20 Nisan 2024, Cumartesi
11.03.2022 04:30

Hayat düz çizgi değil, eğridir

Ömer Aras’ın, altı yılı akademisyenlik, 37 yılı bankacılıkla geçen hayatından süzülen anıları, Deneyimler kitabında bir araya geldi

“Bir bankada düz olmayan bir kolon pek göremezsiniz, o nedenle benim fotoğrafımı tam bu köşede çekin diyor,” Ömer Aras, röportaj için portresinin çekilmesi aşamasında. QNB Finansbank’ın Genel Müdürlük binasının 31. katındaki toplantı odasındayız. Bu bina düz olmayan çizgileriyle çevresindeki plaza binalarından da ilk bakışta ayrılıyor, tıpkı Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Aras’ın da benzer çok başarılı kariyer sahibi iş insanlarından ayrıldığı gibi… O aslında eğitimciliği ruhunun her zerresinde halen taşıyan bir akademisyen olarak atılıyor hayata önce. ABD’de Syracuse Üniversitesi’nde yüksek lisans (MBA) ve doktora (PhD) yapıyor. Ohio State Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde yardımcı doçent olarak öğretim üyeliği yaptıktan sonra 1984 yılında Türkiye’ye dönüyor ve Amerika’da altı yıllık akademisyenlik sonrasında bankacılık sektörüne geçiyor. Üç yıl Citibank’ta, altı ay Yapı ve Kredi Bankası’nda çalıştıktan sonra kuruluşunda görev aldığı Finansbank’ta altı yıl genel müdürlük, toplam otuz dört yıl yöneticilik yapıyor. Yerel ve uluslararası ölçekte birçok kriz yaşayıp, uluslararası yönetim sorumlulukları alıyor. Dört yıl TÜSİAD yönetim kurulu üyeliğinde ve on yıl Özyeğin Üniversitesi kurucu mütevelli heyetinde bulunuyor. Halen QNB Finansbank ve Cigna Sigorta yönetim kurulu başkanlığının yanı sıra TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi başkan yardımcılığı, Galata Business Angels (GBA) melek yatırımcı ağı üyeliği, Boğaziçi Üniversitesi Vakfı mütevelli heyeti üyeliği, Darüşşafaka Cemiyeti danışma kurulu üyeliği ve Yönetim Kurulunda Kadın Derneği mentorluğu yapıyor. Tenis oynamaktan çok zevk alıyor. Aileyi her şeyden önce koyan Aras, evli, iki çocuk babası ve üç torun dedesi. Aras şimdilerde iş ve özel yaşamındaki deneyimleri kaleme aldığı bir de kitap yayımladı, Deneyimler (Remzi Kitabevi) adı altında. 

Sermayesini Ömer Aras’ın bir çanta içinde taşıdığı, otuz kişiyle Gümüşsuyu’ndaki bir iş hanının beşinci katında sıfırdan kurulan banka, bugün on üç bin kişinin çalıştığı ve oluşan kültürle sektörün saygın kurumlarından biri haline geldi. Bu girişimin bu hale gelmesine katkıda bulunan bir yönetici olarak Ömer Aras’ın süreç boyunca yaşadığı deneyimler sayesinde geliştirdiği yönetim ilkeleri bu kitapta bir araya geliyor. Birlikte 19 yıl boyunca çalıştığı Hüsnü Özyeğin ve pek çok kişinin de yer aldığı önemli anekdotlar ile bankacılığa dair vaka örnekleri de içeren bir kitap bu. Ancak yalnızca bankacıların ve iş insanlarının değil 7’den 70’e herkesin ilham alacağı deneyimlerden oluşan, son derece sürükleyici ve yer yer mizahi de bir yanı olan kitabına dair Ömer Aras ile 31. kattan İstanbul’u izlerken konuştuk. 

Warren Buffett’ın “İşime dans ederek gidiyorum” sözü meşhurdur. Kitabınızı okuyup, başarı öykünüz hakkında bilgi sahibi olunca, bu sözün tam olarak ne manaya geldiğini daha iyi anladım aslında. Başarılı olmanın formülünde kuşkusuz çok fazla etmen var, siz de kitabınızda anlatıyorsunuz zaten. Ama ne dersiniz formülün esas sırrı burada mı yatıyor sizce de?

