Neden bu beklenmedik şaşkınlık, bu kargaşa?
(Nasıl da asıldı yüzü
herkesin!)
Neden böyle hızla boşalıyor sokaklarla alanlar, neden herkes dalgın dönüyor evine?
Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi. Ve sınır boyundan dönen habercilere göre, barbarlar diye kimseler yokmuş artık.
Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan? Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.
Kavafis-Çev: Cevat Çapan
Bizim barbarlarımız var, dolayısıyla ‘bir çeşit çözümümüz sorunlara.’ Ve şimdi büyük kalabalıklar, bütün sorunları çözmek için onlardan kurtulmak istiyor. Bi’ gitseler Türkiye’de her şey düzelecek! Ya da şöyle mi demeli?
Sorunlarımızı çözmek için başka kimseyi gönderemediğimiz için şehvetle istiyoruz onları göndermeyi. Göçmenler, mülteciler, Suriyeliler, Araplar... Hepsi gönderilse ne Marmaris’in kıyıları dinamitlenecek ne kadınlar öldürülecek her gün. Bi’ gitseler peynirin fiyatı düşecek, ebleh suratlarına benzettikleri ülke, bu neşesiz, bitkin ve çok dövülmekten sersemlemiş memleket sonsuz bir refaha kavuşacak.
İşi dille olanın işsizlik korkusu
Fakat şunu da söylemek lazım. Göçmenlerden şikâyet edenlere tereddütsüz ırkçı suçlaması yapanların çok azı göçmenler tarafından evinden ve işinden edilme tehlikesi yaşıyor. Gazetelerde yazan, üniversitelerde çalışan, entelektüel iş sahibi olan hangimiz göçmenlerle yaşamak zorundayız ki? İşi dil ile olan kimin dil bilmeyen bir mültecinin gelişiyle işsiz kalma tehlikesi var?
‘Barbarlar’ bizim uzaktan bakma lüksümüz olan bir mesele, ‘barbarlarla’ komşu olmamız çok küçük bir ihtimal. Bu sebeple sözümüz ne kadar geçerli ya da ne kadar anlamlı emin değilim. Fakat yine de şunu anlatabilir miyiz acaba? Bir suç varsa bu göçmenlerin değil, bu insanları bir pazarlık aracı olarak kullanan iktidarın.
Bir ülkenin bir bakkal idare eder gibi ferah feza, keyfe keder yönetilmesi neticesinde bütün bunları yaşıyoruz. Ama bilirsiniz, küçük balıklar büyük balıkları yiyemeyeceklerini anladıkları ilk anda küçük balıkları yerler. Ve böylece büyük balıklar için “Hepsini göndereceğiz” bir seçim sözü haline gelir. Aynı esnada şu unutulur, sen de bir başkasının, daha batıda yaşayan bir başkasının barbarısın. Ben de öyleyim. İşte benim barbarlık hikayem, daha taptaze.
Geçtiğimiz çarşamba gününe sabah altıda kalkıp Hamburg’dan Berlin trenine binerek başladım. Bu, İngiltere vizesi almak için Berlin’e üçüncü gidişim. Kurdukları inanılmaz dijital labirent asla geçit vermediği için kaderinizi öğrenmenin tek yolu bizatihi gidip vize ajansının kapısında beklemek. İçeri girmek de yasak. Sadece beş dakikada bir dışarı çıkan, inanılmaz sabırlı ve kibar genç bir güvenlik görevlisi size İngiltere adlı ülkenin hakkınızda verdiği ya da vermediği kararı bildiriyor. Her dışarıya çıktığında insanları ikiye ayırıyor.
“Ukrayna’dan gelenler sağ tarafa lütfen. Diğerleri solda sıra olabilir mi? Lütfen.”
İngiltere yola Avrupa’dan ayrı düz koşu şekilde devam etmeye karar verdiğinden beri hiçbir işleri rast gitmiyor, bunu hepimiz biliyoruz. Ama bu kapıda benim gibi sekiz haftadır vize bekleyenler var. Hep üçüncü dünya ülkeleri insanları olarak burada toplaşıyoruz ve bugün çiseleyen yağmur altında çoluk çocuk bekliyoruz. Ukrayna’dan gelenlerin çoğu çocuklu anneler.
Muhtemelen sekiz haftadır bir otelde kalıyorlar, hepsi mis gibi otel şampuanı kokuyor. Ben siyah Afrika’dan gelenlerle bekliyorum. Siyah adamlar bizimle birlikte ama başka bir dünyada yaşıyorlar sanki, üçüncü kere saatlerdir birlikte olunca anlıyor insan. Artık öfkelenmekten bitkin düşmüş yüzler, bu dünyanın asla onları kabul etmeyeceğini bilmenin koyvermişliği.
