22 Ekim 2024, Salı Gazete Oksijen
27.10.2023 04:37

İktisadi liberalizm tökezliyor yeni bir ekonomi-politik gerek

İktisadi ve siyasi liberalizme yönelik yaygın ve geniş tabanlı bir tepki söz konusu. Özellikle gençler sol veya sağ otoriter rejimleri tercih ediyor. Yönümüzü bulma konusunda yeni sosyal bilim araştırmalarından ve entelektüel inovasyondan öğreneceğimiz çok şey var

Francis Fukuyama 1989’da meşhur “Tarihin Sonu mu?” makalesini yayınladığında birçok Batı başkentinin o günkü ruh halini yansıtıyordu. “Ekonomik ve politik liberalizmin kesin zaferini” sezen Fukuyama hem politika belirlemeye dönük yeni görüş birliğine hem de akademinin büyük bölümünde halihazırda standart hale gelmiş yaklaşıma dayanıyordu.

20. yüzyıl sonundaki bu görüş birliği iki ayrı ama birbirinin etkisini artıran temele dayanıyordu: Siyasi liberalizm ve iktisadi liberalizm.

Gazze’nin Han Yunus kentinde BM kurumu UNRWA’dan yiyecek bekleyen çocuklar. Birçok Batılı kendi modellerinin önünde sonunda her yerde, hatta Orta Doğu gibi demokrasi geçmişi çok yeni olan veya hiç olmayan yerlerde bile galip geleceği kanaatine vardı. (Fotoğraf: Getty Images)

 

İnsanlık var olduğundan beri otoriter despotlara ve doğrudan kanunsuzluğa çokça maruz kaldı. Ama demokrasi modern biçimiyle “icat edildiğinden” bu yana bütün dünyaya yayıldı. 20. yüzyılda mutlakiyet, faşizm, komünizm gibi alternatiflerin tükenmesinden sonra birçok Batılı kendi modellerinin önünde sonunda her yerde, hatta Orta Doğu gibi demokrasi geçmişi çok yeni olan veya hiç olmayan yerlerde bile galip geleceği kanaatine vardı. Sıradan insanlar söz sahibi olmak isteyecek ve ülkesini demir yumrukla yöneten otokratlar bile bu “Batılı fikre” direnemeyecekti.

İsyanlar, devrimler, iç savaşlar...

Elbette süreç sorunsuz yürümeyecekti. İsyanlar, devrimler, iç savaşlar ve bütün toplumu felce uğratan büyük aksaklıklar yaşanacaktı. Ne var ki tarihin eğrisi şaşmaz biçimde demokrasiye doğru dönüyordu.
Bu görüşün savunucuları 1950 ve 60’lardaki “modernleşme teorisinden” çokça ilham almıştı. Söz konusu düşünce ekolünü takip edenlere göre ekonomik büyüme doğal olarak demokrasiyi getirecek ve bir demokrasi bir kez yeterince zenginleşti mi asla otoriterliğe geri döndürülemeyecekti. Bu çıkarımlar demokrasilerin diğer demokrasilerle savaşa girmeyeceği yönündeki kadim Kantçı önermeyi de destekliyordu. Demek ki demokrasilerle dolu dünya uluslararası barış için gerekli koşulları ve “kurallara dayalı bir düzenin” kurulmasını sağlayacaktı.

Politik açıdan gelecek parlaktı. Ekonomik manzara da bir o kadar iyimserdi. 1980’lerin sonuna gelindiğinde “muzaffer” liberal demokrasilerde bir tür serbest piyasa köktenciliği hakimdi. Neticede piyasa ekonomilerinin merkezî planlı ekonomilerden çok daha iyi performans verdiğine dair net kanıtlar vardı. Hem inovasyonu destekleme hem de insanların istediği türden ürün ve hizmetleri sağlamada daha iyiydiler. Birçoklarına göre piyasalar ne kadar az kısıtlanırsa o kadar çok inovasyon ve ekonomik dinamizm üretecekleri pekala söylenebilirdi.

