29 Mart 2024, Cuma
27.08.2021 04:30

Fena halde ‘Otel Paranoya’ya sıkışmışken

Kitapsever’le, edebiyatın ‘otel kahramanları’nın peşinde: “Madem bir roman kahramanı olup gerçek dünyadan romanlara sığınamıyorum, ben de yazarlar ve onların kahramanları gibi otellerde geçen bir hayat kurgularım”

Tuhaflıklar dördüncü gün başladı.” Geçtiğimiz hafta, ülkede ve dünyada yaşadığımız felaketlerden üzgün, ruhumuz fazlasıyla kederli, Kitapsever’in adadaki evinde dut yemiş bülbül gibi sus pus otururken, onun birdenbire sayıklar gibi ağzından dökülen bu cümleyle irkilivermiştim. Bu kadarla da kalmadı, devam etti ‘tuhaflıklar’; “Bir hafta önce havanın ne güzel ne de kötü olduğu yarı parlak, gri bir sabah giriş yaptım otele. İlk dikkatimi çeken, içerinin havasızlığı oldu. Kahve tonlarında, ağır mobilyalarla döşenmiş, zevksiz denebilecek resepsiyondaki seyrek sarı saçlı, mavi gözlü, siyah gömlekli görevliyle selamlaştık. Boş oda vardı.” Elimle delirdin mi gibilerinden yaptığım işarete karşılık, o da yanında duran kitabın kapağını handiyse burnuma sokarak gösterdi. Kapakta “Otel Paranoya, Hakan Bıçakcı” yazıyordu. “Ya” dedi Kitapsever. “Bu romanda tuhaf bir otel  tekinsiz diğer müşteriler anlatılır. Sence de son dönemdeki hayatımızın alegorik bir tanımı değil mi bu? Hepimiz artık, sence de bir tür ‘Otel Paranoya’da yaşamıyor muyuz?” Doğrusu onu hiç bu kadar sıkkın görmemiştim. Bir çıkar yol arar gibiydi. Ve belli ki bulmuştu da! “Ben” dedi. “Hayatımla ilgili yeni bir karar aldım. Aynı büyük yazarlar gibi, bir süreliğine ruhu kendime hitap eden bir otelde yaşayacağım. Madem bir roman kahramanı olup gerçek dünyadan romanlara sığınamıyorum, ben de büyük yazarlar ve onların kahramanları gibi otellerde geçen yeni bir hayat kurgularım kendime.”  En büyük ilham kaynağı Park Otel’in önce 1941-1946 yılları arasında 75 numaralı, sonra da 1950’li yıllarda, 1958’de ölümüne kadar, 165 numaralı odasında kalan ve dostlarıyla da burada görüşen Yahya Kemal Beyatlı’ymış. Park Otel’in ardındansa aklımıza Pera Palas Oteli geldi elbette. Ve tabii buranın gizemli konuklarından Agatha Christie ile Ernest Hemingway…

Gizemli bir kadın

Hemingway, Klimanjaro’nun Karları adlı romanında ana karakteri olan Harry’yi, I. Dünya Savaşı sırasında İngilizlerin bir süre işgal ettiği İstanbul’da askeri görevle bulunduğu sırada Pera Palas’ta konaklatır. Türk edebiyatında ise oteller denince aklımıza tabii ki öncelikle Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli ile onun akıllara kazanan kahramanı Zebercet geldi. ‘İstasyon yakınındaki’ otelde yalnızca bir gece konaklayan gizemli bir kadın yolcunun ömrü boyunca dönüşünü gözleyen, bu kasvetli Anadolu otelinin ‘yalnız’ kahramanı Zebercet’inden bir diğer ‘otelde bekleyen’ kahraman olan Orhan Pamuk’un Kar romanının, Kars’taki otel odasında, karlar altındaki bir şehrin, bu yalnız noktasında konaklayan ıssız karakteri Bay Ka’sına geçti aklımız. Ve sonra da bir anlatı düştü zihnimize. Şavkar Altınel’in günümüzün yalnızlaşan insanıyla paralellik gösteren kişiliksiz yol kenarı otellerinden birinden bahsettiği Hotel Glasgow’undan şu müthiş saptamayı alıntılayıverdik hemen; “Doğrudan havalimanında yer alan benzerlerinin yarı fiyatına olan, bej gövdeli yepyeni otel, bu ucuzluğu açıklayan bir şekilde, alçak çitlerle çevrili çayırların arasında nereye gittiği belli olmayan boş asfalt yolların uzandığı bir noktaydı.” Hotel Glasgow’un kahramanı Şavkar, bu ıssız ve kişiliksiz bölgeden de, onunla birebir aynı özellikleri taşıyan otelden de hoşlanır. Ama zaten edebiyattaki oteller biraz da ıssız ve yalnız ruhları temsil etmek için bulunmaz mıdır? “Issız ve yalnız ruhlar demişken” dedi Kitapsever. “Bana biraz da yine şu içinde bulunduğumuz zamanları anımsatan bir büyük eser geldi aklıma; Joseph Roth’tan Savoy Oteli… 1. Dünya Savaşı sırasında üç yılını Sibirya’da savaş esiri olarak geçirdikten sonra yurda dönen Gabriel Dan, 1919 yazında sınıra yakın bir Polonya kentinde Hotel Savoy’un altıncı katına yerleşir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde kalan görkemli günlere tanıklık eden gösterişli dış cephesiyle bu otel, katlar arasındaki sınıf farklılıklarıyla her çevreden insanı ağırlamaktadır. Askerler, milyonerler, iflas bayrağını çekenler, döviz kaçakçıları ve varyete kızları, Hotel Savoy’da karşılaşırlar. Savaşla beraber kaosa sürüklenen dünyanın alegorisi gibidir bu otel. Gabriel Dan her gün terk etmeye niyetli olduğu otele, diğer müşteriler gibi tuhaf bir biçimde bağlanır. Hotel Savoy’un temsil ettiği her şeyden, bozuk düzenden ve bedbaht hayatlardan nefret eder, buradan kurtulmanın yollarına bakar. Ama kalır. Kentte bir grev patlak vermiştir, bilinen dünyanın sonu yakındır.”

