23 Aralık 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
06.08.2021 04:30

Dünyaya Orman denir

Kitapsever ve ben, içimizden yangında kaybettiğimiz doğadaki tüm bitkilere, hayvanlara ve tabii ki insanlara sessizce bir dua; onları canları pahasına korumaya çalışan kahramanlara ise şükranlarımızı gönderiyoruz

Ormanların yeşiline alevlerin kızılının ilk düştüğü gün, ben de soluğu adadaki Kitapsever’in yanında aldım. Ada vapuru o güzelim denizin üzerinde tüm neşesiyle süzülüyordu her zamanki gibi ama o güzellik dahi ruhumu teskin etmekten uzak, kulaklarımda uzaklardan gelen incecik haykırışların belli belirsiz uğultusuyla adaya nihayet ayak bastığımda, gün de akşama teslim olmak üzereydi.  Kitapsever beni her zamanki gibi güzelim bahçesinde karşıladığında ikimizin de pek konuşacak hali yoktu doğrusu. Gözlerim ister istemez masadaki günlüğüne değdiğinde okuduğum, bembeyaz sayfadaki kırmızı kalemle yazılmış Ahmet Haşim’in şu kısacık dizeleri, aslında aramızdaki havada asılı kalan söylenmemiş nice sözcüğü özetlemiş oluyordu; “Gün bitti. Ağaçta neş’e söndü/ Yaprak âteş oldu. Kuş da yâkut.

SAYFALAR YUVALARINA AĞLIYORLAR

Kitapsever’e dikkatle baktığımda gözlerindeki dökülmemiş yaşların nemini görebiliyordum artık. Masanın üstündeki kitapları işaret edip, “Sayfalar bağrından koptukları yuvaları, kardeşleri için ağlıyorlar” gibilerinden bir şeyler mırıldandı. Nafile olacağını bilsem de teselli mahiyetinde “Hadi üzülme, ormanların yardımına koşan güzel insanlar onları çok geçmeden kurtaracaktır,” dedim. Sonunda içim cızlayarak “hatta kimi zaman hayatları pahasına olsa da,” diye ekleyerek.  “Evet,” dedi Kitapsever, “iyi ki o güzel insanlar var. Mesela Sait Faik’in “Havada Bulut” öyküsünde köpeğiyle konuşacak kadar duyarlı insanlar ya da “1 Nisan’da Bir Erik Ağacı ile Konuştum” öyküsündeki kahraman gibi… “Vangelistra Kilisesi’nin çan kulesinden otuz metre aşağıda küçük bir kulübenin bahçesindeki, dalları evin siyah damını gören bir erik ağacı, benim en iyi dostumdur. Dünyada bu küçük erik ağacıyla konuşabilirim. Derdimi yalnız ona anlatabilirim. Erik ağacı! Seni de, yemişlerini tuzla yiyen esmer kızı da deliler gibi seviyorum, ne yapayım? İşte görüyorsun ki azizim, ben köpeklerle konuşmadan evvel işe ağaçlarla konuşmakla başladım.” Ve sonra ekledi; “Sen Jean Giono’nun artık kültleşmiş Ağaç Diken Adam adlı romanını bilir misin? Dünya üzerinde yüzbinlerce okura ulaşmış büyülü bir masal, edebiyat tarihinde ağaç sevgisini anlatan en iyi öyküdür belki de! Yaşamının son otuz yılını, yüzlerce hektarlık çorak bir alanı tek başına yeniden ağaçlandırmaya adayan ve bunu başaran olağanüstü bir karakterin hikâyesini anlatır. Aynı yazarın bir de Dünyanın Şarkısı adlı eseri vardır ki okurunu Fransız kırsalında nehirlerin, dağların ve ormanların arasında muhteşem bir doğa gezintisine çıkarır. Romandaki doğayla ilgili tasvirler o kadar güçlüdür ki; yeşilin tonları arasından uçurumların derinliklerinde yankılanan bir çığlığı, aşılması güç yüksek yarlardan karanlık ormanları, akan suyun bitmek tükenmek bilmez coşkusunu hemen yanı başında hissediverirsin. Ama,” diye bir an duraklayıp muzipçe gülümseyip göz kırptıktan sonra “bana en çok hitap eden -sanırım adından da dolayı- Luis Sepulveda’nın Aşk Romanları Okuyan İhtiyar adlı romanıdır. Amazon’un derinliklerindeki El Idilio köyünde yaşayan Antonio José Bolívar Proaño, orman hakkında bütün bildiklerini Shuarların yerlilerine borçludur. Ormanın gerçek sahipleri olan yerlilerin yasalarına uyar ve hayvanlara saygı gösterir. Günü avlanarak, geceleri yalnız başına aşk romanları okuyarak geçer. Ancak bir gün bu düzen bozulacak, kızgın bir jaguarın peşine düşmek zorunda kalan ihtiyar, doğanın bozulan dengesini, ‘medeni’ insanların yıkıcılığını ve aşkın gizemini sorgulamaya başlayacaktır.”

