'Dans çılgınlığı' diyorlar. Ya da “dans salgını”. 13. ile 17. yüzyıllar arasında Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde ortaya çıkan garip, sırrı hala çözülememiş bir hadise. Köylerde, kasabalarda ve şehirlerde insanlar birden dans etmeye başlıyor. Dans yayılıyor ve bir türlü bitmiyor. Hatta günler ve gecelerce dans eden insanlar sonunda bitkinlikten düşüp kalıyor, ölenler oluyor. Neden oluyor, nasıl başlıyor, pek bilgi yok. 1518’de bir kadın Strasbourg’da dans etmeye başlıyor mesela, yaklaşık 500 kişi ona katılıyor, günlerce dans ediyorlar. 1536’da bu kez bir grup çocuk dansı başlatıyor ve duramıyorlar. Üç yüzyıl boyunca aralıklarla bugünkü Hollanda, Almanya ve Fransa topraklarında yaşanan bu delilik hali için türlü açıklamalar var. Bazısı bu insanların delilik yapan bir mantar yediğini söylüyor, bazısı nadir rastlanan bir örümcek tarafından ısırıldıklarını. Fakat bütün bir kasaba neden dans eder?
Nedenini arayanlar zorlanmayacak
Günümüzdeki bazı bilim adamlarına göre bu salgının nedeni, Orta Çağ’daki aşırı din baskısı ve ağır yaşam koşulları nedeniyle insanların düpedüz delirip isyan etmesi. 10 yüzyıl sonra bugün sanki kulağa en ikna edici gelen açıklama bu, değil mi? Zira biz de kendi çağımızın dans salgınına tanık oluyoruz son yıllarda. Ve eğer bizden sonra gelenler bu dans pandemisinin nedenini bulmak isterse işleri zor olmayacak. Diyecekler ki, “İnsanca yaşam koşullarını talep edecekleri başka bir yol kalmamıştı.” Ve önümüzdeki yıllarda işler yolunda giderse bu dans pandemisini belki şöyle açıklayacaklar, “Kadınlar özgürlüğe doğru bir dans başlattı ve dünya peşlerinden gitti.”
Gidişata dansla meydan okumak
Sanki ömürler geçti ‘Arap Baharı’nın üzerinden, oysa sadece 10 yıl kadar önceydi. Tahrir’de kadınlar bağırıyor, şarkı söylüyor, dans ediyordu. Sonra Tunus, sonra Türkiye, Gezi. Ve kitleler tek bir talebi tekrar edip durdu kendi dillerinde: İnsanlık onuru! Ayaklanmaların çoğu sert bir biçimde bastırıldı. Mısır’da devrim çalındı, Türkiye’de çocukları öldürdüler, Tunus hala belini doğrultmaya çalışıyor. Yaşananlar hep bir kadın fotoğrafıyla aklımıza kazındı; kırmızı elbiseli kadın, yerlerde sürüklenirken mavi sütyeni görünen Mısırlı kadın, Tunus’ta üniversitenin çatısına tırmanıp radikal İslamcıların bayrağını indiren genç kadın... Sonra başka bir kadın yıllar sonra Beyrut’ta dans ederken kendisine saldıran polislere uçan tekme attı. Bitmedi. Yemen’de bir kadın devrim şarkısını kitlelere söyletti, “El-thawra!” diye bağırıyordu, “Devrim!” Ardından ABD’de kadınlar bir gecede ördükleri pembe şapkalarla sokaklarda dans edip ülkelerini faşizme karşı uyardılar. Hep bir kadın dans ediyor ve meydan okuyordu dünyanın gidişatına. Salgın böyle böyle yayıldı, duruldu ve sonra yeniden başladı. Şili’de kadınlar sokağa çıktılar.
Kadınlar tecavüzün cezasız bırakılmasını bütün bir ülkeye yayılan, kendi yazdıkları şarkı/marş eşliğinde bir dansla protesto ettiler. Dans, bütün dünya tarafından izlendi, ezberlendi ve kadınlar kendilerine savaş açmış gibi görünen gezegene olabilecek en zarif fakat kararlı şekilde kafa tuttular. Şili’deki dans büyük ve derin bir dönüşüme öncülük etti.
Dans Türkiye’de de sürdürüldü. 8 Mart gecesi bütün o şahane kadınlar polis şiddetine karşı bulabildikleri ilk anda yaşamanın temel sevincini asla yitirmeyeceklerini göstermek için kahramanca dans ettiler. Ve o dans bitmeyecek gibi görünüyor. Duruyor ve yeniden başlıyor.
