29 Mart 2024, Cuma
01.04.2022 04:30

Türk gençlerine örnek olan çiftçi

Sencer Solakoğlu orta ve lise eğitimini İsviçre’de aldı. Yüksek öğrenimini ABD’de tamamladı. Şimdilerde Bursa’nın Karacabey ilçesinde 6 bin 250 dönüm arazide buğday, mısır ve yonca yetiştiriyor. 2 bin 600 büyükbaş hayvan ile et ve süt üretiyor. Süt ve mısırda dünyanın en verimli üreticileri arasında

Sencer Solakoğlu, Türkiye’de tarım denilince akla gelen en popüler çiftçilerin başında yer alıyor.  

Tarımda ezberleri bozan, fark yaratan ve üreticilere ilham veren başarılı bir çiftçi…

YouTube kanalında eğitici videolar paylaşıyor.

Tüm Süt, Et ve Damızlık Sığır Yetiştiricileri Derneği’nin (TÜSEDAD) başkanlığını yaparak üreticilerin sesi oluyor. 

Mısır rekoltesinde 2020 yılının dünya rekorunu kırmak için yaptığı çalışma, şimdilerde BluTV’de “Çiftçi: Rekora Giden Yol” adıyla 4 bölümlük bir belgesel olarak izleyiciyle buluştu. 

Onu farklı kılan, hem hayat hikâyesi hem de hayata bakış açısı…

Çalışmalarıyla üreticiye ilham veren, sektöre ilgi duyan gençlere rol model olan Sencer Solakoğlu’nun tarımla kesişen ilginç hayat hikayesinde ailesinin rolü ve etkisi büyük. (Fotoğrafkiler: Aslı Solakoğlu, Sencer Solakoğlu, Ayça Solakoğlu, Leyla Solakoğlu)

Bursa’nın Karacabey ilçesinde 6 bin 250 dönüm arazide buğday, mısır ve yonca yetiştiren, 2 bin 600 büyükbaş hayvandan elde ettiği et ve sütü katma değerli ürüne dönüştüren Sencer Solakoğlu ile çocukluğundan başlayarak eğitim ve kariyerindeki dönüm noktalarını konuştuk. 

Tarımla yolunun nasıl kesiştiğini ve kurucusu olduğu Feyz Çiftliği’nde elde ettiği başarının ardındaki motivasyonu dinledik.

Sencer Solakoğlu’nun hikayesi ile birlikte tarıma merak saranlar için tavsiye ve uyarıları da not ettik. 

Sizi tanıyarak başlayalım biraz… Çocukluğunuz, aldığınız eğitim ve tarım sektörüne girmeden önceki hayatınızı biraz anlatır mısınız? 

İstanbul doğumluyum. 74 model… Erzurumlu varlıklı bir ailenin tek erkek  çocuğuyum. Dolayısıyla “Hayır” kelimesini tanımadan 11 yaşına kadar geliyorum ve sonunda annem bununla artık başa çıkamayacağını anladığında istikbalim için beni İsviçre’de yatılı okula göndermeye karar veriyor. Bu okul, rahmetli Mustafa Koç’un da okuduğu dünyanın en meşhur yatılı okullarından biri... İsviçre’ye gideceğim ama İngilizce-Almanca, hiçbir şey yok... 6 aylık Almanca kursundan hiçbir şey öğrenmeden İsviçre’ye gittim. Babamın yüreği elvermedi, beni annem okula bıraktı. Okulda kendimle bir anda baş başa kaldım ve hayatın kafama vurduğu ilk sopa buydu. O anda hissettiğim yalnızlığı hiçbir zaman unutmuyorum. İnsanlar çevremde bir şeyler konuşuyor, kelime anlamıyorum. Çocuksun… Evden gelen tek şey çamaşırlar. Akşamları onları koklayarak öyle yatıyordum. Çünkü evin kokusu vardı o çamaşırlarda… Haftada iki kere ailemle 8-10 dakikalık konuşma iznim vardı. İlk 1-2 ay çok ağladım. Ondan sonra baktım çözüm değil, kendi kendime söz verdim. Artık ağlamayacağım, bundan sonra kendi işimi kendim göreceğim diye… Esasında orada, benim hayatımın geri kalanı başladı; mücadele etmeyi öğrendim. O okulu ikincilikle bitirdim.

