziksel şiddete başvurmuştu” -şakanın hedefindeki Jada Pinkett Smith’e bu konuda söz hakkı bile tanınmamıştı. Olaydan sonra Will Smith bir özür mektubu yayınladı ve davranışının doğru olmadığını, şiddetin hiçbir zaman çözüm olmadığını belirtti.
Bu konuda hangi taraftasınız bilmem ancak ilk başta sanılabilecek olanın aksine, bu yaşananlar (artık bariz olan bir şekilde) bir kurgu değildi. Şaka, Will Smith’i ilk başta güldürmüş olsa da eşinin bozulduğunu fark etmesi üzerine beyninde o anda bir şeyler değişti ve belki şakayı ilk duyduğu anda içine attığı (veya umursamadığı veya belki de başta hissetmediği) öfke, kabararak yüzeye çıktı ve sonraki görüntüyü sergilemesine neden oldu.
Temel motivasyon lazım
Tartışmanın her iki tarafı da (Will Smith’i haklı bulanlar da haksız bulanlar da) burada olanın, bir insanın hormonal dengesinde yaşanan bir çalkalanmanın davranışlarını direkt olarak etkilemesinden kaynaklandığına katılacaktır; sağlıklı hiç kimse durup dururken birine tokat atmaz. Böylesine güçlü bir tepkinin çok temel bir motivasyonu olması gerekir. Tarafların belki anlaşamayacakları nokta, bu hormonal çalkalanmanın dizginlenmesi gerekip gerekmediği veya ne derecede (hangi durumlarda) dizginlenmesi gerektiğidir. Sonuçta bir şakaya gülüp gülmeyeceğimiz veya alınıp alınmayacağımız elimizde olan bir şey değildir (keza, o tetikleyici unsurun bizi tetikleyecek davranışı sergilemesini de çoğu durumda öngöremeyiz/engelleyemeyiz); ancak o hissi deneyimlediğimiz andan sonra attığımız adımlar üzerinde çok daha fazla kontrolümüz vardır.
Tabii kendimize hükmetme becerimizden bağımsız olarak, bu tür bir kontrol yetisinin varlığından, yalnızca üst düzey bilişsel fonksiyonlara sahip bir hayvan türü olan biz insanlar için emin olabiliyoruz. Diğer türlerde böyle bir kontrolün var olup olmadığını veya ne derecede var olduğunu bilmek zor, sonuçta onları davranışları konusunda sorguya çekemiyoruz, neler hissettiklerini ve neden öyle davrandıklarını soramıyoruz. Diğer hayvanlar, yaptıkları bir davranış nedeniyle pişmanlık duyup sosyal medya üzerinden özür mektupları da yayınlamıyorlar.
Dolayısıyla sadece hayvan davranışlarını gözleyip onları istatistiki birtakım analizlerden geçirip belli yaygın davranışları ve onlardan sapmayı anlayabiliyoruz ve bu kısıtlı bilgi üzerinden bazı genellemeler yapmaya çalışıyoruz. Bu genellemeler önemli, çünkü sonraki hayvan davranışlarının ne yönde olacağı konusunda bazı öngörülerde bulunmamızı sağlıyor ve bu sayede tespitlerimizi bilimsel olarak sınayabiliyoruz, yanlış olanları eleyip doğru olanları geliştirebiliyoruz.
Buna yönelik olarak yapılan ve daha 2 gün önce yayınlanan bir çalışma, aslanlara odaklanıyor: Tahmin edebileceğiniz gibi aslanlar, genellikle yeni arkadaşlar edinmeye pek hevesli hayvanlar değiller. Bu dev kediler bölgelerini şiddetle korurlar ve Will Smith’in yapabileceğinin aksine, tek bir pençe darbesiyle düşmanlarını ölümcül şekilde yaralayabilirler. Modern sosyal yapıda olanın aksine, vahşi doğada bu tür bir saldırganlık, özellikle de üst düzey yırtıcılar için bir avantajdır. Bu sayede hayatta kalırlar ve üreme ihtimallerini maksimize ederler.
Tabii ki aslanlar için iş, kendilerinden başka türlerin saldırganlığına katlanamayan insanlarla yüzleştiklerinde değişir. İnsanlar, aslanların ve diğer sayısız türün yaşam alanlarını yok ettikçe, tuhaf bir paradoks da yaşanmaktadır: Bir yandan aslanlar gibi hayvanların yaşayabilecekleri habitatları ortadan kaldırıyoruz, diğer yandan soylarının tükenmesinden endişe ettiğimiz için onları koruyabileceğimiz rezervler inşa ediyoruz. Ama esaret altındaki aslanlar, vahşi kuzenlerinden çok da farklı değildir: Bir aslanın öfkesi, onları korumaya veya onların bakımlarını yapmaya çalışan görevliler için ölümcül olabilir.
