Ben çocukken teknoloji sihirli, vaatkar, üstünde hayaller kurulası, harikulade bir kavramdı. En distopik bilim kurgu eserler dahi mutlu sonlarıyla benim gibi efsunlanmış zihinlere hep ümitli olmayı telkin ederdi. Ulaşılabilir ya da yaygın değildi ancak dokunabildiği her şeyde ve kişide hayranlık uyandırıcı etkiler bırakırdı.
Telgraf ya da radyonun değilse de telefonun, (önce siyah-beyaz, sonra renkli) televizyonun, kişisel bilgisayarların, sonradan akıllanan cep telefonlarının ve nihayet internetin ve onun heybesinden çıkan binbir türlü nimetin hayatımıza girişine şahitlik etmiş biri olarak kendimi her zaman şanslı hissettim. Bu kısacık zaman diliminde teknoloji hiç durmadan ucuzladı, yaygınlaştı ve yaşamın mümkün olan her ayrıntısına nüfuz etmeyi başardı. Bir etken olmanın ötesinde “temel belirleyici” hale geldi.
Ne var ki bütün bu sürecin sonunda teknoloji benim gibi tutkunlarının hayal ettiğinin aksine, Max Weber’in “büyü bozulması” şeklinde kavramlaştırdığı türden bir hal aldı. Modernleşmenin vaat edilmiş toprakları beklenen huzuru (sanki) getirmedi.
Her açıdan altın çağını yaşayan teknolojiyi artık hep eleştirilerle anıyoruz: Zamanımızı çalıyor, dikkatimizi dağıtıyor, hareketsiz kılıyor, kilo aldırıyor, bağımlı yapıyor... Çağımızın en yaygın, yasal ve ucuz uyuşturucusu gibi.
Peki buraya nasıl geldik? Bu hayal kırıklığının altını eşelemeden önce yakın tarihten bir kesit aktarayım.
Yazının tamamını görebilmek için lütfen abone olun. ABONE OL
Aboneyseniz
üye
girişi
yapınız.
Oksijen'e e-gazete aboneliği ile edineceğiniz avantajlar; Oksijen yazarlarının tüm yazılarına erişim Gazeteoksijen.com üzerinden 7/24 güncel haber erişimi Her gün e-posta kutunuza gelen Oksijen bülteni Gazete Oksijen, O2 ve özel yayın arşivine erişim