Tahran dansa kalktı. 22 yaşındaki Mahsa Amini, saçını rejimin beğendiği gibi örtmediği için gözaltına alındı ve işkenceyle öldürüldü. İran polisi, “Kalp sorunu varmış, aniden öldü” gibi Türkiye’ye çok tanıdık gelen açıklamalar yapsa da kadınlar dinlemedi. İran İslam Devrimi’nden bu yana direnmek için her yolu deneyen İran kadınları bu kez dansla ayağa kalktı. Sokaklarda saçlarını açtılar, başörtülerini ateşe attılar ve ateşin etrafında dans ettiler. İlk günlerinde dünyanın geri kalanının çoğunluğu, başladığı gibi aniden bitecek bir protesto sandı bu dansı. Ama dans devam etti ve İran’ın bütün şehirlerine yayıldı. Ve dünyadaki kadınlar bugünlerde İranlı kız kardeşleriyle dayanışma için saçlarını kesiyorlar.
Başladı bir kere, kolay kolay durmaz
Melek Mosso sahnede ve diğerleri evlerinde telefonlarının kamerası karşısında kesip kesip saçlarını İran’da yanan ateşe atıyorlar. O ateş kolay kolay sönmez. O dans öyle kolay bitmez. Başladı bir kere.
Bir hafta sonra dans Rusya’ya taşındı. Rus kadınlar, Yakutsk şehrinde polisin etrafında bir çember oluşturup geleneksel ‘osuokhai’ danslarını yapmaya başladılar. Ve böylece adını koymanın zamanı geldi bu salgının: Tiranlığa, zorbalığa, adaletsizliğe karşı başkaldırının dansı. Tıpkı bir yaseminin çoğalışı gibi.
Tunus’ta yaşadığım bir yıl boyunca yaşlı kadınlar bana yasemini nasıl çoğalttıklarını anlatmışlardı. Adını Batılıların “Yasemin Devrimi” koyduğu ayaklanmalar durulmuş, seçimler yeni bitmişti. Roman yazdığım küçük bahçedeki boşluğa yasemin dikecektim. Komşuların dediğini yaptım, yaseminin bir dalını alıp toprağın altından ilerleterek yeni yasemini dikmek istediğim yerden geçirdim. İkisi arasında görünmese de bir bağ kuruldu. Bugünlerde ne zaman biri İran’daki ayaklanmadan bir sonuç çıkmayacağını söylese aklıma o yaseminler geliyor. Çünkü yakın tarihe uzaktan bakınca gördüğüm şey, devrimci dönüşümlerin tıpkı bu yaseminlere benzediği. Yeni yerlerinden çıkmak için toprağın altından ilerliyorlar, göze görünmeden. Sonra bir bakıyorsun bambaşka bir yerden yeni bir yasemin sürgün vermiş. Tahrir’den Beyrut’a bir yasemin dalı... Şili’den Tahran’a bir başkası... Derken yasemin sürgün veriyor ve dünyayı sarıyor. Ve bu devam edecek. Tiranların, zorbaların, diktatörlerin düşüşü kadınların dansı eşliğinde olacak. Ve sonra neşeyle devam edeceğiz oynamaya.
Faşizmin temelinde dişi korkusu var
Bunu kerelerce daha yazabilirim, hiç bıkmadan. Erkek egemen baskı, faşizmin yancısıdır. Bu ikisi hep ayrılmaz bir ikilidir. Çünkü faşizmin- ister İslam dünyasında ister Hristiyan aleminde olsun- en temelinde dişi korkusudur. Dişi olan her şeye karşıdır faşizm; kadına, erkekteki kadınca yumuşaklığa, doğaya... Faşizm insan doğasının bereketli, verimli ve neşeli parçasına karşı umarsız bir savaş açar. Ve ilk önce kadınları avlar.
Oksijenin azaldığını ilk onlar anlar
Bu yüzdendir ki kadınlar faşizm tehlikesi karşısında madenlerdeki kanaryalar gibidirler; oksijenin azaldığını ilk onlar anlar ve çırpınmaya, ölüm tehlikesini haber veren danslarını etmeye başlarlar. Ve şimdi kadınlar faşizmi ve onun bin kollu ahtapot gibi hepimizi boğan uzantılarını yok etmek için ayağa kalktılar. Ve bilirsiniz, kadınlar bir kere ayağa kalkınca oturtmak mümkün olmaz. Onlar bir kere Amerikalı devrimci Emma Goldman’ın 20. yüzyıl başında dediğini duydular, “Dans edemeyeceksem devriminiz sizin olsun!” Yasemin gibi kadınlar, yeniden yeniden topraktan çıkacaklar.