Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan deprem felaketinin ardından yaptığı açıklamalardan birinde “nakdi yardımların AFAD üzerinden yapılması istismarları ve tereddütleri ortadan kaldıracak bir yöntemdir” dedi.
Deprem için yardımların yöneldiği en önemli sivil toplum kuruluşu olan AHBAP kurucusu Haluk Levent de “İki bağımsız denetçi firma ile sözleşme imzalıyoruz, bütün satın almalarımız denetlenecek” diye konuştu.
Depremin ardından toplumumuzun büyük bir seferberlik ile ayni ve nakdi yardım toplama çabasına girmesinin ardından biri devletin en üst yöneticisi, diğeri ise yardımların yöneldiği sivil toplum kuruluşunun kurucusu olan iki kişinin, bu konudaki kuşkuları gidermek için konuşmaları tesadüf değil.
Ne yazık ki ülkemizde bu tür yardımların toplanış amacına uygun kullanılıp kullanılmadığı ile ilgili bir kuşku her zaman uyanıyor ve çok şanslıyız ki bu kuşkular ne kadar artarsa artsın, vatandaşlarımız bu tür yardımlarda bulunmaktan da geri kalmıyor.
Aslına bakarsanız “kuşkuculuk” kötü bir şey değildir. Kuşku duyan insan, kendisine söylenenleri sorgular.
Körü körüne itaat etmez. “Merak” duygusuyla el ele veren kuşkuculuk, insanların yeni şeyler öğrenmesine, sorgulamasına, soru sormasına, yanıt aramasına neden olur. Kısacası insanı geliştirici bir etki yapar.
Ancak ülkemizdeki yaygın “kuşku”, böyle bir meraktan kaynaklanmıyor. Geçmişte öğrendiklerimizden de beslenen, ancak esasen ön yargıya dayalı bir kuşku bu. Bir “toplumsal paranoya” ve yarattığı toplumsal zeminde en saçma komplo teorilerinin bile kolayca inanan bulabilmesine, insanların birbirlerine karşı güven duygusunun kaybolmasına da yol açıyor. Bizim gibi toplumlar böyle tanımlanıyor: “Düşük güven toplumu.” Birbirimize güvenmiyoruz.
Birisi güzel sözlerle bize iltifat mı etti? Karşılık beklemeden bir iyilik mi yaptı? Arkasında mutlaka bir şey arıyoruz. “Çakal” bizi kandırmaya çalışıyor ama Allah’tan biz uyanığız, yemiyoruz! Polisin, jandarmanın onca uyarısına, gazetelerde ve televizyonlarda yayınlanan onca habere rağmen, telefon dolandırıcılığının hız kesmeden sürebiliyor olmasının nedeni de bu. Koca profesörler, generaller bile tuzağa düşebiliyor.
“Terör örgütü banka hesabınızı ele geçirdi, parayı çekip getirin” talimatına eğitimli–eğitimsiz herkes uymakta tereddüt etmiyor. Çünkü içten içe biliyoruz ki herhangi bir nedenle savcılıkta başımız belaya girerse derdimizi anlatana kadar uzunca bir süreyi içeride geçirebiliriz. Hatta derdimizi hiç anlatamadan ağır bir cezaya çarptırılma ihtimalini de göz ardı edemeyiz. Çünkü hukuka güvenmeyiz, adaleti sağlamakla görevli olanların görevlerini hakkıyla yerine getiremeyeceklerine ilişkin bir inanç geliştirmişizdir.
Bütün bunların üzerine bir de siyasi nedenlerle kafamız bulandırıldığı için kimse kimseye güvenmez.
