23 Aralık 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
17.09.2021 04:30

21. yüzyılın mutedil iç savaşları: Karşıtlar ve yandaşlar

Bilmenin inanmakla yer değiştirdiği bu çılgınlığı artık dünyanın en güçlü demokrasileri bile dizginleyemiyor. Bu salgın 1970’lerde yaşansaydı muhtemelen hepimiz tıpış tıpış gidip aşımızı olurduk. Hatta ‘aşı olmamak’ gibi bir olasılık aklımıza bile gelmezdi

Avustralya’da markette alışveriş yapan bir kadın birden diğer müşterilerin üzerine doğru, kendini zorlayarak öksürmeye, hapşırmaya başlıyor. Gülüyor ve tedirgin olanlarla, onu maskesiz olduğu için uyaranlarla alay ediyor. Kadın aşıya da virüse de ‘inanmıyor’. Tıpkı Amerika, Fransa, İngiltere ya da Türkiye’deki ‘aşı karşıtları’ gibi kendisi dışında herkesin kandırıldığına yüzde yüz emin. Avustralyalı bu kadın, ‘bağlantıları’ anlayan, ‘büyük resmi’ gören biri. Sadece kendisini değil bütün insanlığı ‘büyük oyundan’ kurtarmak için cansiparane çalışanların oluşturduğu küresel ordunun bir neferi. Biz bu kadınla ne yapacağız? Çağımızın aslında en büyük sorusu bu. Çünkü o kadınla, milyonlarcası ile birlikte yaşıyoruz ve yeni bir dünya kurulacaksa o da içinde olacak, evet. Geçen hafta Zagreb’de son derece aklı başında bir gazeteci arkadaşımla karşılaştım. Aşılarım-tamam-rahatlığıyla sarıldım ve konuşmaya başladım, “Sonunda şu aşı işi bitti de insanlarla sarılabiliyoruz. Neydi o öyle yahu! Yani insan kaç kere ağaca sarılabilir azizim!” Ben durmadan aşı övüyorum ama karşı tarafta tuhaf bir sessizlik var, farkındayım. Sonunda söyledi, “Ben olmadım. Sonuçta bir sürü bilim insanı da eleştiriyor aşıyı, emin olamadım. İçinde ne olduğu da belli değil” dedi. İnsan, dalga geçerek, ayıplayarak ya da sadece yadırgayarak kendinden uzaklaştırdığı çılgınlığın aslında ne kadar da yakınında cereyan ettiğini görünce biraz şapşallaşıyor. O kadar ki “Asprinin içinde ne var biliyor musun acaba?” gibi bir espriyi yapacak hal kalmıyor. Şimdilik bu mesele, gündelik hayatta irili ufaklı ve genellikle sözlü itiş kakışa sebep oluyor ama pek yakında bu aşı kamplaşmasının ciddi bir toplumsal şiddet yaratması muhtemel. Özellikle yeni kapanmalar gündeme gelirse ve birinin aşı karşıtlığı diğerinin ekmeğinden olmasının sebebi olursa, aşı çatışmalarına hazırlanmak zorunda kalabiliriz. Ve bu olasılık, sadece bizim gibi halihazırda sinirleri tel tel olmuş ülkeler için değil, bütün dünya için geçerli.  O sebepten aşı karşıtları ile karşılaştığınızda ne yaptığınız önemli.  Siz ne yapıyorsunuz böyle durumlarda? Coşkuyla aşı ve virüs komplolarını anlatıp sizi de ‘oyunun farkına varmaya’ çağıranlara nasıl davranıyorsunuz? ‘Kim uğraşacak’ mı diyorsunuz mesela? Yoksa kavga edecek kadar ciddiye alıyor musunuz meseleyi? Yoksa bilimin zaten ortaya koyduğu gerçekleri sakince açıklamaya mı çalışıyorsunuz? Her ne yapıyorsanız yapın bilin ki aslında 21. yüzyılın en önemli meselesiyle ilgili bir seçim yapıyorsunuz. Hakikatin tekliği ve sözde çeşitliliği arasında ahlaki ve politik bir seçim bu. 21. yüzyıl insanları olarak neden böyle bir seçimle baş başa bırakıldık, konuşalım. 

Bilgi ve fikir farkı

Küçük bir zihin jimnastiği: Bu salgın 1970’lerde yaşansaydı ne olurdu? Muhtemelen TRT bizi aşıya çağıran kamu spotları hazırlardı ve hepimiz tıpış tıpış gidip aşımızı olurduk. Hatta aklımıza aşı olmamak gibi bir olasılığın var olduğu bile gelmezdi. Bilgi ve fikir iki apayrı şey olmazdı. Belki mahallede birkaç kişi aşıya dair korku yaratacak bir şeyler söylerdi ama hiçbirinin Twitter ya da Facebook hesabı olmadığı için kendileri gibi olanlarla karşılaşıp cepheleşemezlerdi. Aşı karşıtlığı ya da aşı yandaşlığı kültürel ve siyasal bir kimlik meselesine dönüştürülemezdi.  Yeni iletişim olanakları, bilgi sahibi olan ile sadece cahil olduğu için fazlasıyla fikir sahibi olanı dev bir agorada tehlikeli bir biçimde eşitliyor. Bilgi sahibi olanın bilimsel tereddüdünün öz güven eksikliği olarak algılandığı bu hoyrat dijital agorada cahilin kibrinden kaynaklanan yüksek ses hep daha çok duyuluyor. İlk kez mikrofonu eline geçiren geniş kitleler, sözün bu yeni iktidarını akıl almaz bir kakofoni yaratarak kutluyor. Siyasetten bilime, sanattan teknik bilgiye her türlü hayat alanı bu gürültü karşısında çaresizlik yaşıyor. Bilgi ve uzmanlık sahipleri bu dev mahalle kavgasına karışmaya utandıkları için sessizleşip köşelerine çekiliyorlar. Bu tam bir ‘Arlı arından utanır, arsız sanır benden utanır’ şöleni! Had bilmek denen hasletin ortadan kalktığı bir dünyada utanmazlığı gururlu bir kimlik haline getiren çaçaronlar... Bunlar nereden çıktı? 

