29 Mart 2024, Cuma
27.05.2022 04:30

Aç kolların, sar boynuma

Thomas Mann, Dolandırıcı Felix Krull’un İtirafları isimli romanında, bir tren yolculuğu sırasında Felix ile bir paleontologu (hayvan ve bitki fosillerini inceleyen bilim adamı) aynı kompartımana koymuştu.

Felix, her dolandırıcı gibi her türlü bilgiden yararlanmasını bilen bir karakter, nedenini tahmin edebilirsiniz. Paleontolog, omurgalılardaki bir uzvun evrimiyle ilgili bir öykü anlatırken Felix onu can kulağıyla dinliyor. Ve yine kolayca tahmin edebileceğiniz gibi bütün yetenekli dolandırıcılar gibi Felix de gerçek bir kadın avcısı. Bu iki mesleğin birbirine paralel geliştiğine dikkatinizi daha önce çeken büyük olasılıkla olmadı, bugün bu eksikliğinizi telafi etme fırsatını da kullanayım dedim. Gerçek hayatta, gerçek bir dolandırıcı ile bir kere karşılaştım; şu kadarını söyleyeyim ki biz tıfıl gazetecilere yüz vermeyen burnu havada kızlar bile ona bayılıyorlardı.

Aslına bakarsanız anlaşılabilir bir şey: Yoldan geçen, hiç tanımadığınız bir insana Galata Köprüsü’nü satabilme yeteneği ile “evlenmeden asla” diyen bir kızı, kendi ayaklarıyla yatak odasına yönlendirebilmek yeteneği aynı olmalı.

Her neyse, Felix, paleontologdan dinlediği hikâyeden sonra şöyle düşünüyor:

“İnsanın kolları ve bacaklarında en ilkel kara hayvanlarının kemikleri bulunuyor. İnanılmaz! Bir kadının ilgisini çektiğinde bizi saran şekilli cazip kolu…

İlkel bir kuşun pençeli kanadından ya da balığın göğüs yüzgecinden farklı değil. Bunu aklımdan hiç çıkarmayacağım. O şekilli kolu düşüneceğim, kemiklerden oluşan fevkalade yapısını!”

Buz banyosu deneyi

Felix, yetenekli bir çapkın ve dolandırıcı olarak sarılmanın önemini içgüdüsel olarak biliyor. Ne kadar şanslıyız ki bizim öyle içgüdülere ihtiyacımız yok, çünkü Bochum’daki Ruhr Üniversitesi ve Hollanda Nörobilim Enstitüsü’nün ortak bir araştırması insan ilişkilerinde sarılmanın ne kadar önemli olduğunu bilimsel olarak ortaya koydu.

Araştırma, özellikle kadınlar açısından kucaklaşmanın gün içinde gelişebilecek strese karşı koruma sağladığını kesin olarak gösteriyor.

36 çift üzerinde yapılan deneysel çalışmada katılımcılar, strese yol açan hormon kortizol düzeylerini yükseltmek için tasarlanmış bir deneye tabi tutuldu.

Yaşları 19 ile 32 arasında değişen “romantik çiftler”, birbirleriyle göz teması halindeyken ellerini bir kova buzlu suda üç dakika boyunca tuttular.

Buz banyosundan 15 ve 25 dakika önce ve sonra kortizol seviyeleri ölçüldü. Deney başlarken denekler iki gruba ayrılmışlardı.

Birinci grupta, buz banyosu deneyine başlamadan önce çiftlerin ayaktayken birbirlerine sarılmaları ve 20 saniye boyunca bu şekilde kalmaları istendi. İkinci grup ise sarılmadan ellerini buz banyosuna yerleştirdi.
Testten önce eşine sarılmayan kadınlarda, stres hormonu seviyeleri 25’inci dakikada yüzde 37 oranında arttı. Eşlerine sarılanlarda, seviyeler neredeyse değişmeden kalmıştı.