İsviçre’den sonra ABD serüveni başlıyor

Sonrasında üniversite dönemi başladı sanırım. Bir de Amerika maceranız var, değil mi?

Evet… İsviçre’deki okuldan mezun olduktan sonra 20 yaşında ABD’ye gittim. Önce Kaliforniya’da iktisat okudum. Bu esnada bende Almanca, İngilizce, Fransızca ve Latince var. İktisat diplomasını aldıktan sonra davranış bilimleri okumaya karar verdim. Mezun olduktan sonra bir dönem üniversitenin kliniğinde çalıştım. Bir gün bir depresyon vakası geldi. Yaşlıca bir hanımdı, yaklaşık 10-12 haftalık bir terapi sonunda kadın düzeldi ve gitti. Kendi kendime “Ben hayat boyu böyle dert mi dinleyeceğim; bununla mı uğraşacağım” diye sordum ve sendeledim. Ondan sonra bir evlat edinme vakası bilirkişiliği görevi geldi. Bu vakadan sonra “Ben bu işi yapmayacağım” dedim. Ülkemi de çok özlemiştim. 30 yaşında Türkiye’ye döndüm ve askerliğimi yaptım. 

Tarım sektörüyle yolunuz nasıl keşişti?

Babamın işleri devam ediyordu, ama babam yanında işe başlamamı tercih etmedi ve bana “Kendine başka iş bul” dedi. Türkiye’de hangi işi yapabilirim, ne yaparsam sürdürülebilir olur ve ülkeye katkı sağlarım diye düşündüm. Aynı zamanda hangi işi yaparsam gelecek kaygım, gelir kaygım olmaz diye araştırırken gıda ve tarım öne çıktı. Ama bu arada ben ne ineğin 4 memesi olduğundan haberdarım ne de saksıda çiçek yetiştirmişliğim var. 1.5-2 yıl aralıksız fizibilite çalışması yaptım. Tarım sektörüne girmeye karar verdiğim zaman babam bana şöyle dedi: “Ben seni o okullara bunun için göndermedim...” Babam bu işe girmemi istemediği için o dönem bir bankadan bir teminat mektubu elde ettim. O teminat mektubunu Ziraat Bankası’na verdim ve o sayede yüzde 60 indirimli bir faizle şimdiki çiftliğimi kurmaya başladım. Ama kuruluşta maliyetlerin bir yandan artmasıyla çiftliğin yüzde 40’ını ancak kurabildim. 

Bursa’da mı yaşıyordunuz o dönemde? Çiftliğinizin yerini nasıl belirlediniz?

Hayır... İstanbul’da yaşıyordum. Şu anki çiftliğimin yerini seçmek için Google Earth’ü kullandım. İktisat okudum, biliyorum ki pazara ne kadar yakınsan o kadar avantajlısın. Haritada bütün fabrikaları işaretledim, ortasına denk gelen şu anki çiftliğimin arazisini satın aldım.

Ondan sonra inşaat başladı. Bir yandan da ABD’ye hayvan seçmeye gidiyorum. Hayvan seçerken büyük sıkıntı yaşadım çünkü dolandırılıyordum. Hayvandan anlamasam da adamın hayvanların sertifikalarını kendi odasında yazıcıdan bastığını görünce geri adım attım ve 2.5-3 aylık süre zarfında tek tek çiftlikleri gezerek birer ikişer hayvan aldım. ABD’de kendime bir karantina çiftliği oluşturarak hayvanları orada topladım.

Nakliyede son dakikada yaşanan büyük bir sorun nedeniyle hayvanları gemi ile Türkiye’ye getiremedim. O sıralarda Haiti’de büyük bir deprem olmuştu. Ve tüm dünyadan oraya yardım uçakları geliyordu. Ben de uçak araştırmaya başladım ve 3-4 tane boş uçak buldum. Florida’da marangozlarla uçağa uygun kafesler yaptırdım. Ve bunların hepsini tek başıma yapmak zorunda kaldım. Babamın hayır dediği bir işe girmişim, başta her şey iyi gitmiş gibi gözükürken ters gidiyor ve inşaat yüzde 40 kapasiteye gelmiş ve para bitmiş. Ve ben dımdızlak ortadayım.