Utanmazlık çağı

Son birkaç yıla kadar dünyadaki trend, hadiseye şöyle yaklaşıyordu: Doğru ve dayanaklı bilgiyi yeterince tekrar edersek ya da yalanları yeterince ortaya koyarsak bu hakikat-ötesi dünya ile mücadele edebiliriz. Eğer bunu yapabilirsek hakikatler açık büfesinden insanlar doğru bilgiyi seçer. 2016 yılında Oxford Sözlüğü hakikat-ötesi’ni (post-truth) yılın sözcüğü seçtiğinde en seksi tartışma konularından biri buydu. Bu konuda kaç panelde konuşma yaptığımı hatırlamıyorum bile. Ve şunu söylüyordum: Hakikat, teknik değil, siyasi ve ahlaki bir meseledir. Yalanları kontrol ederek ve yalan söyleyeni utandırmaya çalışarak bir yere varamazsınız çünkü artık biz, utanmazlık çağında yaşıyoruz. İletişim alanımızın sosyal medya ve dijital araçlarla yeniden inşa edildiği bu süreçte hayatı algılayışımız da değişiyor ve bu değişim içinde başka bir yol bulmak zorundayız. Hatta İngiltere’de Brexit meselesini yanlış bilgilerle alevlendiren Nigel Farrage ile aynı sahnede konuşurken söyledim, “Bunlarla tartışmak bir güvercinle satranç oynamaya benzer. Siz kara kara düşünürken onlar taşları dağıtırlar sonra da tahtanın ortasına kakasını bırakıp gururla uzaklara uçarlar.” Nitekim dünya son birkaç yıldır bu nafile çabadan vazgeçti ve şimdi herkes farkında: Yalanla mücadelede doğruyu söylemek, daha çok söylemek yetersiz bir silah. Giderek daha çok insan farkında; bu mesele, sistemik bir sorun. Ve kökeni içinde yaşadığımız ekonomik ve siyasi sistemin bütün eleştirileri boğarak kendini üstümüze bastırdığı 1980’lere dayanıyor. 

İşgalci renkler

Neo-liberal dünya kurulurken bu dünyanın fikir babaları ortaya çok kullanışlı bir fikir attılar. “Nasılsa artık mümkün olan en iyi sistemde yaşıyoruz. O yüzden artık kavga etmeye gerek yok. Herkes bu sistem içinde kaldığı sürece istediğini düşünebilir ya da dilediğine inanabilir. Nihayetinde gerçek bir söylemdir. Bu söylemler serbest pazar içinde kendi kıymetini bulacaktır, regüle etmeye lüzum yok.” Dünya o günden itibaren bir söylemler okyanusuna dönüştü ve hakikatler açık büfesi o zaman kuruldu. Bu anlayış 2000’lere kadar çok da güzel idare etti ve en sıkı muhalifler bile “sistemin içindeki renkler” olarak tarif edildi. (Bakalım bu “renkler” meselesinin Türkiye’de ne zaman ve kim tarafından söylendiğini kimler hatırlayacak.) Gel gör ki yeni iletişim araçlarıyla ve bu araçların büyük sermaye tarafından hiç olmadığı kadar manipüle edilmesiyle birlikte bu “renklerden” bazıları -diyelim ki- Amerika’daki Capitol Hill’i işgal etmeye kalktılar. Çünkü onlar seçimin Trump’tan çalındığına ‘inanıyorlardı’. Ve demokrasiyi korumak için, inandıkları doğrular etrafında örgütlenip yola çıktılar. Tıpkı bir gün aşı karşıtlarının aşı merkezlerini basıp insanlığı kurtarmaya çalışabileceği gibi. Ya da bir gün dünyayı kurtarmak için Bill Gates’i öldürmeye girişebilecekleri gibi. Bilmenin inanmakla yer değiştirdiği bu çılgınlığı artık dünyanın en güçlü demokrasileri bile dizginleyemiyor. Nihayetinde bugün İngiltere’yi “Avrupa Birliği’nde kalırsak Türkler ülkemizi işgal eder” diyen bir adam yönetiyor ve satranç tahtasını terk etmeden önce hiç acele etmeyecek. Ve gerçek, en yüksek rakamı verene satılan bir mal olduğu sürece gerçekten satranç oynamak isteyenler hırpalanacak.  Bir okur, Semra Apiş yazmış, “Herkes yaşadığı çağın acemisidir.” Ekleyelim; insan her çağda kendi icat ve keşifleriyle başa çıkmaya çalışır. İnsanlık, sıra anlamaya ve doğruyu yapmaya gelince, kendi hızına hiç yetişememiştir. Ama ilk kez böyle bir çağ yaşıyoruz. Kendi hızımıza yetişemezsek hep birlikte yok olacağımız bir büyük geri sayımın içinde. Bu yüzden ilk kez bir sonraki kuşağa havale etmeden bu çağın sorularını beraber cevaplamak zorundayız.  Bence yaparız. Sence?
Ece Temelkuran
Ece Temelkuran