ORMANIN KENDİ DİLİ VAR

“Aa,” dedim, “şimdi sen de bana Thomas Hardy’nin Orman Sakinleri’ni hatırlattın. Bu kır romanı, evlilik, ihanet, hastalık ve ölüm temalarını doğaya özgü unutulmaz sesler, görüntüler ve renklerle bezer. Ama sanırım ormanda geçen bir öykü deyince, en uzak hatıralarım bana çocukluğumdan, dönüp dönüp okuduğum bir kitabın büyülü hatırasını taşıyor,” dedim gülümseyerek. “Rudyard Kipling’in efsanevi romanı Orman Kitabı’nı… Romanda, orman, kendi dili ve kuralları olan adeta büyülü bir yerdir. Ormanda yaşayan her canlı bu kurallara saygı duymalı ve doğanın bir parçası olarak yaşamalıdır. Ormanın dilini insanlar da öğrenebilir, ancak buna layık olmaları gerekir.” Anlattıklarımı dikkatle dinleyen Kitapsever, “Aslında” dedi “ağaçlarla kardeş gibi yaşayan ve düşleri en az bizim gündelik yaşamımız kadar gerçek olan bir ırka dair masal gibi güzel ama bir o kadar da felsefi olarak derin bir başyapıtı hatırlattı birden bana sözlerin, tuhaftır. Büyük usta Ursula K. Le Guin’in Dünyaya Orman Denir adlı romanı, gezegenlerindeki yaşamı kendileriyle ayrılmaz bir bütün olarak gören Athsheliler ile onların gezegenlerini sömürüp, kendi doğal kaynaklarını tamamen tükettikleri gezegenlerine dönüştürmek isteyen Terranlılar arasında geçen öyküyü anlatır. Roman boyunca Le Guin, gezegenin ekolojisiyle bütünleşmenin Athshe tarzı ile onu yok etmenin Terran yolu arasında bir karşıtlık çizer.” Kitapsever durdu, sanki boğazında zorlukla yutamadığı bir şey varmışçasına yutkunarak, gözleri uzaklara dalmış bir şekilde, “Bu romanı niye bu kadar çok severim biliyor musun?” diye sordu. “Çünkü ben de rüyalarımda kendimi doğayla bir bütün içinde yaşayan Athshe halkı gibi görürüm çoğu zaman. Bu hissim özellikle de ağaçların ve aslında tüm bitkilerin, canlıların kısacası tüm doğanın kendi aralarında aynı insanlar gibi haberleştiklerini, bitkilerin yanlarına bıçakla yaklaşan birini hissettiğinde çığlıklar attığını, ağaçların aynı insanlar gibi aile şeklinde yaşayıp, ebeveynler olarak yavru ağaçların büyümesini kolladıklarını öğrendiğimden beri iyice yoğunlaştı. Ağaç ebeveynler birlikte yaşadıkları yavrularıyla iletişim kuruyor ve onların büyümelerine destek oluyor. Bunlar yetmezmiş gibi ağaçlar birbirini yaklaşan tehlikelere karşı uyarıyor ve aralarındaki hasta veya acı çeken bireylerle gıdalarını paylaşıyor. Acıyı hissedebiliyorlar ve hafızaları var. Bütün bunları Peter Wohlleben’in Ağaçların Gizli Yaşamı adlı kitabından öğrendim. Bitkilerin Bildikleri kitabında ise biyolog Daniel Chamovitz bitkilerin dünyayı nasıl deneyimlediklerini inceler. ‘Bundan sonra parkta yürüyüşe çıktığınızda durup kendinize sorun,’ der Chamovitz. ‘Çimenlerin arasındaki karahindiba ne görüyor? Otlar hangi kokuları alıyor? Meşenin yapraklarına dokunun, ileride ona dokunulduğunu hatırlayacağını bilerek. Ama sizi hatırlamayacaktır. Sizse o ağacı hatırlayacak ve anısını her daim hafızanızda yaşatacaksınız.’ Tüm bunları okuduktan sonra artık en küçük bir bitkiden en dev ağaçlara dek tüm canlıları bir insandan ayrı göremiyorum,” dedi.  Ve eline, bahçedeki masada duran kitap kulelerinden birinin en üstünde duran kitabı alarak bana uzattı. Kitabın kapağında Ağaçlar yazıyordu. Ve üstelik Herman Hesse imzalıydı. Bir elimde kitabı tutarken, Kitapsever diğer elimi tutup beni en yakın ağacın yanına götürdü ve kulağımı gövdesine yaslayıp onu dinlememi işaret etti. Bir süre sessizce öyle kaldık. Öylesine huzurla dolmuştum ki Kitapsever’in sesiyle neredeyse irkilip zıpladım. “Biz insanlar aslında yaratıldığımız ilk günden bu yana huzuru hep doğanın kucağında buluruz. Devasa ağaçların gövdesine yaslanıp yaprakların hışırtılarını ve onlara eşlik eden kuş seslerini dinlemek, tüm yorgunluk ve stresi sihirli değnek misali bir anda uzaklaştırıverir. Peki, hiç gövdesine yaslandığımız o ağacın sesini gerçekten duymayı denedin mi? Belki de hakikat o seste saklıdır ve esas ait olunan yer, o sesin kaynağıdır! İşte Hesse, Ağaçlar ile okuyucuyu çeşit çeşit ağaçların olduğu bir ormana götürür ve burada onlara ağaçların hiç duymadıkları sesini dinletir… Hesse için ağaçlar, aynı benim için de olduğu gibi, doğanın içerisinde barındırdığı herhangi bir unsur olmaktan çok daha ötede bir anlam taşır. Bir ağaç, bakmayı ve dinlemeyi bilene dert ortağı, eşsiz bir melodi ya da bir ana kucağı olur. Upuzun kollarını göğe dokunduran, kökleriyle dünyaya tutunan ve anıtsal gövdesinin görkemli duruşuyla hayranlık uyandıran ağaçlar, kimi zaman da bir tapınak olup insanları hakikate eriştirir. Asırlar boyu yaşanmışlık ve öğretilerle donanan bu yeşil tapınaklar, kadim bir tanrı misali insanlığa ders verir. Kısacası bir ağaç, insanlık için ihtiyaç duyduğu her şey anlamına gelir. Yeter ki görmeyi ve duymayı bilelim!”