Sonra ne oldu?

Uçağı kiraladım, seçtiğim bin 100 hayvanın yarısını satmak zorunda kaldım ve zarar ettim. 429 tanesini uçakla Türkiye’ye getirdim. O zaman tesisin üçte birinin çatısı kapalı ve inşaatın da yarısı tamamlanmış durumda. “Bir yıl bunları sağarım ve o sırada para kazandıkça çatıları kapatır, gerisini tamamlarım” diye düşündüm ama baştan aldığım kredi 750 sağmal ve bin baş hayvana göre tasarlanmış. Ben yüzde 40 kapasite ile işe başlıyorum. Dolayısıyla ilk senelerde müthiş bir bilgi eksikliği ve nakit akışı sıkıntısıyla karşı karşıya kaldım. Her zaman dardayım. Ofisin camından aşağıda çalışanlara baktığımda içimden “Onların her ay maaşları yatıyor, ne güzel, ben hep ertesi günü düşünerek hayatımı geçiriyorum” diyerek bir çaresizliğe kapıldığımı hatırlıyorum ama babama da gidemiyorum çünkü azmettim ve “ben bu işi yapacağım” dedim. 

Hangi yıllardan bahsediyoruz?

2009-2010 yılları… Üniversiteden gelmişim, iş yapabilecek bir şeyim yok. Bankalar sıkı davranıyor, herkes babamın imzasını istiyor. Bu arada dünyada bu işi en iyi yapan insanlarla irtibattayım. İsrail’den danışmanlar ayarladım. Onlar geliyor ve bana işi öğretiyor. Tam anlamıyla teslim olmuşum, öğrenmeye açığım. Zorluk insanı öğrenmeye daha açık kılıyor. Varlık içerisinde olduğun zaman öğrenmeye daha kapalı kalıyorsun. Benim artık kaybedecek hiçbir şeyim kalmamış, mecburum.

Hiç umutsuzluğa kapıldınız mı? Başladığınız işi bitiremeyeceğinizi düşündüğünüz anlar oldu mu?

Hayatta kendimi hep bir mücadele içerisinde buldum. Bugün et ve süt sektörü için bu mücadeleyi veriyorum. Yaptığım işlerde asla pes etmem, benim böyle bir inadım vardır. İnat ettiğim zaman sonuna kadar giderim. Hayatımda başladığım hiçbir işi yarım bırakmadım. Dolayısıyla bu işte de ilk 7 yıl, çömezlik döneminde finansal sıkıntılarla beraber bir yandan da kendimi hayvancılık konusunda eğittim. Hocalar geldiler, gittiler. Ama hep bir geçim sıkıntısı var. Her şeyi çiftliğe yatırıyorum, eksikleri tamamlamaya çalışıyorum. Çiftliğim bir yılda yapılmadı, yapımı daha iki yıl önce bitti. Tamamlanması tam manasıyla 10 yıl falan sürdü, zorlu ve sancılı bir dönemdi. 

Sonrasında rahata erdiniz mi bari?

Öncelikle ben herkesin yapmadığı bir tarzda ahır sistemi kurdum. Benim çiftliğimde yataklık yok, kafa kilidi yok. Hayvanlar serbest toprak zeminde geziyor. Diğer çiftliklere göre hayvan başına neredeyse 3 kat fazla yaşam alanı bırakıyoruz. Tüm bunları hayvan refahını düşünerek yaptık. Biz aslında hayvancılıkta İsrail modelini örnek aldık. Ama bütün yaptıklarımın yanlış olduğunu söyleyen eski duayenler vardı. Kurduğum çiftlik sisteminin Türkiye’de işlemeyeceğini savunanlar vardı. Psikolojik olarak etkilensem de çok aldırmamaya çalıştım. Sağıma giriyorum, ahırları kendim sürüyorum, gübre yönetimini kendim yapıyorum, hayvanların yemini kendim hazırlıyorum. Her şeyi kendi başıma yapıyorum çünkü öğrenmek zorundayım. İsrailliler de hiçbir şeye karışmıyor ve yardım etmiyor, “Biz sadece öğretiriz; işi sen yapacaksın. Madem çiftçi olmaya karar verdin, o zaman çiftçi olarak yaşamayı öğreneceksin” diyorlar.