Evet, güzel bir tanım işinize dansla gitmek. Ben tutkuyla çalışmak ve çok çalışmak arasında büyük bir bağlantı olduğunu düşünüyorum. Yani insanlar tutkulu işlerini bulana kadar o çalışma ve o hevesi kendilerinde yaratamıyorlar. Ne zamanki tutkuyla bir işe giriyorsunuz ve çalışıyorsunuz, o zaman başarı ve aynı zamanda da çalışkanlık geliyor. Şöyle de diyebilirim; çalışkan olmayan insan yoktur aslında ama tutkulu işini bulamayan çok insan vardır. Yani sevdiği işi, oraya koşarak gidecek, saatine bakmayacak tipte işi bulmak çok önemli. Benim en büyük şanslarımdan bir tanesi de bu oldu. Bankacılık, banka kurmak büyük bir heyecandı bizim için ve o zaman büyük bir tutkuyla sarıldık. O zaman bunun farkında değildik ama zaman içinde bunu gördük. İşe dans ederek gitmek güzel bir tanım; koşarak, zevkle gidiyorum anlamında… Bunun tam tersi de ayak sürterek, yine iş var durumu ki eğer öyleyse -kitapta da onu yazdım- bir an önce başka bir iş arayın diyorum. İşe koşarak gitmek, zevkle gitmek, oranın keyfini çıkarmak bence çok önemli.

Buradan kitabınızın yazılış hikayesine gelmek istiyorum. Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz, hangi amaçla yazdınız? Bu kitapları kimler, nasıl okumalı? 

Esasında bundan evvel bankanın kuruluş hikayesini yazmak üzerine bir girişimim oldu. Fakat küçük oğlum “Baba, banka hikayesi güzel de bunu kim okuyacak? Banka çalışanları okur, seni tanıyanlar okur, belki bankacılar okur ama o kadar. Oysa sen deneyim ve tecrübelerinin hikayelerini yaz,” dedi ve bu benim hoşuma gitti. Bir felsefe var kitabın başında, “İnsan paylaştıkça çoğalır” yazıyor. Paylaşma kelimesinin altını çiziyorum. Çünkü çağımız paylaşma çağı, herkes sahip olmak yerine paylaşmayı tercih eden bir şeye doğru gidiyor. “Benim en önemli paylaşabileceğim şey nedir, kendi bilgim ve deneyimlerim” dedim. Çünkü ben artık yakında emekli olacak bir bankacıyım. Ama bu deneyimlerin ve bu deneyimlere dayalı yaratmış olduğum ilkelerimin kalması önemli. “Belli ilkelerim var, belli şeylere inanıyorum, yönetimde olsun, aile hayatında olsun, birçok konuda onları kaleme alayım. Ve belki gençlere faydası olur” dedim. Tek ana motivasyonum bu deneyimlerime dayalı ilkelerimi paylaşmak. Birkaç kişiye faydası olsa benim için büyük bir mutluluk olacak. 

