Eskiden “geçmiş” karanlıktı: Atalarımızın görebildiği kadarıyla herkes doğuyor, şanslı olanlar büyüyor, çocuk yapıyor, sonra da ölüyorlardı. Dedelerinden duyduklarına göre bu döngü epeydir sürüyor gibiydi ama kimsenin hatırlamadığı uzak geçmişte neler olmuştu? Elde sağlam bir kanıt yoktu, bu soruyla karşılaşanların ya dürüstçe “bilmiyorum” demeleri ya da bir hikâye uydurmaları gerekiyordu.
Böyle bir senaryo için iki temel seçenek görünüyordu: Ya bu “doğ-doğur-öl” sürecinin “öncesiz” olduğunu, ezelden beri böyle devam ettiğini söyleyecektiniz ya da insanlığın bir başlangıcı olduğunu kabul edecektiniz. Sonsuzluk kavramını sindirmek zor olduğu için ikinci senaryo çoğu kişiye daha mantıklı göründü. Ama bu sefer de bu başlangıçtan önce neler olduğu, (tanım gereği onu koruyan bir annesi veya babasının olmaması gereken) ilk insanın nasıl olup da ortaya çıkıp bebeklik dönemini sağ salim atlatabildiği, Adem’in bir göbek deliğinin olup olmadığı gibi sorular kafaları karıştırmaya başladı.
Parçalar birleşince...
Binlerce yıllık karanlık, sonunda yerini bilimin aydınlığına bıraktı. Zeki insanlar, doğanın bize sunduğu ipuçlarından yararlanıp yapbozun parçalarını birleştirdiler. En önemli ipucu, tıpkı yakın akraba olan insanların birbirlerine yabancılara oranla daha fazla benzemesi gibi, kimi farklı hayvan türlerinin kendi aralarında diğer hayvanlardan çok daha fazla benzeşmeleriydi. Acaba bu da bir “akrabalık” ilişkisinden kaynaklanıyor olabilir miydi? Ya maymunlar? Yoksa onlar da bizim bu büyük sülaledeki en yakın akrabalarımız mıydı? İnsanların “yapay seçilim”le nesiller boyu istedikleri özelliklere sahip bireyleri seçip çoğaltarak bitki ve hayvan cinsleri evriltebildikleri biliniyordu; farklı türler de benzer şekilde birbirlerinden türemiş olmasındı? Ama vahşi doğada bu “seçim”i kim yapabilir, hangi özelliğe sahip bireylerin hayatta kalıp sonraki nesli oluşturacağına, hangilerinin ölüp toprağa karışacağına kim karar verebilirdi ki?
19. yüzyılın ortalarında birbirlerinden habersiz olarak bu soruya yıllarca kafa yormuş iki İngiliz, bulmacayı çözdü. (Alfred Russell Wallace’ın Charles Darwin’e yazdığı mektup ve önceliğin Darwin’de olduğunu anlayınca gösterdiği centilmenlik, en güzel bilim öykülerinden birinin konusudur.) Seçimi yapan hayatın kendisiydi! Tesadüfen kendisini başka bireylerle rekabette daha güçlü kılan, daha çok çocuk yapmasına elveren özelliklerle doğan bireyler işin matematiği gereği sonraki nesle bu özelliklerini aktarmakta daha “başarılı” oluyor, başarısızların soyu tükeniyor, böylece dünya tam da doğal ortamında hayatta kalıp üremek için mükemmel şekilde tasarlanmış gibi görünen sayısız farklı türle donatılıyordu. “İlk insan” diye adlandırılabilecek bir birey yoktu. Herkes üç aşağı beş yukarı kendi ana-babasına benziyordu. Yaşamın soyağacında türler arasındaki (bir değil, farklı zamanlarda gerçekleşen birçok küçük değişikliğin birikmesiyle ortaya çıkan) farkları fark etmek için ya uzun aralarla bakmak (mesela bugünün canlılarını bir milyon yıl önceki atalarıyla karşılaştırmak) ya da evrimleşmesi daha hızlı olan mikroskobik canlıları incelemek gerekiyordu.
Genetik biliminin gelişmesi, bu soyağacını büyük doğrulukla çizebilmemizi sağladı. Babalık davalarında kullanılan (ve evrim inkârcılarının o sebeple mahkemeye başvurduklarında asla inkâr etmedikleri) DNA karşılaştırma yönteminin ta kendisi, farklı canlı türlerinin aralarındaki akrabalık seviyesini belirlemekte kullanılabiliyor. İki birey ne kadar yakın akrabaysa hücrelerinin içindeki kodlar o kadar birbirlerine benziyor.
Ortak ata konusu
“İlk insan” bilim gündeminden düşse de “ortak ata” kavramı halen geçerli. Hücrelerimizde sadece anneden evlada geçen ve kendi genetik kodunu taşıyan “mitokondri” diye bir kısım var. (Nasıl olup da oraya girdiği başka bir harika öykünün konusu.) DNA zamanla mutasyona uğradığı için her birimizin şimdi farklı mitokondrilerimiz var ama mutasyon hızını da dikkate alarak hepimizin mitokondrisinin en yakın ortak atası olanı taşıyan kadının yaklaşık ne zaman yaşadığı hesaplanabiliyor. Bu kadının özelliği, halen yaşayan her insanın ninesinin ninesinin (bunu defalarca yazdığımı düşünün) ninesi olması ve yapraklarında hepimizi barındıran ve sadece annelerle çocukları arasındaki bağlantıları gösteren soyağacının onun kızlarıyla dallanmaya başlaması. Bilim insanları “Mitokondriyal Havva” diyorlar bu bireye. (200 bin yıl kadar önce yaşayan Mitokondriyal Havva o çağdaki tek kadın değil tabii. Ötekilerin soyu bugüne dek sürmemiş.) Bir sonraki Anneler Günü’nde onu da anmaya ne dersiniz?