Büyükada rüyası

“Bu kadar karamsar olmasana, oteller biraz da güzel manzaraları, sayfiye yerlerini anımsatır,” diyerek ortamı biraz neşelendirmek isteyince ben, Kitapsever’in de aklına, Demir Özlü’nün Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları’ndan nefis birkaç satır geldi; “Büyükada’ya gemi yaklaşırken, Splendit Oteli, beyaz ahşap kaplamalı önyüzüyle, yuvarlak kubbeleriyle görünür. Adanın yumuşak, yukarı Akdeniz iklimi insanın yüzünü okşar. İskele alanındaki, yaz mevsimine özgü kalabalık insana kalabalıktan biri olduğunu, kendi küçük varlığıyla birlikte, orada yaz kalabalığı içine karışıp gitmesi gerektiğini, yalın bir mutluluğun, tutkusuz bir yaşamın en doğru yaşama biçimi olduğunu düşündürür.” Bense, oteller denilince biraz pembe baloncuklar içinde yaşamayı tercih eden biri olarak, “Lüksü ve seçkinliği de temsil eder oteller ama” diye sözü elime aldım. “Dünyanın en zarif otellerinden Paris’teki The Ritz de bu anlamda, başta F. Scott Fitzgerald ve Ernest Hemingway olmak üzere pek çok yazara ilham kaynağı olmuştur. Fitzgerald, Buruktur Gece’sinde, Hemingway ise Güneş de Doğar’da bu efsanevi otele yer verir. Öte yandan Amor Towles’ın Moskova’da Bir Beyefendi’si ise lüks de olsa bir otel odasının da bir tür hapse dönüşebileceğini harika bir üslup ve soluk kesici bir hikâye eşliğinde anlatır” diye hararetli bir şekilde konuşmaya devam ederken, bir yandan da Kitapsever’in en gözde otelinden ne zaman bahsedeceğini merak ediyordum. Neyse ki beni çok bekletmedi ve “Oteller biraz da renkli karakterlerin yuvasıdır” diyerek sözü açtıktan sonra “Ve bu anlamda, belki de hiçbir otel New York’taki Chelsea Otel kadar sanatın her dalından dehaya ilham kaynağı ve yuva olmamıştır” diyerek en sevdiği konuya balıklama daldı. “Patti Smith, anılarından yola çıkarak yazdığı Çoluk Çocuk’ta uzun bir süre, sevgilisi Robert Mapplethorpe ile birlikte yaşadıkları Chelsea Hotel için ‘Chelsea benim evim, El Quixote de benim barımdı’ der,” dedi bir yandan da hafifçe içini çekerek. Edebiyat tarihinin belli başlı otelleri arasında dolaştıktan sonra Kitapsever’e, “Ee bari karar verebildin mi hangi otelde yaşayacağına?” diye sordum. “Bu otellerin hepsi de ruhumun farklı bir yanına hitap ediyor. Her birinde kalmak isterim,” dedikten sonra hafifçe ürpererek ekledi, “Yeter ki Stephen King’in The Shining (Türkçede Medyum) adlı romanındaki otel olmasın!”