Benim iş hayatımın tamamı bankacılıkta geçtiği için ister istemez örnekler bankacılıktan. Ama işin felsefesi, risk yönetimi kavramı her iş için hatta daha dar kapsamlı düşünürseniz aile için bile geçerli. Örneğin bütçesini nasıl yönetecek, fazla açılmayacak, ayağını yorganına göre uzatacak vs. bir sürü kavram var. Kitapla önemsediğim ama kitabın içinde yazmadığım 3 tane özellik var. Bir tanesi kitabın kapağında el yazımla “İnsan paylaştıkça çoğalır”ı yazdım. Bunun da samimiyeti ifade ettiğini düşünüyorum, yani ben size bir yazıyı el yazımla yazarsam, o size değer verdiğim ve samimi bir şekilde yazıyorum demek. İkincisi kitabın ilk sayfasını açarsanız karşınıza bir eğri çıkıyor. Bu eğri benim kendi dizayn ettiğim deneyimin tanımı. Çünkü hayattaki her deneyim bir iniş çıkıştır. İniş çıkışlar oluyor ve bu iniş çıkışların toplamından oluşan bir kavram deneyim. Onu sembolize eden, bir iniş çıkış eğrisi ile başlıyor kitap ve son sayfasında da aynı çizgi var. Bir de kitabın son bölümünde yazdığım, hayatın eğriliği ilkesi diye bir ilkem var. Hiçbir şey düz değil hayatta ve düz çizgilerle de anlatılamaz ama insanlar kolaya kaçıyor ve her şeyi düz yapıyor çünkü bunun birtakım kolaylıkları var. Ama hayatın yarattığı, tabiatın doğanın yarattığı her şey eğri. Dolayısıyla bu kitapta da hocalıktan gelen bir alışkanlıkla çizerek anlatmayı sevdiğim için, her bölümün sonunda o bölümü özetleyen bir grafik tasarım koydum. Tek bir doğru çizgi yok. Herkesin çizgileri farklı gelişiyor. Mühim olan bunu yönetebilmek, en iyi şekilde götürmeye çalışmak diye düşünüyorum. 

Yazmaya karar verdikten sonra bölümleri nasıl belirlediniz?

Kafamdaki belli fikirleri ve düşünceleri, mesela kriz yönetimi üzerine bir bölüm yazayım dedim. Onu yazdım, sonra risk yönetimi üzerine yazayım dedim. Sonra iş için iyi bir kadro kurulması lazım ve buradaki en önemli prensip kendinizden bile daha iyi bir kişiyi işe alabilmelisiniz, bu çok önemli. Çünkü bunu yapmak kolay bir iş değil. Benden iyi birini işe alırsam yarın öbür gün işimden olurum korkusu var. Dolayısıyla bu kavramları tek tek konu gibi işledim. Sonunda 4 bölümden oluştu kitap. Birinci bölümde daha çok eğitim, aile ve oradaki ilkeler nasıl oluşuyor, biraz gençlikten başladık. Sonra iş hayatında bana bir banka kurmak nasip oldu, dolayısıyla bir iş kurmak, takım kurmak üzerine bir bölüm var. Ondan sonra kurulan takımın gelişen şirketin veya bankanın yönetilmesi meselesi; bir yönetim ilkeleri ve yönetim üzerine bir bölüm var. Sonunda da daha çok bu çağın en önemli problemi diye gördüğümüz değişime ayak uydurmak... Çünkü çok hızlı değişiyor her şey. Değişimi ıskalamamamız gerekiyor diye düşünüyorum. Bu birçok şirket için geçerli. Mesela hepimizin bildiği Kodak diye bir şirket vardı ama bugün yok. Çünkü Kodak film yapmakta ısrar etti ve dijitali ıskaladı. Dijital bir devrim geldi. Kodak’ın üzerine rakibi başka bir fotoğraf şirketi gelip daha iyi film yapıp onu yok etmedi. Dijital makine geldi ve bu aynı zamanda fotoğraf makinelerini de yok etti. Dolayısıyla bu değişimi iyi öngörmek lazım, rekabet koşullarını vs. Bu konular üzerine de son bir bölüm yazdım. Tabii biraz da hayatın biraz evvel söylediğim bu eğrilik ilkesinden hareketle denge boyutu var. Bunu hayatın 5 boyutu var diye görüyorum. Bir tanesi aile, bir tanesi okul hayatı veya iş hayatı çalıştığınız dönem, hem okulda çalışıyorsunuz hem işte. Hem okulda başarı lazım hem işte vs. Aileniz var buna paralel, bu ikisini yaparken bir de sosyal hayatınız oluşuyor. Bütün bu üçünü yaparken aynı zamanda şahsi birey olarak kendi sağlığınıza dikkat etmeniz lazım. Sağlığı ihmal ederseniz kendinizi esasında yok ediyorsunuz. Bir de belli bir olgunluğa geldikten sonra biraz da topluma katkı yapayım durumu var. Geldik gidiyoruz ne yaptık biz bu toplum için kavramı var. Bu beşli dengeyi anlatmaya çalıştım kendime göre ve kitabı kapattım.

