24 Nisan 2024, Çarşamba Gazete Oksijen
18.02.2022 04:30

"Ne olacak bu memleketin hali?" en büyük ihracat kalemimiz

O ülkede yıllarca yaşamış olsa da Finlandiya ya da ABD için böyle içten dertlenen bir yabancı bulabilir misiniz? Bak Lübnan için dertlenen olur, Filistin için içlenen yabancı da vardır. Neden peki? Bu ülkeler insanda “Ulan o maçı alacaktık” gibi dertli fakat derin bir taraftar hissi yaratır

Türkiye’nin en büyük ihracat kalemi nedir diye merak eden varsa söyleyeyim: “Ne olacak bu memleketin hali?” derdi. Anlatayım. 

Geçen günlerde Zagreb’deki Alman konsolosluğuna gittim. Vize işlemleri yapacağım. Tam teşekküllü bir Alman hanım yapıyor işlemleri; son derece sarışın, adamakıllı sistematik. Yüzündeki ifadesizlikle sesindeki kibarlık insanı nasıl davranması gerektiğine dair bitmeyen bir tereddütte bırakıyor. Tek tek evrakların üzerinden geçiyoruz. Hanımefendi mükemmel bir İngilizce ile sorular soruyor, ben de ifadesiz bir kibarlıkla ve grameri en hatasız bir İngilizce ile cevap veriyorum. Tek bir fazladan kelime kullanmadan. Böyle hafif gergin durumlarda içimden coşarak gelen espri yaparak ortamı yumuşatma dürtüsünü dizginlemeyi Avrupa’da geçen beş yıldan sonra öğrendim artık. Dehşetle sıkılıyorum tabii ki. Ama “Bitse de gitsek” sıkıntısını, yüzümdeki ölçülü gülümsemeyle perdeledim, duruyorum. Tam 50 dakika böyle sorulu cevaplı, eskilerin deyişiyle mütenasip bir ifade ile durduktan sonra nihayet bitti işler. Tam teşekkür edip çıkacağım, kadın yine o mükemmel İngilizce ile “Müsaade ederseniz size özel bir soru sormak istiyorum” diyor. Buyrun? “Niye Zagreb’de yaşıyorsunuz?” Çok sorulduğu için sorunun alt metnini biliyorum. ‘Niye Zagreb?’ demek, ‘Niye herkes gibi Almanya’ya ya da İngiltere’ye gitmediniz de Hırvatistan gibi bir kenar ülkede kaldınız?’ demeye geliyor. Konuyla ilgili beş yıl içinde geliştirdiğim hazır cevaplarım var, kısa ve uzun olarak iki formatta. Hemen çıkmak için kısasını söylüyorum, “Burada hiçbir şey olmuyor. Türkiye’den sonra hiçbir şey olmayan bir ülkede kalmak istedim.” Yüzümün bu cevabı verirken ezberlediği gülümsemem de yerli yerinde. Hanımefendi de bana İngilizce olarak gülümseyecek ve çıkacağım. Ama aniden bir şey oluyor:

“Çok üzülüyorum ben Türkiye için.”

Bu cümleyi kusursuz bir aksanla Türkçe söylüyor. Şaşkınlıktan cevap bile veremiyorum. Devam ediyor yine benim anadilimde:

“Ben yıllarca İzmir’de ve Ankara’da çalıştım. Çok sevdiğim dostlarım var. Neden böyle oldu?”

O, ‘Neden böyle oldu’ deyiverince benim de gözlerim doluveriyor. Hoppala! Nerden çıktı şimdi bu sululuk! Ve en Türkçe soruyla bitiriyor: 

“Ne olacak bu memleketin hali?”

Gözlerim akıyor bir yandan, bir yandan gülüyorum kendime saçma sapan, öte yandan cevap veriyorum, İngilizce- daha da saçma. “Niye İngilizce konuşuyorum ki!” diyorum gülmeli ağlamalı yine Türkçeye dönemeden. Bakıyorum, kadının da gözleri dolu dolu. 

Yüzümün gözümün ezberi bozuluyor, son derece Avrupai gardlarım düşüyor. Hiç bu kadar gafil avlanmamışım yıllardır. Türkiye’den gelenlerle konuşurken hazırlanıyorsun gelecek o Ahmet Kaya klibi makamında geçecek gurbet muhabbetine. Yabancılarla konuşurken ne diyeceğimi zaten ezberlemişim, hiç kuyruğu indiremem elin adamının-kadının yanında. Ama bir anda, bir Alman hanımın hem de Türkçe hem de pürüzsüz bir içtenlikle, kalın bir cam bizi ayırmışken böyle soruvermesi... Kalbim gafil avlanıyor. Yaşamayı, devam etmeyi zorlaştırdığı için özenle paketlenip derin dondurucuya konmuş her bir duygu kırıntısı kahvaltı masa örtüsü çekilivermiş gibi saçılıyor ortalığa. Hiç sevmem böyle süfli halleri. Hanım, özür diliyor. Ben özür diliyorum. Lüzumsuz özür diliyoruz birbirimizden başka söyleyecek bir şey bulamadığımız için. Çıkıyorum dışarı, bir saat yürüyorum sokaklarda donuk kare bir yüzle. 