Siz bu işlerle uğraşırken etraftan ne tür tepkiler aldınız?

İsviçre’nin Saint-Moritz kasabasından  Karacabey Fevzipaşa Köyü’ne geliyorsun. Ve burada hayvan gübresinin içinde sürünüyorsun. Çiftliğimin çevresindeki fabrika sahipleri dâhil herkes bu işin olmayacağını söylüyordu. Çevremde, “Geldi zengin bebe, burada dökecek paraları, sonra da İstanbul’a tıpış tıpış geri dönecek” şeklindeki alaylı söylemler 4-5 yıl boyunca kulağıma geldi.   

Sonrasında ikna oldular sanırım. Etraftaki çiftçilerden destek aldınız mı?

Hayvancılıkla birlikte işin bitkisel üretim tarafına merak saldım. Bu ikisinin birbirini tamamladığını biliyorum. İlk denemem 300 dönüm arazide oldu. Verimsiz bir şekilde bu işi yapıyordum. Köy kahvesine gittiğimde “Şunu şöyle yap, bunu böyle yap” falan diyorlar. İyi dedikleri eski çiftçileri tarlaya davet ediyorum. “Bu mısırlar hoşuma gitmiyor, bir şeyleri yanlış yapıyoruz” diyorum. “Bir şey olmaz, biraz gübre atarsın düzelir” cevabını alıyorum. Çok iptidai yöntemlerle bir şeyler öğretmeye çalışıyorlar. Ben ne bileyim bu adamların bu kadar bilgisiz olduğunu… Sonraki yıllarda şu an işlediğim çiftliğin sahibi aradı. 3 bin dönüm, tek parça arazisi olduğunu ve işlemek isteyip istemediğimi sordu. Ben 300 dönüm yeri zor işliyorum. Gözümü kararttım ve “Tamam, ben bu işe giriyorum” dedim. 

Sencer Solakoğlu, çiftliğin üretim kısmına odaklanırken eşi Ayça Solakoğlu ise işletmenin finans
yönetiminden sorumlu

O kadar büyük araziyi işleyecek alet, ekipmanınız var mıydı?

Ne ekipmanım yeterli, ne de ekibim… Bundan 7-8 yıl öncesinden bahsediyorum. O dönem artık süt verimlerim iyileşti, her şey daha yolunda gidiyordu ve olaya daha hâkimdim. İnşaatın yüzde 70’i de tamamlanmıştı. 2016 yıllarında, Ziraat Bankası’ndan kredi kullanarak traktör ve ekipman aldım ve bitkisel üretime başladık. Çok bocaladım. Ama çok hızlı gelişme kaydettik. 2016-2017 sezonunda üretime başlayıp 2020 sezonunda dane mısırda rekor denemesi yaptık. Bu kadar kısa sürede müthiş bir deneyim ve hız kazandık. 

Tarım teknolojilerinin yükseldiği bir dönemde sektöre girdim ve konjonktür de bana çok yardımcı oldu. Sürekli yabancı yayınları taradım, bilimsel makaleleri takip ettim ve araştırdım. 

Sonunda “Sencer’in yetiştirdiği mısırlara bak” diyerek bıyık altından güldükleri bir süreçten, bugün herkesin tarla günlerinde çiftliğime gelip, “Bu mısırı nasıl yetiştiriyorsun, bize de anlatır mısın” diye sordukları bir noktaya geldik. 

Sizi artık örnek bir çiftçi olarak görüyorlar değil mi?

Örnek çiftçi, örnek tarla, örnek hayvancılık… Çiftliğimizde hastalıktan ari ve AB normlarında üretim gerçekleştiriyoruz. Bu, şu anlama geliyor, bunu ben yapabildiysem çoğu insan yapabilir. 