Ve insanlar, kendi davranışlarını değiştirecek adımlar atmak yerine, doğal olanı değiştirmek için her şeyi yapmaya hazırlar: Aslan davranışlarını kimyasal yollarla kısıtlamak da buna dâhil! Sözünü ettiğim ve iScience dergisinde yayınlanan yeni çalışmada, aslanlara “aşk ve bağlılık hormonu” olarak da bilinen oksitosin hormonunun burundan (intranazal olarak) verilmesi hâlinde, aslanların daha sakin ve uysal davrandıkları görüldü.
Araştırmada uzmanlar, iki yaz boyunca çiğ et kullanarak aslanları çitlere yakın yerlere çekip burunlarına oksitosin içerikli parfümler sıktılar. Amaçları, trigeminal siniri ve koku alma sinirini kullanarak, oksitosini doğrudan beyne ulaştırmaktı. Direkt kandan verilecek oksitosin işe yaramayabilir; çünkü kan-beyin bariyeri, kandaki fazladan oksitosini filtrelemek konusunda çok iyidir.
Yöntemin etkinliği
Bu ilk etapta amatör bir yöntem gibi gelse de, aslında hayvan davranışı araştırmalarında yaygın olarak kullanılan ve etkili olduğu bilinen bir yöntem: Mesela uzmanlar, oksitosin verilen 23 aslan ile oksitosine maruz bırakılmayan diğer aslanların davranışları arasındaki farkları gözlemek için, onlara sevdikleri bir oyuncağı (bu durumda bal kabağı görünümlü bir oyuncağı) veriyorlar ve sonrasında bir insan veya bir başka aslan o oyuncağa yaklaşınca, deneğin odağındaki bireylerin davranışlarının nasıl değiştiğine bakıyorlar.
Uzmanlar oksitosin alan aslanların diğerlerine karşı daha toleranslı olduklarını ve misafirlerine karşı daha az saldırganlık sergilediklerini gördüler. Bunu nicel olarak da ölçtüler: Oksitosin almayan aslanların saldırganlaştığı mesafe oyuncağa 7 metre kala seviyesindeyken, oksitosin alan 23 aslanda bu mesafe yaklaşık 3.5 metreye kadar azalmıştı. Hatta oksitosin alan aslanların yüz ifadeleri de daha yumuşaktı, öfkeli bir aslanın sergilediği buruşuk ve saldırgan ifadeleri daha az taşıyordu.
Tabii aslanın koruduğu nesnenin ne olduğuna bağlı olarak sonuçlar da değişebiliyor. Örneğin aslana verilen şey çiğ et ise aslan ister oksitosin almış, ister almamış olsun sonuç değişmedi. Yani oksitosin alan ve almayan aslanlar, yaklaşık olarak aynı mesafeden itibaren kendilerine ve yemeklerine yaklaşanlara saldırganlık gösterdiler.
Gelen sinyaller çok net
Yine de hormonla tedavi edilen aslanların davetsiz misafirlere dikkatlerini daha az vermiş olması ve tanımadıkları aslanlara ait kükremeler hoparlörle çalındığında dahi onlara yanıt vermeye çalışmamaları (öte yandan oksitosin almayan aslanlar bu ses kayıtlarına her zaman kükreyerek karşılık verdiler), koruma altındaki aslanları kontrol altında tutabilmek adına önemli gelişmeler olarak görülüyor. Çünkü Afrika’daki şehirler genişledikçe ve insanlar aslanlara ait topraklara daha çok yerleştikçe, bu tür yöntemler insan güvenliği açısından özellikle yararlı olacak.
Elbette özel çitlerle çevrili rezervlere nakletmek gibi daha geleneksel yollara hâlen başvuruluyor ancak bu uygulama da, farklı sürülere ait aslanların birbirine karışması ve ölümcül kavgaların daha sık görülmesi gibi daha farklı ve büyük sorunlara neden olabiliyor. Oksitosin tedavisi, yabancı aslanların birbirlerine alışması ve daha dar bir alanda daha uyumlu bir şekilde yaşayabilmeleri için önemli bir araç olabilir.
Görebileceğiniz gibi hormonları ve duygularımızın nasıl çalıştığını anlamak, bunlardan kaynaklı sorunları çözmek açısından müthiş öneme sahip. Öte yandan söz konusu biz insanlar olduğunda, elbette topu hormonlara atıp da işin içinden çıkamayız. Hormonlar insanların karmaşık sosyal davranışlarının sadece bir ayağından ibaret ve insanları belli davranışları sergilemeye iten biyolojik, psikolojik, sosyolojik, ekonomik ve kültürel unsurları bir bütün olarak değerlendirmeksizin, sağlıklı bir kavrayışa erişmek mümkün gözükmüyor.