O an aklıma gelmeyen soru
Türkiye’deki Suriyelilerin kaçı anlıyor acaba kendilerinden bir grup isimsiz kütle olarak bahsedildiğini? Vaktiyle Tunus-Libya sınırında, hayal edebileceğimizin çok ötesinde berbat bir mülteci kampında siyah bir adamla konuşmam geliyor aklıma. “Suyunuz var mı? Yiyecek var mı?” diye soruları sıralarken mükemmel bir İngilizce ile “Bir CV’im olabileceği hiç aklına gelmiyor, değil mi?” diye gülümseyerek sormuştu. Utancımdan dolma kalemimi hediye etmiştim o İngilizce öğretmenine. Evet, bebeğini ayağından çadır direğine bağladığı için, tozun toprağın içinde çölün bir parçası haline geldiği için aklıma gelmemişti bir CV’si olabileceği. “Bebek çadırın dışına emekleyince azıcık suyla temizlemek zor oluyor, yoksa niye bağlayayım, deli miyim!”
Siyah, genç ve yoksul bir erkeğin bu dünyada onurlu yaşama şansı nedir acaba? Ya da kaçımız soruyor CV’lerini? Vize ajansının kapısında Ukraynalı bir anne bağırıyor kırık dökük İngilizcesi ile: “Bu akşam bu kapının önünde uyuyacağım!”
Başka dilde kavga etmenin o berbat hissi. Ne sözcükler zamanında gelir insanın aklına ne doğru sesi çıkarabilirsin.
“Sekiz haftadır bekliyoruz. Bizi sınır dışı edecekler bu ülkeden!”
En çok hoş geldin denilen savaş mültecisinin hali bile böyleyse... Yanımdaki siyah adam “Şükretsin” diyor, “Afrika’dan gelenleri Nijerya’da kiraladıkları bir mülteci kampına gönderiyorlar ve aylarca bekletiyorlar.”
Küçük balık derdini büyük balığa anlatamayınca böyle dert yarıştırır kendisi gibi küçük balıklarla.
Kadın bağırdıkça kapı görevlisi özür diliyor “Elimizde değil” diyor, “Anlıyorum” diyor, ne dese olmuyor. Ben artık kapı görevlisiyle ahbap oldum, neden belli değil.
“Sen git bir yerlerde kahve iç sonra gel” diyor. Elbette günlerce yalvarmanın sonucunda oluyor bu. Günlerce yapılan sevimlilik. Barbar kabul görmek için ne kadar çok sevimlilik yapmak zorundadır, bir bilseniz!
Üç seferdir gördüğüm siyah bir adam nihayet pasaportunu geri alıyor, 3 ay sonra. Sakince alıyor, sanki önemsiz bir siyah adam sadece siyah adama gösteriyor kalbini.
Yaşamayanın anlaması zor
Beyaz dünya o kadar uzak ki ne sevinci ne öfkeyi hak ediyor artık. İranlılar, Suriyeliler, Hindistanlılar beklemeye devam ediyoruz orada. Hepimiz karşı kaldırıma bakıyoruz, zıplayan iki siyah adama. Bize de verseler biz de zıplarız. Nihayet 8 hafta ve 7 saat beklemenin ardından alıyorum vizeyi. Kapı görevlisine sarılıyorum. Çocukcağız o kadar şaşırıyor ki kahkaha atıyor ne yapacağını bilmediği için. Bütün bir dünyanın trajedisini yönetiyor sabahtan beri, bir ülkenin bütün saçmalığını filtreleyerek iletiyor yedi millete, bir teşekkürü hak etti diye düşünüyorum.
Mülteci kamplarında zorla insanlıktan çıkarılanlar, savaştan çocuğuyla birlikte kaçmak zorunda kalan ya da bilmediği bir şehirde beş kuruşsuz vize bekleyenlere oranla ben epey ayrıcalıklıyım. Ve yine de bu aşağılanmayı unutmak için yarım gün yutkunmam gerekiyor. Gerisini siz hesap edin. Evsiz kalmak vertigo hastalığına tutulmaya benziyor. Kesintisiz bir baş dönmesi. İnsanı kelimenin en derin anlamıyla salaklaştırıyor. Bu yaşamayanın anlayacağı bir şey mi, emin değilim. Ama Shakespeare’in vaktiyle dediği gibi, iltica ölümden beter. Bizler kendi evinde, Türkiye’de bile evi yanmış gibi hisseden insanlarız; verecek çok şefkatimiz, gösterecek çok anlayışımız yok.
Derdimiz başımızı aşmış. Ama hepimiz evsiz kalsak bile şunu hatırlamak zor değil: Hepimizin bir CV’si var, bir hayat öyküsü. Yazık ki bu öyküler en kötü zamanlarında çakıştı. Yoksa belki birbirimizin hikayesini dinlemeye biraz daha vaktimiz olurdu. Öyle düşünmek istiyorum.