Ama bu gibi argümanlar bir gerçeği işlerine geldiği şekilde görmezden gelmişti: ABD Sovyetler Birliği’nden çok daha iyi performans gösterdiği dönemde son derece düzenli ve denetlenen bir ekonomiydi. ABD hükümeti sadece Ar-Ge teşvikleriyle değil teknolojinin yönünü belirlemek suretiyle de inovasyona aktif destek sağlıyordu. Güçlü sendikalar ve yüksek asgari ücret sayesinde karşılıklılık normu kurumsallaşmıştı.

Büyümeden feragat etmek tehlikeli

Ama o günden beri iktisadi ve siyasi liberalizme yönelik yaygın ve geniş tabanlı bir tepki söz konusu. ABD’de ve bütün dünyada insanlar demokrasiden giderek hoşnutsuz hale geliyor. Bu memnuniyetsizliği özellikle gençler arasında görüyoruz. Giderek sol veya sağ otoriter rejimleri tercih ediyorlar. Ekonomik büyümeyi tamamen bir kenara bırakmak gerektiğini savunan sesler sıkça duyuluyor.

Burada tehlikeli bir düşünsel kayma söz konusu. Bu önermelerin temelindeki varsayımlar ise ekonomik ve politik liberalizmin kaçınılmaz olduğu fikrinden bile daha yanlış. Kendi kitaplarımda da ifade ettiğim gibi demokrasiler gerek tarih boyunca gerekse yakın dönemde gerçekten de istikrarlı biçimde diğer rejimlerden daha iyi iş çıkarıyor. Sadece daha güçlü bir ekonomik büyüme sağlamakla kalmayıp yurttaşlar, özellikle de en yoksul olanlar için daha iyi sağlık ve eğitim hizmetleri de sunuyorlar.

Öte yandan inkar edilemeyecek bu yararlar demokrasinin yükselişini kaçınılmaz kılmaya yetmiyor. Demokrasi çalışmayı ve kendisine her zaman karşı çıkılmasını sağlayacak süreçleri gerektiriyor. Demokratik kurumlar elitlerin ve otokratların gücünü illaki azaltıyor ve bunun karşılığında onların direnciyle karşılaşıyor. Demokratik yönetişim için uzlaşma gerekiyor. Süregelen etnik ve dini çatışmalar yaşayan toplumlarda bu, çok zorlu bir görev olabiliyor.

Demokrasi eğitimli yurttaşlar istiyor

Demokrasi aynı zamanda etkin ve eğitimli yurttaşlar istiyor. Ancak büyük televizyon ve sosyal medya kanallarının düzenli olarak yalanlar yaydığı ve vatandaşların sivil katılımdan uzak durduğu ortamlarda bunu gerçekleştirmek giderek zorlaşıyor.

Özellikle inovasyonu destekleme konusunda merkezî planlamanın nadiren başarılı olduğu da malum. Yoksulluğun hala bu kadar yaygın olduğu bir dünyada ekonomik büyüme ahlaki bir zorunluluk olmayı sürdürüyor. Ancak bu, kısıtlanmayan piyasaların inovasyonu güvenilir biçimde, toplumun istediği yöne doğru götüreceği anlamına gelmiyor. Aşırılıkçıların ortaya attığı, sınırsız ekonomik liberalizm veya açık fikirli bir sosyalizm gibi basit görünen çözümler işe yaramayacak. Ancak geleceği düşünme konusunda yeni bir düşünce paradigmamız olana kadar bunların kamuoyu ve politika tartışmaları üzerindeki güçlü etkisi sürecek.

Yeni paradigmalar ise kolektif ve kademeli olarak, üstelik çok sayıda paydaşın sürekli çabasıyla inşa ediliyor. Ancak analizi biraz daha netleştirip beş alandaki düşüncelerimizi zenginleştirmek bu süreci kolaylaştırabilir.

Teknoloji iki tarafa da yarayabiliyor

İlk olarak, demokrasi bütün yaygın yararlarına rağmen kısa süre içinde otokrasinin hakkından gelemeyecek. Yeni yıkıcı teknolojiler, artan eşitsizlikler ve küreselleşme çağında demokratik yönetişimin başarılı olabileceği “dar koridor” (özel koşullar) daha da daralabilir.

