02 Mayıs 2024, Perşembe Gazete Oksijen
28.10.2022 04:30

Genç kalabalıklar faşizmi yenecek

Londra’da Van Gogh tablosuna domates çorbası atan gençleri gördüğümde “Ne saçmalık!” dedim, benim kuşağımdan birçok insan gibi. Sonra çok az insanın yaptığı gibi eylemcilerin konuşmasının tamamını dinledim ve bu protestoyu hafife almamak gerektiğini düşündüm

İran’da ilkokul çağındaki kız çocukları başörtülerini almışlar ellerine sallıyorlar. Ancak bir çocuğun yapabileceği gibi ellerini, kollarını sallayarak, ayakları bacakları uça uça neşeleniyorlar. Tarihin nasıl bir dönüm noktasına geldiklerinden ve oynadıkları bu neşeli oyunun baskıya, sultaya, alçaklığa karşı nasıl bir direniş simgesi olduğundan habersizler diye düşünebilirsiniz. Oysa değil. İnsan hangi yaşta olursa olsun, özgürlüğün tadını bilir. İnsan çocukken bile korkuya karşı çıkmanın tadını bilir: Sanki esir düşmüş bin yılkı atı göğsünden dışarı koşuyormuş gibi...
Mahsa Amini ahlak polisi tarafından öldürüldüğünden bu yana haftalar geçti. Başka genç kadınlar da öldürüldü, yaralandı, işkence gördü, sokak ortasında yerlerde sürüklendi. Ama bugün İran’ın, en azından bazı yerlerinde kadınlar bir sivil itaatsizlik eylemi olarak, sanki hiç başörtüsü sultası yokmuş gibi, sokağa başı açık çıkmaya başladı.

Gazete haberleri “Kadınlar yasağı fiilen kaldırdı” diyor. O kadar çoğaldılar ki artık tutulup tek tek kurban edilemeyecek bir kalabalık oluşturdular. Kalabalık, çokluk... Bu kavramlar bana Anton Negri ve Michael Hardt’ın beraber yazdığı, 2004 tarihli “Çokluk” (Ayrıntı Yayınları) kitabını hatırlattı. Negri ve Hardt iki Marksist düşünür olarak 2004’te diyalektik bir kehanette bulunmuşlardı:

Yeni düzenin işareti

“Çokluk/ kalabalık yaşadığımız bu düzenin içinde yeni bir düzen kuracak.” Eskiden bildiğimiz anlamda bir devrim olmayacağını ama itaatsizlerin ve direnenlerin zaman içinde sistemi dönüştüreceğini söylemişlerdi. Yeni politik hareketlere bakıyorlardı ve gördükleri şuydu: İktidar kavramını derinden sorgulayan yeni nesil politik eylemlilik, iktidarı ele geçirmekten ziyade iktidar yapısını ve giderek hayatı dönüştürüyor. Son derece etraflı bir politik analizi ve ardından gelen, ayakları yere basan öngörüyü bu kadar kabaca özetlemek haksızlık elbette. Fakat bugün hızla çoğalan kimi görüntüler, bana haklı bir heyecanla bu kalabalık/çokluk kavramını hatırlattı. Ve bu hatırlama İran’la sınırlı değil.

Üç kritik soru

Siz bu yazıyı okurken ben muhtemelen Brüksel’de, Avrupa ülkelerinden başbakanların, bakanların ve Avrupa Birliği’nin üst düzey yönetiminin bulunduğu kapalı bir yemekte konuşuyor olacağım. Üç gün boyunca çeşitli düzeylerde yapacağım konuşmalar için beni “Friends of Europe” (Avrupa Dostları) think-tank’i davet etti. Üç gün sürecek birleşimin ana başlığı “Avrupa’nın Yeni Toplumsal Sözleşmesi”. Beni “HepBeraber: Kalpsiz bir Dünyaya İnat” kitabında öne sürdüğüm yeni, ilerici politikanın temel taşları olması gerektiğini düşündüğüm 10 temel kavramı anlatmam için çağırdılar. Gurur yerine onuru, umut yerine insana inancı ve politik bir bağ olarak arkadaşlığı koyabilir miyiz? Bugünün dünyasına sorduğum sorulardan üçü böyle. Kitabı okuyanlar biliyor ki önerdiğim kavramlar, bugünkü dağınık ilerici hareketlerin küresel çapta asgari müştereklerde buluşmasını arzu ediyor, diliyor. ‘Faşizme karşı güçleri birleştirme’ adlı bitmeyen hikâyede küresel bir iş birliği için temel kavramlara geri dönülmesi gerektiğini savunuyorum. Brüksel’deki toplantı ise şu bakımdan önemli: Avrupa artık demokrasi kaybına dair paniğini gizleyemiyor ve yeni bakış açılarını denemek için kolları sıvıyor. İtalya’da Berlusconi siyasal mezarlıktan çıktı ve cilalı bir ceset gibi yeni faşist Başbakan Meloni’ye katıldı. Bu karanlık ikili yanlarına, ırkçılığı ile meşhur eski içişleri bakanı Salvini’yi de aldılar ve İtalya’yı bir korku tüneline soktular. Tıpkı II. Dünya Savaşı’ndan önce olduğu gibi İtalya faşizmi yeniden icat ediyor ve orada olup bitenler Avrupa’yı titretmeye yetiyor. En azından bir Avrupa idealine inanmak isteyenler için bu böyle. Yoksa tabii ki merkez sağ çok iyi biliyor ki Berlusconi haklı. Kendisi birkaç gün önce “Biz olmasak merkez sağ olmaz” dedi ki bu Yanis Varoufakis, Roger Waters ve Frank Barat’la yaptığımız YouTube programına koyduğumuz başlığı haklı çıkarıyor: Radikal merkeziyetçiliğin son kalesi faşizm. (Meraklısı için program şurada https://www.youtube.com/watch?v=Tal5iaLKMvU)