DÜNYA ANANIN BİLGELİĞİNE GÜVENİMİZ TAM

Kollarım sevgili ağacıma dolanmış bir şekilde orada dururken, “Senin bu anlattıkların benim de aklıma Liz Marvin’in Sessiz Bilgeler kitabını getirdi,” dedim. “Marvin daha mutlu bir yaşam için ilhamın ağaçlarda olduğunu söyleyerek, onları dünyanın sessiz bilgeleri olarak tanımladığı kitabında ‘Bir beyine ya da sinir sistemine sahip olmamaları ağaçların düşünemediği, dahası zekâ sahibi olmadığı manasına gelmiyor. Ağaçlar da tıpkı insanlar gibi zorluklara göğüs geriyor, haberleşiyor ve yardımlaşıyor’ der. Yani aslında doğa, salgınlarla ve türlü felaketlerle insanı ayrıcalıklı konumunu sorgulamaya çağırıyor. Mesele onların çağrısını duymakta! Mesela Bitkilerin Yaşamı - Bir Karışım Metazifiği’nde Emanuele Coccia, dünyayı anlamak için merkeze bitkileri koyar; yaprakların, köklerin ve çiçeklerin bakış açısına yerleşir, onların anlattıklarını dinler: Bildiğimiz ve içinde yaşadığımız haliyle dünyayı onların yarattığını, hayal etmekte ve akıl yürütmekte esas ustaların onlar olduğunu, gezegen üzerindeki tüm yaşamı bir güneş krallığı haline getirdiklerini öğreniriz.” Evet, ikimizin de doğanın ve ağaçların yani aslında dünya ananın bilgeliğine güvenimiz tamdı. Ah şu insanoğulları ve kızları olarak biraz daha ona saygılı olabilseydik! Kitapsever ve ben, gün kendini tamamen geceye teslim ederken içimizden yangında kaybettiğimiz doğadaki tüm bitkilere, hayvanlara ve tabii ki insanlara sessizce bir dua; onları canları pahasına korumaya çalışan kahramanlara ise şükranlarımızı gönderip sessizce yürürken, Kitapsever’in dudaklarından Cemal Süreya’ya ait olan şu dizeler dökülüverdi; “Şimdilerde altından geçtiğim bütün ağaçlar/ Yapraklarını döküyor/ Havada hazan var, yüreğimde hüzün.”