Başarıya giden yolda eş faktörü ve ailenin rolü

Eşiniz Ayça Solakoğlu da çiftlikte sizinle birlikte çalışıyor. Aslında örnek bir aile çiftçiliği yapıyorsunuz dersek daha doğru olur sanırım, değil mi?

Eşim, Boğaziçi Üniversitesi mezunu. Bir dönem Londra’da uluslararası bir bankanın risk yönetimi bölümünde çalıştı. Türkiye’ye gelmişti ve tam Londra’ya geri döneceği sıralarda tanıştık. Sonra o bankanın Türkiye ofisinde çalışmaya devam etti. 

Ben, işlerimi biraz yoluna koyar gibi olunca ondan yardım istedim. Her şeyi bıraktı, benim yanıma çiftliğin finans tarafını yönetmeye geldi. Biz aslında bir çiftçi ailesi olduk artık. Ama onlar bu hayatı seçmedi, ben seçtim. Dolayısıyla eşim burada herkesin yapmayacağı çok büyük bir fedakârlık yaptı. O da inandı bana... Bugün eşim çiftliğin finans tarafında çalışıyor, yarın bir gün kızlarım Leyla ve Aslı’nın da bu işin bir tarafında olmaları gerektiğini görüyorum. Zaten şu anda kendimi başarılı bir çiftçi olarak tanımlamıyorum. Ben, bugüne kadar yaptıklarımı bir sonraki nesile aynı başarıyla devredebilirsem o zaman başarılı bir çiftçi olacağım. 

Teknolojiyi yoğun kullanmayı seven bir yapınız var. Bilgi ve teknolojiyi tarımda nasıl konumlandırıyorsunuz? 

Tarım hakkında daha önceden hiçbir şey bilmediğim için gözlerimi İsrailli ve ABD’lilerin kullandığı bilgi ve teknolojiyle açtım. Bu işin nasıl yapılması gerektiğini onlardan gördüm. Teknolojiye ilgim her insanın ilgisi kadardı ama teknolojinin yaptığı iş, sunduğu imkân ve kolaylıkları gördüğüm zaman teknolojiye âşık oldum. 

Solakoğlu “Türkiye’nin 300 milyon insana gıda üretebilecek potansiyeli var. Türkiye’nin geleceğini tarımda görüyorum” diyor

Süt ve mısır verimliliğinde dünya rekoruna koşuyor

Verimlilikte durumunuz nedir?

Dünyada süt verim ortalaması en yüksek ülke İsrail. O yüzden biz hep İsrail’i baz aldık. Orada verime göre çiftlikler sıralanıyor ve aralarında bir süt ligi var. Biz, o ligde geçen yıl ikinci sıradaydık. İlk sıradaki İsrailli çiftliğin laktasyon ortalaması 14 bin 200 litreydi, bizimkisi 13 bin 800 litre. Türkiye’de ortalama 4 bin 500 litre düzeyinde. 

Geçen yıl ABD’deki dane mısır yetiştiricilerinin tamamı arasında da ikinci sıradaydık. Dünya birincisi dekarda 3 bin 100 kilogram verim yakalarken, biz 2 bin 960 ton verim ile ikinci sıraya oturduk. Türkiye’deki ortalama bir ton seviyesinde.  

Hayvancılık mı daha zor yoksa bitkisel üretim mi?

Hayvancılık çok daha zor çünkü canlı ile uğraşıyorsun. Ben, hep süt üreteceğim diye yola çıktım ama b.k (gübre) üretecekmişim; onu fark ettim. Günde 40 ton süt üretirken, aynı zamanda 100 ton da hayvan gübresi üretiyorum. Bunu ne yapacağım konusunda önce çok endişelendim. Sonra araştırdım ve gübremi kompost haline getirdim. Son 3-4 yıldır da bu kompost gübreleri kimyasal gübre ile karıştırarak organomineral gübreye çevirdim. 3 yıldır bütün taban gübremi kendim üretiyorum.

Bunlar ekolojik döngü açısından önemli bir ayrıntı aslında, değil mi?