Kitabınızda şans faktöründen de bahsediyorsunuz. İyi niyet şans getirir diyorsunuz. Sizce şansın başarıdaki payı nedir? 

Şans faktörü yeteri kadar dikkate alınmayan bir faktör. Birçok insan kendim yaptım demek istiyor oysa öyle değil çünkü hep ego var. Oysa kendinizi fazla ciddiye almamanız lazım. İşin büyük kısmı şans. En başından doğduğunuz aileden başlıyor iş. Nobel ödüllü psikoloji profesörü Daniel Kahneman’ın söylediği formül çok çok doğru, onu da yazdım kitaba, “Başarı için yetenek ve şans lazım ama çok büyük başarı için biraz daha fazla yetenek ama çok daha fazla şans lazım” diyor. Ama o şansı kendiniz bir ölçüde yaratıyor, istifade ediyor ve bunu kendiniz de ilerletiyorsunuz. Örneğin gelen büyük dalgayla sörf yapıyor insanlar ama o dalga gelmezse sörf yapmanız da mümkün değil. Ama sörfü de iyi bileceksiniz. Sosyal olarak çevresi iyi olmak, geniş olmak ise şans faktörünü arttırıyor. İyi niyet faktörü… İyi niyetli yaklaşmanın daima fırsat yaratıcı, şansı arttırıcı bir kavram olduğunu düşünüyorum. Korku ise bilgisizlikten geliyor ama onu yönetmek lazım.

Ve buradan risk yönetimi konusundaki düşüncelerinize, öğretilerinize gelmek istiyorum…

Risk ve kriz, ikisi birbiriyle iç içe iki kavram. Krizler beklenmedik zamanlarda oluşuyor, biz bu krizleri bir şekilde yönetmeye çalışıyoruz ve oradan da birtakım öğretiler çıkıyor. Bir sonraki bu tip bir riskte daha iyi yönetebiliyoruz. Riskin yönetilmesi deneyimlere çok bağlı. İş hayatında risk de geniş bir kavram. İş yapış şeklimizde çıkabilecek risklerin dışında yeni dönemin riskleri olarak siber riskler var ki bunlar 20-30 sene evvel yoktu. Şimdi yepyeni bir alan çıktı. Değişim aynı zamanda risk faktörlerini de değiştiriyor. Ve hepsini de yönetmek üzerine odaklanıyoruz. Benim çok önem verdiğim bir risk de -bundan kitapta da bahsettim- yönetimde koltuğunuzu dolduramama riski. Bu da yeteneksiz ve yetkin olmayan bir yöneticiyle çalışmak. Fark edip değiştirene kadar da çok büyük hatalar yapılabiliyor. Risk yönetimi diye çok kitap aldım ama böyle bir riskten bahsetmezler. Onun için bu kitapta ben bu anlamda bir fark yaratmaya çalıştım. Stratejik riskler de biraz önce size verdiğim Kodak örneği gibi. Yani fark edemeden bambaşka biri geliyor, işi elimizden alıp götürüyor. Bunları yönetmek, bunları görmek… Risk yönetimi esası uçsuz bucaksız bir konu ama ne kadar sistematik yaklaşılırsa o kadar iyi şekilde yönetilebilir. Risk yönetiminde bir önemli kavram da ‘stop loss’. Türkçesi sınırlı miktarda risk almak diye tercüme edilebilir. O da şu, bir işe girdiğiniz zaman bu işte ne kadar kayba uğrayacağınıza karar verip, o noktada kolu kesmek. Bankacılıkta örneğin yepyeni bir işe girdiniz, “Ben bu işe şu kadar sermaye koydum, bu işte başarılı olursam olurum, olmazsam kaybederim. Nokta. Daha fazla koymayacağım” diyebilmek lazım. Bu stop loss kavramı önemli bir kavram. 