Sarılmış olan kadınlarda, sarılmayanlara göre stres hormonu seviyeleri yüzde 29 daha düşüktü.
Bu bulgular, kadınlarda sınavlar veya iş görüşmeleri gibi stresli sosyal durumlardan önce kısa süreli kucaklaşmaların çok işe yarayabileceğini gösteriyor.

Erkeklerde ise böyle bir etki görülmedi. “Ağır abilik” böyle bir sonuca yol açıyormuş meğerse.
Hollandalı “davranışsal sinir bilimci” Julian Packheiser dokunmanın böyle bir faydası olmasının şaşırtıcı olmadığını söylüyor.

Sevdiğiniz birinden şefkat görmek “sevgi hormonu” olarak bilinen oksitoksin salgılanmasını sağlıyor.
Oksitosin, çiftlerin birbirlerine sevgiyle bağlanmalarını sağlayan bir hormon. Ve Osman Hoca’nın öğütlerine kulak vererek oksitosin salgılanmasını sağlamanız mümkün değil.

Yani sabahları kahvaltıdan sonra yiyeceğiniz bir kaşık bal ya da ne bileyim kuru fasulyenin üzerine dökülecek bir tutam kırmızı pul biber gibi yiyeceklerle üretilemiyor. Ve benim kişisel görüşüme göre brokoli, kale, bamya gibi tuhaf sebzeleri tüketenlerde asla ve asla üremiyor. Bunun salgılanması ancak “yakın temas” ile mümkün olabiliyor.

Birbirine yapışık gibi sürekli “muck muck” yaşayan, durduk yerde birbirine sarılan, sevgilisi yanından geçerken bir makas alan, poposuna bir şaplak patlatan insanlar bunu kolayca salgılayabiliyorlar.
“Eşim çok horluyor” diye yatağını ayıran çiftlerde bu hormonun salgılanmasının da azaldığını hatırlatayım!
“Şu kadar zamandır yatakları ayırdık” diye anlatan birisine rastlarsanız ona acıyan gözlerle bakmayınız tabii.

Müzikal antihedonist

Kim bilir, belki de yatakları ayırmış olmalarının nedeni başka oksitosin kaynağından yararlanmayı hedefliyor olmalarıdır. Yatılı okul arkadaşım veteriner İrfan’dan öğrendiğime göre oksitosin, veteriner ilacı olarak da kullanılıyor ama bu ilacı içmeye kalkmayın sakın.

Veterinerlik ilacı oksitosin, “uterus tembelliği olan” (yani doğum yapmakta zorlanan) ineklere iğne ile veriliyormuş.

Bana “uterus tembelliği olan inek” kavramı biraz manidar gelmişti ama bu konuda yorum yapmak istemiyorum. Tam da burada Barcelona Üniversitesi’nden Josep Marco – Pallares’in yaptığı bir araştırmadan söz etmek istiyorum. Bu araştırma da tıpkı erkeklerin sarılmaya bir tepki vermemesi gibi bazı insanlarda müziğin hiçbir etkisinin olmadığını ortaya koyuyor.

Üzüntü, sevinç, iğrenme, coşku, hüzün, melankoli gibi insanları diğer canlılardan ayıran temel duygulardan söz ediyorum. Bir grup denek üzerinde yapılan bir dizi psikolojik ve fizyolojik testler gösteriyor ki bazı insanlarda bir “kör nokta” var ve o insanlar müzikten hiçbir şekilde etkilenmiyorlar, ilgi duymuyorlar, hatta şarkıyı duymuyorlar bile.

Araştırmacılar bu tipleri “müzikal antihedonist” olarak tanımlıyorlar. Bu insanlar cinsellik, maddi kazanç, kavga gibi uyarıcılara herkes gibi doğal tepkiler veriyorlar ama müziğe asla!