Bu dar koridorda ilerleyebilmek için en büyük zorlukların mühendislik problemi gibi anlaşılabileceği yönündeki kibrimizi bir kenara bırakmak gerekiyor. Son 20 yıl bizzat teknolojinin demokratik kurumların işleyişinin altını oyduğunu ve kalabalıkların beynini yıkama ve kontrolünü ele geçirme konusunda otokratları güçlendirdiğini gösteren kanıtlarla dolu.

Otokratlarla ekonomik ilişki

İkincisi, demokrasinin geleceği küresel bağlamdan ayrı düşünülemez. Otoriter ülkelerle serbest ticaretin onlarda da “özgürlüğü teşvik edeceği” veya hükümetlerini demokrasiye yaklaştıracağı fikrini bir kenara bırakmak gerekiyor. Bu tespit yeni sorular getiriyor. Demokratik kriterler ekonomik ilişkileri ve uluslararası diplomasiyi nasıl etkilemeli? Demokrasiler büyük ölçüde demokratik olmayan ülkelere dayanan tedarik zincirlerinden uzak mı durmalı?

Verim artışı ücret artışı getirmiyor

Üçüncüsü, ekonomik büyümenin mutlaka müşterek kazanımlar getireceğini artık kimse iddia edemez. ABD ve Batı dünyası son 40 yılda kayda değer teknolojik ilerleme ve verimlilik artışı büyümesi yaşadı. Gelgelelim çalışanlar, özellikle de üniversite mezunu ve özel teknik becerisi olmayanlar bu süreçten çok az fayda gördü. Klasik ekonomi modelleri genellikle verim artışının ücret artışı getireceğini söyler ama pratikte öyle olmuyor.
Çünkü standart modellerin genellikle gözden kaçırdığı bir husus var. Verimlilik artışının nereden kaynaklandığı çok önemli. Ücretlerin ne şekilde belirlendiği ise daha da önemli.

İnovasyonu teşvik politikası değişmeli

Piyasaların inovasyonu tetikleme gerekliliği onları sosyal yarar sağlamaya yeterli hale getirmiyor. Piyasalar yatırımları daha büyük kâr getirecek teknolojilere yöneltiyor ve bunlar her zaman büyümeyi veya refahı artıracak teknolojiler olmuyor.

Sağlığı ele alalım. Tedaviye yönelik ileri teknolojiye dayalı işlemler ve ilaçlar halk sağlığını ve hastalıkların önlenmesini iyileştirecek inovasyonlardan daha kârlı. Halbuki diğerlerinin sosyal faydası daha yüksek. Piyasa köktenciliğini bırakıp inovasyon politikası tasarlamaya geçmemiz şart.

Sosyal güvenlik ağı yeterli değil

Son olarak düzenleyici rejimlerimizin bazı kilit unsurlarını yeniden ele almak anlamına geliyor. İktisattaki yaygın yaklaşımlardan biri piyasa süreçlerinin işlemesine izin verip neticede çok fazla yoksulluk veya eşitsizlik çıkıp çıkmadığına karar vermek için bir süre beklemektir. Bu yüzden gelirin yeniden dağıtılmasına yönelik standart mali araçların – doğrudan aktarım ve güvenlik ağı programları – yeterli olduğu düşünülüyor. Bu da sorgulanmalı. Son araştırmalara göre klasik akademik görüşün aksine, İsveç gibi ülkelerin daha eşitlikçi olmasının tek sebebi vergi aktarım programları değil. Vergi öncesi gelir dağılımının ABD gibi ülkelerdekinden çok daha eşit olması da aynı derecede önemli. İsveçli çalışanlar arasındaki beceri dağılımı da daha eşit hale geliyor.

Dalgalı bir denize girdik ve sakin sulara dönüş için elimizde bir harita yok. Ama yönümüzü bulmak için yeni sosyal bilim araştırmalarından ve entelektüel inovasyondan öğreneceğimiz çok şey var.

© Project Syndicate, 2023