19 Nisan 2024, Cuma
06.05.2022 04:30

Selam sana Anneler Günü İstanbul’dan*

Kitapsever’le buluştuk ve Anneler Günü şerefine edebiyatın unutulmaz anneleri hakkında konuştuk…

Edebiyatın ‘anneleri’ çok geniş bir konu gel istersen öncelikle çağdaş edebiyatın anneleri hakkında konuşalım,” diye lafa girdi Kitapsever. Ben, “Hay hay” deyince de anlatmaya koyuldu; “Nermin Yıldırım’ın ilk romanı Unutma Beni Apartmanı, 43 yaşındaki Süreyya’nın onu bebekken terk eden annesinin sesini yıllar sonra telefonda duymasıyla açılışını yapar ve bireysel bir anne-kız öyküsü üzerinden toplumsal yakın tarihimizi de irdeleyen bir öyküye doğru uzanır. Süreyya ve annesinin sesleriyle paralel bir anlatımla ilerleyen hikâye bize ‘Aslında annelik nedir? Çocuk sahibi olan her kadın annelik vasıflarına sahip olur mu?’ gibi sorular sorar. 

Elif Şafak’ın anne olduğu senede geçirdiği doğum sonrası bunalımını anlattığı, aynı anda hem anne hem de yazar olmanın güzelliklerinden ve zorluklarından bahsettiği otobiyografik eseri Siyah Süt, 2007 yılında yayımlandığında çok konuşulmuştu. Ebru Ojen de son romanı Lojman’daki ezberleri bozan anne karakteri ile son dönemde dikkatleri üstüne çekti. Çocuklarını hayatının merkezi gören kutsal anne arketipini alaşağı eden bir roman Lojman…

Edebiyatta anneler ve kızları…

The New York Times kitap eleştirmenleri tarafından 2018’in en iyi kitaplarından biri olarak gösterilen Sheila Heti’nin Annelik adlı romanı da yine çocuk sahibi olmaya dair cesur bir romandır. Heti’nin otuzlu yaşlarının sonuna yaklaşan anlatıcısı ‘Anne olmalı mı yoksa olmamalı mı?’ sorusunun yanıtını ararken, bir yandan da benliğiyle bir hesaplaşmaya girer. Yetişkinliğin en önemli kararına varmak için felsefede, bedeninde, mistisizmde ve şansında çare aradıktan sonra cevabı eve çok yakın bir yerde bulur.

Edebiyatta beni doğal olarak “anneler ve kızları” teması çok ilgilendirmiştir her zaman. Kitapsever’e bu konuda ne düşündüğünü de sordum haliyle. “Edebiyatta anneler ve kızları gerçek hayatta da olduğu gibi biraz sancılı bir konu,” diye söze başladı Kitapsever. “Genelde aşk ve nefret ilişkisi üzerinden yürüyor. Bakınız Sylvia Plath’ın neredeyse kendi depresyonunun ana mimarlarından biri olan annesiyle ilişkisini yansıttığı Sırça Fanus romanı… Öte yandan anneler ve kızları denilince hayatlarının en büyük amacı kızlarını ‘hayırlı bir kısmetle evlendirmek’ olan anneleri de atlamamalıyız. Bu türün akla ilk gelen örneğiyse kuşkusuz Jane Austen’ın Gurur ve Önyargı’sının ana kahramanı Elizabeth’in kızlarını evlendirmeyi takıntıya dönüştürmüş annesi Mrs. Bennett oluyor. Bizden bir örnek vermek gerekirse Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak’taki entelektüel kadın kahramanı Aysel’in, okuma aşkıyla yanıp tutuşan kızını ev kadını yapmaya aklını takmış olan annesini sayabiliriz. 