Dünya nüfusunun yüzde 2–3’lük bölümünün böyle olduğu da tahmin ediliyormuş. Acaba IŞİD ve Taliban yöneticileri bu tür “müzikal antihedonistler” arasından mı çıkıyor diye düşünmedim de değil ama bu güzel hafta sonunda bu tipleri hatırlamak bile istemiyorum.

Araştırma nöronal algılamada yeni bilgilere ulaşmayı hedefliyor ama bakarsınız günün birinde psikopolitik alanlarda da kullanılacak sonuçlar verebilir. Yıllar önce seyrettiğim bir dizide halüsinasyonlar görmeye başlayan dizi kahramanına, psikiyatrı kendisine bir “fon şarkısı” edinmesini öneriyordu.

Kendisini güçsüz ve mağlup hissettiği günün herhangi bir anında beyninin içinde çalacak ve yeniden yaşamın güçlüklerine direnme gücü kazanmasını sağlayacak bir “fon müziği”! 

Sevdiceğinize sarılın

Senaryo olsun diye kurgulanmış bir tavsiye miydi, yoksa psikiyatrlar insanlara böyle şeyleri gerçekten öneriyorlar mı, bilemeyeceğim.

Ama düşününce yararı olmasa bile hiçbir zararının olmayacağını tahmin edebiliyorum.
Dizinin kahramanı “aşk acısı” çeken bir tipti, o yüzden kendisine bir aşk şarkısı seçmesini önermişti! O da bir aşk şarkısı seçmişti kendisine ama öyle ağır, ağdalı insana terk edildiğini hatırlatacak “damar” bir şarkı değil, tam tersine neşeli, aşkın insana yaşam enerjisi verdiğini yeniden çağrıştıracak bir şarkı. Böylece terk edilmenin üzüntüsüyle yaşamaktan bezdiği her an o neşeli şarkıyı hatırlıyor ve yeniden yaşama gücü kazanıyordu.

Tabii “müzikal antihedonistler” için bu konuda yapacak bir şey yok, onlar kendi acılarıyla baş etmek için bir şarkı tutamazlar. Düşündüm de alaturka şarkılarımızın hatta pop şarkılarımızın çoğunluğu da böyle bir iş için uygun sayılmaz.

Şarkılarımızın çoğu bitmiş bir aşkın ardından düzülmüş ağıtlar gibi. Ses dalgalarının asla kaybolmadığını, uzayın boşluğuna doğru ama elbette giderek zayıflayarak yayılmaya devam ettiğini okumuştum bir yerlerde.

Eğer Einstein’ın dediği gibi “Tanrı evrenle barbut oynamadıysa”, uzaklarda bir yerlerde bize benzeyen ya da tamamen benzemese bile gelişmiş medeniyetler kurmuş olan canlılar olmalı. Bu ses dalgalarını yakalayıp çözümleyerek anlamaya ve uzayın bir başka ucunda yaşayan Türklerin nasıl yaratıklar olduğunu çıkarsamaya çalıştılarsa, hakkımızdaki fikirleri hiç iyi olmamalı.

Bir kere ilk tespitleri şu olurdu: Türkler, kolayca âşık olabiliyorlar ama sadakat ve tek eşlilik konusunda problemleri var.

Acımasızlar. Âşık adamı ya da kadını kolayca bırakıp, kapıyı çekip çıkabiliyorlar. Adam (ya da kadın) ne diller döküyor, giden sevgili geri gelsin de ona sadece bir bakış atsın diye ama tınmıyorlar bile. Terk edilen âşıklar olmasaydı, Türkiye’de müzik de olmayacaktı! Sohbeti uzattığımın farkındayım, diyeceğim şu:

Şimdi, şu anda gazeteyi kenara bırakın, sevdiğiniz bir şarkıyı çalmaya başlayın, sesi biraz yükseltin, sevdiceğinize sıkı sıkı sarılın. Varsa bu hayatın anlamı, o da işte tam olarak bundadır!