İlk bakışta “Bu kar tanesi nesli mi faşizme karşı duracak!” diye dudak bükebilirsiniz. Fakat anladığım şu: Avrupa’da -İran’dakini andırır şekilde- bir sivil itaatsizlik duygusu büyüyor

Avrupa’nın paniğinin nedeni merkez sağın sığındığı kalenin pek yakında bir gün demokrasinin mezarını kazması. Türkiye II. Dünya Savaşı’na katılmadığı için (Sağ olasın İsmet İnönü!) ve müfredatımızda bu konu hep çok az işlendiğinden bizim kolektif belleğimizde Avrupa faşizmi pek canlı bir mevzu değil ama Avrupalı biri için bu konu epey civcivli. Dolayısıyla paniğin tarihsel bir gerekçesi ve bugünkü siyasal vaziyete bakıldığında somut bir dayanağı var. Ezcümle, faşizm yeni esvaplarıyla bangır bangır geliyor. Brüksel’deki toplantının “yeni toplumsal sözleşme” diye bir başlığının olması ise sorunun derinliğini kabul ettiklerini gösteriyor. Yani faşizm tehlikesi, bir-iki siyasi liderden kurtulmakla çözülecek bir mesele olmaktan çıktı. Gelin görün ki, heyhat, radikal merkezi savunan politik liderlerin ve siyasetlerin ellerindeki “helal” siyasi araçlarla ve söylemlerle bu tehlikeye karşı inançlı bir cephe oluşturmaları neredeyse mümkün değil. Ne moral üstünlükleri kaldı (sağ olasın göçmen krizi!) ne de siyasal olarak bir hareket alanları (teşekkürler temsili demokrasi krizi!) Buna rağmen yeni bir kuşak geliyor, yeni yöntemlerle siyasal sahneye hiç beklenmedik bir yerden giriyorlar. Resim sergilerinden.

Monet’ye patates

Bir hafta önce petrol karşıtı genç eylemciler Londra Ulusal Galerisi’nde Van Gogh’un tablosuna domates çorbası attılar. İlk gördüğümde “Ne saçmalık!” dedim, benim kuşağımdan birçok insan gibi. Sonra çok az insanın yaptığı gibi eylemcilerin yaptığı konuşmanın tamamını dinledim ve bu protestoya saçmalık deyip hafife almamak gerektiğini düşündüm. Bir hafta geçmeden Almanya’daki iklim aktivisti gençler bu kez Almanya Postdam’da bir müzede Claude Monet’nin bir resmine patates püresi attı. (Önemle belirtelim, her iki protestoda da resimler zarar görmedi.) Eylemcilerin söyledikleri benzerdi:

“Sanat eserleri gezegendeki hayattan daha mı önemli?”

Her iki eylem de aynı yeri hedef alıyordu: “En huzurlu, en düzenli, en hijyenik görünen yere, dünyaya yaşatılan terörü taşıyacağız.”
İlk bakışta “Bu kar tanesi nesli mi faşizme karşı duracak!” diye dudak bükebilirsiniz ki ben de birkaç yıldır büküyorum. Fakat son zamanlarda katıldığım toplantılardan, düşünce festivallerinden, politik konferanslardan anladığım şu: Avrupa’da -İran’dakini andırır şekilde- bir sivil itaatsizlik duygusu büyüyor. Bu, baskıcı bir rejime karşı bildiğimiz anlamda direniş hareketi gibi değil, tıpkı Negri ve Hardt’ın tarif ettiği şekilde “öznelliklerini koruyarak genel bir değişimi örgütleyen siyasal özneler tarafından” gerçekleştiriyor. Gençler sistemden topyekûn rızasını geri çekiyor ve bunu hayatın çeşitli alanlarında gösteriyor. İklim krizi bu yeni siyasallaşmanın başını çekiyor ve giderek de neo-liberalizmin karşısında saydam, dağınık ama kararlı bir “çokluk” oluşturmaya başlıyor.
Birkaç gün önce Andreas Malm (Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır? Ayrıntı Yayınları) New York Times gazetesinde bu patatesli, domatesli eylemlerle ilgili bir yazı yazdı ve yazısını şöyle bitirdi: “Belki de tarih (bu gençleri) haklı çıkaracak.” Ben daha da ileri gidip şunu söylemek isterim: Faşizm, karşısında bu gençlerin oluşturduğu yeni nesil bir politik eylem bulacak ki bu eylemlilik faşistler için dünyayı yönetilemez hale getirecek. Bu, Türkiye’de de olacak, oluyor hatta. Bekleyip görelim.