Tam burada sanırım Hüsnü Özyeğin’i anmak iyi olacak. Kuşkusuz yaşam öykünüzde çok değerli bir yere sahip. Öte yandan çok zıt yönleriniz de varmış. Onu daha heyecanlı, risk konusunda daha atak, kendinizi ise tabiri caizse frene daha çok basan kişi olarak tanımlıyorsunuz. Birbirinizi tamamlıyorsunuz bir anlamda. Hüsnü Bey ve onun yaşamınızdaki yeri hakkında neler söylemek istersiniz? Kitabınızın en ilginç bölümlerinden biri de “Patron Nasıl Yönetilir”. Patron yönetmek ilkeleri Hüsnü Bey’le olan ilişkinizde de devreye girdi mi?

Hüsnü Bey benim için çok şey ifade ediyor. Kariyerimin başında olabilecek en kurumsal yapıda, yani Citibank gibi dünya devi bir yerde çalışırken Yapı Kredi’ye geçtim. Çok kısa, 6 ay kadar orada çalıştık. Hüsnü Bey beni oraya aldı ama orada birebir temasımız nispeten azdı. Daha sonra birlikte bu yolculuğa çıktık ve beraber çalıştığımız 19 sene boyunca sıfırdan bir bankayı Türkiye’nin 5. büyük bankası haline getirdik. Bu tabii çok inişli çıkışlı bir yol oldu. Deneyimlerden ortaya çıkan, kendisinden çok şey öğrendim. Her şeyden önce çalışkanlığın çok önemli olduğunu… Onun kadar çalışkan bir iş adamı görmedim. Sürekli iş düşünen, çalışan, işini severek yapan, cumartesi pazar daima birinci önceliği iş olan bir kişi. İkincisi dediğiniz gibi birbirimizi tamamlayıcı özelliklerimiz olmasından dolayı… Bir de çok akıllı bir insan. Onu da yazdım, “Patronunuz iyi bir insan olacak, bir de akıllı olacak. Bu ikisi varsa diğer özelliklerini tolere edebilirsiniz” dedim. Bazı konularda fazla risk almayı sevebilir. Hepsi yönetilebilir ama önemli olan akıllı olması ve iyi bir insan olması. Dolayısıyla Hüsnü Bey akıllılık konusunda bence zirvededir. Aynı zamanda çok da iyi biri. Birçok konuda da ters düştük. Risk döngüsünde mesela. Her zaman her konuda aynı fikirde olmasak da Hüsnü Bey bana çok saygı duydu, ben de ona. Ve bu şekilde gayet iyi 19 sene çalıştık. İşte bu 19 senelik birlikte çalışmaya baktığımda, o ilkeleri oradan çıkarmaya çalıştım. Belki başkalarının da işine yarar diye yazdım. Böyle bir ilişkimiz oldu. Sonunda ayrılmamızın sebebi de herhangi bir şey oldu ayrıldık değil. Tam tersi iş büyüdü ve yeni alanlar inşa etmek için Hüsnü Bey “Sen orada kal ama bana da üniversite kurmada yardımcı ol” dedi. Hüsnü Bey’le Özyeğin Üniversitesi’nin kuruluşunda da çalıştım, 10 yıl kadar mütevelli heyetinde bulundum. Ben buna başarılı ilişkilerde tamamlayıcı ilişki olması lazım mutlaka diyorum. Güçlü ve zayıf yönlerde birbirini tamamlamak, birbirini desteklemek ama her şeyden evvel sevgi, saygı ve güven, bu üçü bir arada olacak. Bu ilişki belli bir süre sonra bir sevgiye de dönüşüyor. Ben Hüsnü Bey’i belli bir süre sonra artık patronum gibi görmüyordum. O benim büyüğüm ona saygı duyuyorum. Dediğim gibi bu deneyimlerden çok şey çıktı.

Kariyerinizde yaşadığınız en büyük mutluluk anlarından birini sorsam…

Bankadaki bu serüven dört kere Harvard’a vaka çalışması oldu. enparacom bunlardan bir tanesi, bankanın satışları var (NBG’ye satılışı, QNB’ye satılışı), bir de ilk başta yurt dışında bankalar kurduk ordaki açılım var. Bunlar orada okutuluyor. Beni de Harvard’a davet ettiler, gittim. Orda sınıftaki 60-70 tane öğrenci bizim enpara.com’u aralarında tartışıyorlar, ben de dinliyorum. Eski bir akademisyen olarak hayatta aldığım en büyük zevklerden bir tanesi buydu. Müthişti. 