Her öküzün altında bir buzağı aramak, günlük olağan davranışımız haline geldi. “Üst akıllar, lobiler, uzaklarda bir yerlerde düğmeye basanlar, hainler” ile kafamız bulandırıldı, normal olanın değil, anormal olanın mümkün olabileceğini düşünür olduk. Böyle bir toplumsal psikoloji, ancak bölünmüş, birbirine düşman gözüyle bakan insanların yaşadığı toplumlarda mümkün olabilir. Ve yıllardır böyle bir toplumda yaşıyoruz, hepimizin psikolojisi bozuldu. Siyasi tutumlarımızdan, dünya görüşlerimizden bağımsız olarak biz Türkler, yaptığımız yardımların yerine ulaşıp ulaşmadığından da bu yüzden şüphe ederiz. Rahmetli Yakup dedem, cuma namazının ardından cebindeki paranın bir bölümünü “cami yaptırma, yaşatma derneği” adına cami çıkışına konulmuş mukavva kutuya atar, sonra da bana döner “Bakalım ne kadarı camiye gidecek” derdi.
Paranın toplandığı şey bazen bir torba olurdu, bazen bir kutu. Aslında sadece bu bile kuşku duyması için yeterliydi. Bir yandan yaptığı yardımın asıl amacına uygun kullanılmayacağına ilişkin kuvvetli bir kuşku duyar, diğer yandan kısıtlı bütçesiyle yapabileceği yardımı kutuya atmaktan da imtina etmezdi. Bu durduk yerde olmuyor tabii. Memleketin havası ve suyunun kimyasal bileşimi de buna yol açmıyor. Bu çok uzun yıllardır süregelen ve toplumsal genetiğimize artık kazınmış bir durum. Psikososyal sorunumuz esasen kamu yönetiminin şeffaf olmamasından kaynaklanıyor. AKP’li okuyucularımın hemen gerilmesine gerek yok, bu yeni bir şey değil.
Şu kadar devlet kurmuşuz ama “hesap verebilir” bir devlet organizasyonunu bir türlü gerçekleştirememişiz.
Ama hepimizin gerilmesi için çok neden var çünkü bu önlenebilir, tedavi edilebilir bir sorun. Sorunun tedavisi şeffaflık ve hesap verebilir olmaktır. İktidar partisinin ileri gelenleri “hesap verebilir olmak” denilince kendilerini bir mahkemede, hâkim karşısında görecekleri duygusuna kapılmasınlar. Mesela bu deprem yardımları konusunda “hesap verebilir olmak” şöyle olur: Depremden doğan zararların karşılanması için ne tür politikalar uygulanacak? Belli zaman aralıkları içinde ulaşılmak istenen hedefler nelerdir?
Toplanan yardımların, bu hedeflere uygun olarak harcandığına ilişkin bilginin halka düzenli, güvenilir ve anlaşılabilir şekilde aktarılması nasıl sağlanacak? Halk adına iktidarları denetleyecek özgür basının ve sivil toplum kuruluşlarının gerçekleştirilecek projelerle ilgili bilgilere ulaşmasının yolları açık olacak mı? Üzülerek söylemeliyim ki bunların gerçekleşeceğine ilişkin herhangi bir ümidim yok. Tek adam hakimiyetindeki tek parti yönetimlerinde, idare dünyanın hiçbir yerinde şeffaf olamaz zaten, bu sefer de olamayacak. Onun için yardımlarımızın yerine ulaşıp ulaşmadığından endişelenmemiz boşuna değil.
Bu resmin arkasına getirip bir de düşük güven toplumu fonu koyduğunuzda tablo tamamlanıyor. Birbirimize güvenemiyor olmamızın tek sonucu yardımlar konusundaki kuşkularımız değil. Türkiye’de sermaye birikiminin istenilen düzeyde olamamasının, küçük tasarrufların birleşerek dev şirketlere dönüşememesinin nedeni de düşük güven toplumu olmamız.
Türkiye’de kurulu şirketlerin yüzde 96’sı aile şirketi niteliğini taşıyor. KOBİ’lerde bu oran yüzde 99’a çıkıyor.
Adları “anonim” ya da “limited” de olsa bunlar sermayenin geniş bir tabana yayıldığı şirketler değiller.