Hafif sızılı bir gurur

Bu lüzumsuz derecede duygulu hikâyeyi niye anlattım ben şimdi? Hem de böyle sululuklardan (zafiyetten mi demeli?) çok utanmama rağmen. Bilin diye. Memleketimizin en kuvvetli ihracat kalemi budur. Bunu esprili ya da alaycı bir tonda söylemiyorum, son derece ciddi bir meseledir bu. O ülkelerde yabancı olarak yıllarca yaşamış olsa da Finlandiya ya da ABD için böyle içten dertlenen birini bulabilir misiniz? Bak Lübnan için dertlenen olur, Filistin için içlenen yabancı da vardır. Türkiye için de var, belli ki. Neden? Bu ülkeler insanda “Ulan o maçı alacaktık” gibi dertli fakat derin bir taraftar hissi yaratır. Sanki bütün dünya şike yaptığı için yenilmiş ama ezilmemiş tarafı tutuyormuşsunuz gibi. Yenen takımı tutmamanın, evet tutmamanın, o hafif sızılı gururu. Eğer bu yazıyı okuyan tecrübeli diplomatlar varsa sanırım bana katılırlar. Bu duygu herhangi bir ekonomik gücün ya da stratejik üstünlüğün satın alamayacağı, önemli bir uluslararası sermayedir. Günün birinde “Bu çay da bizden olsun, misafirsiniz siz” demiş kahvecilerin, “Yav iç, bi’ şey olmaz!” diye ‘turiste’ zorla rakı denetmiş kalender meyhanecinin, “Bilmezsiniz siz, ye bak, sarma bu, SAR-MA!” demiş teyzenin, “Tarifi zor, götüreyim ben sizi oraya, zaten yolumun üstü” demiş delikanlının, “Hello! Hello!” diye turist peşinde koşan çocukların, “Buy’run beraber yiyelim” demiş bütün insanların, ezcümle hepimizin yüzü suyu hürmetine oluşmuş bir sermaye. Dünya toplumlarında “Hiç hak etmiyorlar yaşadıklarını” duygusunu yaratmak o kadar sıradan ya da olağan bir şey değil yani. Tebrik edin kendinizi. Biz uluslararası toplantılarda, diplomatların, resmi oturumlar arasındaki sohbetlerde, temsilcilerine sabırsızlıkla koşup içten ve kişisel bir endişeyle, “Ne olacak bu durumlar?” diye sormadan edemediği bir ülkenin çocuklarıyız. Dönüp bir daha okuyabilirsiniz cümleyi. Çünkü aynı uluslararası toplantılarda, resmi oturumlar arasında, yine aynı yabancı diplomatlar koşup gelip temsilcilerimize, “Geçmiş olsun! Epey de sürdü. Geçmiş olsun hakikaten!” diyeceği ülke olacağız, yaşamayı hak etmediğimiz “bu şeyler” bittiğinde. Bilmem anlatabildim mi? 

Gelelim benim lüzumsuz ‘duygulanımlarıma’. Almanya’dan Yahudi olduğu için 1930’ların ortasında Nazilerin iktidarı yüzünden ayrılmak zorunda kalan, yıllarca ABD’de yaşayan politik düşünür Hannah Arendt’e sormuşlar, “Ne kalıyor geriye?” diye. “Dil kalıyor” demiş. 30 küsur yıl geçirdikten sonra döndüğü ülkesinde, Almanya’da yaşadıklarını anlattığı günlüklere ve mektuplara bakınca insan kabul ediyor; dil kalıyor. Dil yarası gibi bir şey. Ve hangi dondurucuya koyarsanız koyun, anadilde edilmiş ilk sözcükte eriyiveriyor bütün çelik zırhlar. Zafiyetlerimizle kavga etmeyelim arkadaşlar. Alay da etmeyelim kendimizle. Oluyor böyle şeyler. Hiç sevmiyorum şu New Age “Kırılganlıklarımız gücümüzdür” laflarını ama doğruluk payı da yok değil. Ama iç organlarımız elimizde de gezmeyelim yollarda tabii. Severim ilikli ruhları. Fakat yakayı da ara sıra gevşeteceğiz tabii. Öyle bir yer var, ilikli ruhların üstten iki düğme açmaktan korkmayacağı. Ama tarifi zor, götüreyim ben sizi, zaten yolumun üstü.