“Başarının en somut girdisi, tutkuyla ve durmaksızın çalışmaktır. Tutkuyu yaratan hayaldir” diyorsunuz. Bu hayal etmenini açalım mı? Yeni hayalleriniz neler? Artık sizin hayallerinizi neler süslüyor? 

Yeni hayallerim beşli denge bölümünde en son yazdığım anlamda, ben şu anda 68 yaşına geliyorum, dolayısıyla kariyerimin sonuna geldim diyebilirim. Şurada belki birkaç sene daha çalışabilirim ama sonuçta bundan daha fazla topluma katkı konusunda ne yapabilirim diye düşünüyorum. Melek yatırımcılık yapıyorum zaten şu anda birçok şirkete. Bu kitabı yazmamdaki sebep de oydu. Bir nevi topluma katkıda bulunmak için deneyimlerimi paylaşmak gençlerle. Bir de sağlığıma dikkat etmek adına tenis oynuyorum. Tenis benim için çok büyük bir açılım getirdi hayatıma. Hakikaten beni bambaşka yerlere taşıdı çünkü bir bankacının yaşadığı hayat aslında çok belirli tip insanlarla geçiyor. Hep aynı kararlar, sosyal anlamda görüştüğünüz aynı çevreden iş adamları oluyor. Ben tenis oynamaya başladıktan sonra o kadar samimi, içten, cana yakın ve bambaşka dünyaların insanlarıyla tanıştım ki o ortamda bulunmayı çok sevdim. Bu sadece topa vurmak değil, onlarla beraber olmak. Bundan sonra daha sağlıklı şekilde yaşamaya çalışacağız. Bunu yaparken de topluma ve gençliğe faydalı olmaya çalışacağız. Çünkü bu ülkede çok büyük bir potansiyel var. Bir de yaratıcılıkla sanat arasındaki ilişki çok önemli bir konu ondan da bahsetmek isterim. Biz yıllardır sanatçıları destekleyen kitaplar yapıyoruz. Ben şuna inanıyorum sanatla ilgilenmeyen bir kişinin yaratıcı olması mümkün değil. Bu devirde de iyi bir yönetici olmanız için de mutlaka yaratıcı olmanız lazım. Birçok başarılı iş insanını incelediğimizde sanatın bir dalına ilgisini görürüz. Ne yaparsanız yapın en sıkıcı işi de yapsanız, bankacılıkta da bir sürü yenilik yapmanız gerekiyor. Yenilik için de yaratıcı olmanız lazım. Bütün bunları yapabilmek için mutlaka ‘out of the box’ düşünebilmeniz lazım, bunun için de sanat olmadan olmaz. Benim de resme karşı çok büyük ilgim var. 

 

Bankanın satışı para kaybetmeden nasıl gerçekleşti?

Kitabınızda bankacılık literatürüne ilgi duyanlar için de pek çok vaka örneği var. Örneğin bankanın NBG’ye satılma aşamasında yaşananlar. “Burada alçak gönüllü olamayacağım. Israrla ve zorla yaptırdığım OW risk yönetimi projesi NBG’yi vazgeçirmemiş ve Hüsnü Bey milyarlarca dolara kavuşmuştu. Banka faiz riskini hedge etmemiş olsa, NBG vazgeçmese bile en azından karşılaşılan zarar nedeniyle 5,5 milyarlık değerlemeyi kesin dört milyarın altına indirirdi. Tahterevalli ilkesi ve hedging işlemi, bankanın satışının para kaybetmeden yapılmasını sağladı” diyorsunuz. Bunu anlatabilir misiniz?