Burada döngüsel bir süreç var. Ürettiğim mısır ve yoncayı hayvana yediriyoruz. Hayvandan çıkan gübreyi yine onun yemini yetiştirmek için tarlada kullanıyoruz. İşte o zaman ekolojik döngüyü yaratmış oluyoruz. Ama bu denklemde hâlâ bir açık vardı, o da elektrik. Her şey elektrikle çalışıyor ve muazzam bir elektrik gideri var. 4-5 yıl önce güneş panelleri kurdum. Kendi temiz enerjimizi kendimiz üretir hale geldik. Ama denklemde yine bir eksiklik vardı. Ben hâlâ ürettiğim ürünü sanayiciye veriyordum. Sonra ürettiğim sütü şişeleyerek perakende süt satışına başladık. Ürettiğimiz etleri işleyerek sucuk ve sosis gibi katma değerli ürünlere dönüştürdük ve Türkiye’nin en lüks restoranları ile perakende mağazalarına etin çok değerli kısımlarını vermeye başladık. Deri ve sakatatları ayrı pazarlıyoruz. Bize fazla gelen organomineral gübrenin ve elektriğin de satışına başlıyoruz. Şu an tarladan çatala kadar bütün zinciri tamamladık. 

Beyaz yakalı yatırımcı ve girişimcilere tavsiyeleriniz var mı?

Kesinlikle Excel mühendisliğine güvenmesinler. Bu iş, masa başında planlanacak bir konu değil. Benim gibi düşe kalka öğrenmektense, bir çiftlikte 3 ay boyunca her gün çalışsınlar. Sonra bu işi yapıp yapmayacaklarına karar versinler. Patronculuk oynamak isteyen varsa çiftçilik yanlış meslek. Yılbaşın, bayramın, tatilin yok. 7/24 işinle ilgilenmen lazım. Gece 2’de suluklar donduysa veya hayvan doğum yapıyorsa sabah gidip bakarım diyemezsin. Uykunun en tatlı yerinde, sıcak yatağından kalkıp ilgilenmen lazım. Kimse senin için bunları yapmaz, senin yapman ve başında durman lazım.

Bir de birikiminiz varsa, tarım, yatırım olarak düşünülmesi gereken bir alan değil. Tarımdaki krizler, iniş ve çıkışlar yüzünden sektördeki kârlılığı 5 yıl ortalamalarla almak lazım.

Gençlere önerileriniz neler?

Gençlere örnek olmak, onlara verilecek her tavsiyeden çok daha ikna edici. Tarım fuarlarına gittiğimde, “Abi senin videolarından esinlendik, yapabileceğimize inandık ve bu işe girdik” diye karşıma çıkıyorlar. Demek ki ben bu etkiyi yaratabiliyorsam insanların tek beklediği şey biraz cesaret. Gençlere vereceğimiz mesaj bu sektörün itibarsız, hamallık sektörü olmadığı… Bu sektörün son derece teknoloji, know-how ve bilgiye dayandığını, küçük ölçekte bile markalaşmanın mümkün olduğunu anlatmalıyız.

Tarımdaki kronik sorunlar nasıl çözülür? Bu işler nasıl düzelir? 

Bizim mevcut durumumuzu anlayabilmemiz için ülke genelinde tarımsal sayım yapıp, envanter çıkarmamız lazım. Sonra ülkemiz için stratejik ürünlerin belirlenmesi ve buna göre planlama yapılması gerek. Bölgesel üretim modelleri geliştirip, sadece üretim değil satış ve pazarlama stratejisi de oluşturulmalı. Akabinde eksikleri belirleyip çözüm bulunmalı (dikey tarım, topraksız tarım vs.). Çiftçinin önünü görebilmesi için ürünler daha ekilmeden sözleşmeli tarım ile satış fiyatının belirlenmesi şart. Verimli üretim için kırsal eğitim seferberliği başlatılmalı.  Verimsiz üretim kaynak israfıdır. Ne pahasına olursa olsun verimli üretim yapan hiçbir üretici zarar etmemelidir. Model, ithalat değil üretim odaklı olmalı.