Ve Türkiye’de ortalama şirket ömrü 34 yıl. Bu şirketlerin sadece yüzde 30’u ikinci kuşağa geçebilirken, üçüncü kuşağa geçebilenlerin oranı ancak yüzde 12. Dördüncü kuşağa geçen şirketlerin oranı ise yüzde 3.
Kurulu şirketler içindeki aile şirketi oranı Türkiye ile aynı olan İtalya’da ortalama şirket ömrü 104 yıl. 104 yıl ortalama ömür, şirketlerin çok büyük bölümünün dördüncü, beşinci kuşaklara geçebilmesi anlamına geliyor. Profesör Dr. Selami Sargut, Kültürlerarası Farklılaşma ve Yönetim isimli kitabında Türkiye’de gerçek anlamda “anonim şirket” yapılarının oluşturulamadığına dikkat çekiyor. Bunu Türkiye’nin bir “düşük güven toplumu” olmasına bağlıyor.
Düşük güven toplumu olduğumuz için üçüncü kuşağa devredilen ortaklık sayısı da bir elin parmaklarını bile geçmiyor. Aynı ailenin üyesi olan “hissedarlar” bile birbirlerine güvenmedikleri için şirketlerin yönetimi ile ilgili tartışmalar, yıkıcı sonuçlar yaratabiliyor. Profesyonel yönetime geçmeyi başarabilen aile şirketi sayısı son derece az. Aile şirketlerindeki nepotizm, profesyonel şirket yöneticilerinin de “ailenin bir uzantısı” haline gelmesine neden oluyor. Çünkü İngiltere’deki okulundan yeni dönmüş, iş tecrübesi olmayan ailenin büyük kızı, yönetici olarak da en kolay idare edebileceği kişiyi seçiyor: Halasının torunu!
...
Doğu Yeni Gine’nin güney sahilleri açığındaki kıraç volkanik adalarda yaşayan bir halk var: Dobular.
Daha önce de zaman zaman bu halkın varlığını hatırlatmıştım. Adaların volkanik yapısı tarımın gelişmesini önlüyor. Sert rüzgârlara açık deniz yüzünden balıkçılık da yeterince gelişmemiş. Antropolog Ruth Benedict’in 1934 yılında Dobular üzerine yaptığı bir araştırma, bu halkın büyüye inanan, birbirini zehirlemeyi âdet haline getirmiş bir topluluk olduğunu ortaya koyuyor. Dobular birbirlerine güvenmezler. Bu yüzden yasal kurumlar da gelişmemiştir. Yetersiz ve dengesiz beslenme nedeniyle hastalıklar yaygındır ama halk, hastalıkların sebebinin “büyüler” olduğuna inanır. Üstelik yaygın inanç, büyü yapanın en yakınınız olduğudur: Av arkadaşınız, karınız hatta çocuğunuz bile size büyü yapmış olabilir. Eşlerin her birinin kendi ailesinin bahçelerinden elde ettikleri bitkileri diktiği tarhları vardır. Bunların yanında gülmek yasaktır, çünkü bitkiler bunu bir lanetleme sayıp küsebilir.
Her türlü mutluluk saklanmalıdır, çünkü ortaya döküldüğü takdirde o kişi üzerine ötekilerin lanetini çekecektir. Bu yüzden kimse gülmez. Bütün bu kin ve nefret, donuk bir memnuniyetsizliğin arkasına gizlenir. Bu çok derinlere kök salmış bir kuşkuculuk doğurur. Kısacası, mutsuz, lanet bir halktır Dobular.
Paranoya bütün toplumun ortak standardı halindedir, her tutum ve davranış bir komplonun habercisidir.
Bu Dobu kabilesi, size birilerini çağrıştırdı mı? (Toplumsal paranoya ile ilgili, kolay okunacak, ilginç bir kitap önerebilirim: Robert S. Robins ve Dr. Jerorrd M. Post, Nefretin Psikopolitiği-Politik Paranoya. Çeviren: İnci Kurmuş. Doğan Kitap)