Biz 2006 yılının nisan ayında bankanın satışını gerçekleştirdik. Daha doğrusu banka satışı şöyle oluyor. Birçok alıcı ve onların aralarında bir rekabet oluyor. Kim daha çok para verecek, kim ne şartlarda bankayı almak istiyor gibi. Sonunda o ihale süreci sonlandı ve nisan ayının başında biz National Bank of Greece ile bir anlaşma yaptık, satış anlaşmasını imzaladık. Ancak bankayı eşya satar gibi satıp, parayı hemen alamıyorsunuz çünkü satışın onaylanması lazım. O da şu dünyanın her yerinde bankacılık bir lisans işi olduğu için bankacılığın tabii olduğu otoritelerin bu işe onay vermesi lazım, bu alıcı iyi bir alıcıdır biz bunu kabul ediyoruz diye. Bankacılık sistemimiz içine böyle bir alıcı girmesini kabul ediyoruz demesi lazım, BDDK’nın, SPK’nın, Hazinenin, Merkez Bankasının. Dolayısıyla bu gibi şeyler iki safhalı oluyor; bu iş imzalanıyor ki buna satış anlaşmasının imzalanması tarihi deniyor. Sonra müracaatlar yapılıyor izinler için, bu satışa izin veriyor musunuz diye izinler tamamlandıktan sonra closing dediğimiz hisseler el değiştiriyor, para ödeniyor ve iş bitiyor. Bu ikisi arasında da bir 4 aylık süre oluyor genelde. Biz imzaladıktan sonra o 4 aylık sürede Türkiye’de çok büyük bir çalkantı oldu. Döviz kurunda büyük bir hareket yaşadık ve birçok banka dövize karşı açık pozisyonları olduğu için zarar etti. Bizim bankamızda da böyle bir açık pozisyonun var olacağını düşündükleri için piyasada “Finansbank da çok zarar etmiştir bu işten, dolayısıyla alıcı NBG bu işte vazgeçecek veya çok ciddi fiyat indirimine gidecek” dendi. Oysa bizim bankamızda o açık pozisyon olmaması için ben daha evvel Oliver Wyman adlı bir danışmanlık şirketi risk yönetimi konusunda bize bir danışmanlık vermek istediğinde ben de bunu yapmak istemiştim. Normal şartlarda Hüsnü Bey böyle danışmanlara para vermeyi sevmez ama ben çok ısrar ettiğim için beni kırmadı kabul etti. Fakat sonunda çok işine yaradı, onların önermiş olduğu sistemle, biz o zaman vermiş olduğumuz bütün konut kredilerinin vadelerini ve faizlerini hedge ettik. Bu faizlerdeki ve kurdaki dalgalanmadan kaynaklanan aşağı yukarı hiç zarar etmedik hatta kar bile ettik diyebilirim. Dolayısıyla 4 aylık süre sonuna geldiğinde bankanın bu kadar büyük bir çalkantıda hiç zarar etmemiş olması hem alıcıyı memnun ettiği gibi şaşırttı da. Dolayısıyla o 5.5 milyar dolar üzerinden değerlenen banka 3.5’a düşmedi ve o fiyattan iş yapıldı ve sonuçlandı. Bu tip risk yönetimi ilkelerini birebir uygulayıp çok büyük bir zararı önlemiş olduk. 

 

Savaş krizinde yatırımcılara öğütler

Koronavirüsün ardından şimdi de tüm dünyaca tanık olduğumuz, bu kez dünyadaki savaş krizine dair yatırımcılara ne tür öğütleriniz olur onu öğrenmek istiyorum.

En basitinden mümkün olduğu kadar likiditelerini yüksek tutmaları lazım. Çünkü dünya uzun zamandır yaşamadığı bir kriz yaşadığı için piyasaların genel global çalkantılara karşı nasıl hareket edeceğini hiçbirimiz tam bilemiyoruz. Ukrayna’da olanlar hakikaten hiç tecrübemiz olan bir konu değil. Nereye gideceğini de bilemiyoruz. Onun için yumurtaları aynı sepete koymama hikayesi, biraz riski yaymak, likiditeyi yüksek tutmak şeklinde özetleyebilirim. Şu anda tabii uygulanacak politikalar da son derece önemli fakat tedbirli olmak ve finansal anlamda bakıldığında şirketler için konuşuyorsam da bu aileler için de geçerli. Likiditeyi daha iyi, kendi imkanlarını kontrollü bir şekilde götürmek gerekiyor. Biz şahsen öyle yapıyoruz şu anda. 

Fotoğraflar: Oksijen