Anneler ve oğulları…

Eh, peki madem senden aldığım ilhamla edebiyatta anneler ve oğullarından da bahsedelim biraz öyleyse. Ulu Freud ne der? ‘Her çocuğun ilk aşkı karşı cinsteki ebeveynidir.’ Peki, edebiyatın bu kurama olan karşılığı nedir? Tabii ki Yunan mitolojisindeki babasını öldürüp annesiyle evlenen Oedipus… Ve tüm bir edebiyat tarihini rahatlıkla bu Oedipus kompleksi üzerinden okuyabiliriz. Annelerini neredeyse bir aşık gibi taparcasına seven oğullar, annesi yüzünden babasına düşman olan oğullar ya da anneyle yaşanan bu saplantılı sevgi ilişkisi yüzünden tam tersi bir şekilde anneye karşı özel bir nefret duyan oğullar… Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sinin anlatıcı kahramanı çocukken annesine öylesine düşkündür ki uyumadan önce ondan ayrılmayı adeta bir sevgiliden ayrılma acısı denli yoğun yaşar. Ve geldik edebiyat tarihinin belki de en saplantılı anne-oğul hikayelerinden birine… D.H. Lawrence’ın otobiyografik özellikler de taşıyan Oğullar ve Sevgililer romanının annesine ve oğullarıyla olan normal ötesi ilişkilerine…”

Edebiyatın cefakâr kadınları…

Kitapsever’in bir çırpıda saydığı bu listeye benim cevabımsa “Tamam bu liste çok güzel ama sence de edebiyatın cefakâr anneleri de ayrı bir listeyi hak etmiyor mu?” oldu ve bu kez de ben sıralamaya başladım bir solukta; “Edebiyatın belki de en cefakâr annelerinden biri kuşkusuz Maksim Gorki’nin Ana’sıdır. Oğlunu saçını süpürge edip büyüttüğü yetmezmiş gibi sosyalizm rüzgarlarının estiği dönem Rusya’sında oğlundan ve arkadaşlarından öğrendiği sosyalist fikirlerin toplumda yayılması için onlarla birlikte çalışır. Yetmez, oğlu ve arkadaşları tehlikeli fikirleri nedeniyle tutuklanınca, Moskova’ya kadar giderek yargılandıkları mahkemeyi dahi basar. Sonuç, oğlunun yolundan gittiği için o da öldürülür! Gabriel Garcia Marquez’in Yüz Yıllık Yalnızlık’ının cefakâr annesi ise oğlunun savaştan dönmesini yılmadan yıllarca bekler, bu süreçte deliren kocasının bakımını üstlendiği yetmezmiş gibi bir de küçük kız evlat edinir. Yıllar geçer, oğlu döner, o yine de yaşlı haliyle tüm çevresi için yılmadan çalışıp didinmeyi sürdürür.”

Hepsi melektir diye bir kural yok

Kitapsever listemden etkilenmiş olsa da pek belli etmemeye çalışarak, “Bütün anneler melek olacak diye bir kural yok elbette. Aynı gerçek hayatta da olduğu gibi edebiyatta da kötü annelere sıkça rastlanır,” deyip beni yine gafil avlamayı başardı ve sayıp dökmeye koyuldu; “Örneğin Madam Bovary, kendisine dönük yaşamaya öylesine tutkun, öylesine bencil bir kadındır ki bir anne olduğu aklına dahi gelmez. Aslında ilk başlarda kızına delicesine tutkun bir anne rolünü oynamaya girişir ancak çok geçmeden bu durumdan bıkar ve kendi gizli ilişkilerine daldıkça bir kızı olduğunu bile unutur. Benzer şekilde Muhteşem Gatsby’nin Daisy’si de hayal kırıklığı yaratan bir annedir. Kendi melankolisi, zevkleri ve lüksleri ile öylesine meşguldür ki o da çoğu zaman bir kızı olduğunu unutur ve onu adeta sadece güzel bir aksesuar olarak taşır. Öte yandan Nabokov’un Lolita’sının anne karakteri de bir diğer korkunç annenin portresini çizer. ‘Güzel ve zarif’ hayat takıntılı anne, aklınca bunları Humbert Humbert’de bulduğunu sansa da, adamın gözünün kendi küçük kızından başka bir şey görmediğini anlamayacak kadar aptal ve kızının durumunu umursamayacak kadar da kötü bir annedir.”

Sözünü tamamlayan Kitapsever bir an sustu, sonra tatlı tatlı gülümseyerek Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Anneler Günü şiirinden, şu dizeleri mırıldanarak kalkıp gitti… “Nasıl hatırlamam anacığım nasıl/ Bilirim yine kalbinde yerim anacığım/ Selam sana Anneler Günü İstanbul’dan/ Yeni dönmüşçesine bir akşam okuldan/ Vefalı ellerinden öperim anacığım.”*