25 Kasım 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
17.09.2021 04:30

Hem annemi hem babamı, çocukluğumu özledim

Yatılı okul çocukları en çok annelerini özlerler. 12 yaşında, bir yatakhanenin hastane koğuşunu çağrıştıran beyazlığı üzerinize çökmüşse hissettiğiniz ilk organ burun kemiğinizdir. Sonra boğazınıza doğru iner, yön değiştirip göz pınarlarınıza dayanır. Geçen Cumartesi Karacaahmet Gasilhanesi önünde annemin 'hazırlanmasını' beklerken gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti o günler

Yatılı okul çocukları en çok annelerini özlerler. Babalarını, kardeşlerini de özlerler ama en çok annelerini. Eğer 12 yaşındaysanız ve bir yatakhanenin, hastane koğuşunu da çağrıştıran beyazlığı üzerinize çökmüşse, vücudunuzda hissettiğiniz ilk organ burun kemiğinizdir. Özlediğinizi, önce oradan anlarsınız. Sonra boğazınıza doğru iner, yön değiştirip göz pınarlarınıza dayanır. Acemice çalınan bir bağlamanın etrafında toplanmış, çizgili Sümerbank pijamaları içindeki çocukların hepsi bunu bilir. Çizgili pijama, onların gece üniformasıdır; hala üretiliyor mu o kumaş, bilmiyorum. Zaten artık Sümerbank da yok, Beykoz Kundura da, çizgili poplin pijama da. Çizgili pijamalı yatılı çocuklar, boğazlarına takılan bir yumrunun, gözyaşına dönüşmesini önlemeyi de hemen öğrenirler. Tepenizde rengi artık sararmış bir beyaz cam karpuzun içindeki lamba yanarken gözyaşlarınızı saklayamazsınız. İçlerinden biri o yumrunun yukarıya doğru hareket edip, gözyaşına dönüşmesini engelleyemezse onun başına neler geleceğini hepsi çok iyi bilir. Çocuklar acımasız olur derler ama doğru sayılmaz. Hepsi annesini özler, birisinin döktüğü gözyaşının hepsini birden tetikleyeceğini içgüdüsel olarak bilirler; dalgaya vurmak, göz yaşıyla eğlenmek duruma yabancılaşmak için gereklidir. Bilinçle değil, hisle öğrenilir. Daha annelerinden başka hiçbir kadının sevgisini yaşamamışlardır ama hepsi kendisini erkek zanneder. Kendilerini erkek zannettikleri için de ağlamayı ayıp zannederler. Bunu yatakhanelerin kutup soğuğuyla, cehennem sıcağı arasında bir türlü orta kararı bulamayan ikliminde, yemekhanelerin ağır yağ kokusunda, mütalaa salonlarının tozlu havasında öğrenirler. Son ders ziliyle, ilk mütalaa zili arasında yapılan iddialı maçların eseri ekşi bir ter kokusu da mütalaa salonlarındaki dekoru tamamlar. Yatılı okul çocukları, büyüyene kadar boğazlarında bir yumru ile yaşarlar, onunla baş etmeyi öğrenerek büyürler. Yakın evlerin balkonlarından taşıp, yatakhanenin açık penceresinden içeri giren kadın kahkahalarını, tabak, çanak tıkırtılarını müzik gibi dinlerler. Baharın gelmesini, havaların ısınmasını, yatakhane camlarının açık kalmasını en çok bu yüzden isterler. Minyatür kale futbol, cumartesi öğlenleri evcilerin koşuşturarak okulun büyük bahçe kapısından çıkıp gidişleriyle ilgilenmemek için icat edilmiş bir etkinlik bile sayılabilir. Evcileri kıskandıklarının anlaşılmamasını isterler. Saçlar suyla ıslatılıp iyice tarandıktan sonra 14.30 seansına yetişmek için sokağa çıktıklarında bunların hepsi geride kalır. Taa ki saat 17.00 olup, yoklamaya yetişmek için koşar adımlarla yokuşu tırmanmaya başlayana kadar. Evlerin ışıkları da yanmış olur o saatte. Tüllerin arkasında bazı kadın gölgelerinin telaşlı bir hareket içinde olduklarını görürler. Akşam yemeğinin hazırlanmaya başladığını anlarlar. Aynı yumru yine gelir, takılır boğazlarına. Anneleri de o saatlerde yemek telaşındadır, oradan yüzlerce kilometre uzakta. Cumartesi gecelerinin tek eğlencesi bir bağlamanın ya da gitarın etrafında toplanıp şarkı türkü söylemektir. O an kendilerini Peter Pan’ın “Neverland”inde hissederler. Gerçekten de öyledir. Yatakhane “hiçbir yer”dir artık. Annelerinden, babalarından, kardeşlerinden uzakta, hiçbir yer! Geçtiğimiz Cumartesi günü Karacaahmet Gasilhanesi’nin önünde annemin “hazırlanmasını” beklerken gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti o günler. Tatil dönüşleri “teneffüslerde filan yersin” diye pişirilip paketlenen keklerin, kurabiyelerin kokusunu duydum bir kez daha. Gerçekten de koku hafızası hiç silinmiyor galiba. Annem nereden bilecekti o titizlikle paketlenmiş keklerin, kurabiyelerin, başka çocukların annelerinin yaptıkları ile birlikte ilk gece silinip, süpürüleceğini. Yaz tatili biterken yeni dikilen çamaşırlarıma ve gömleklerime mavi bir iplikle MYY harflerini işlerken, bir şarkı tuttururdu. Sesi hala kulağımda sanki. Ama o kadar uzaktan geliyor ki. Bazen İzmir ya da Antalya postanesinden çekilmiş bir telgraf alırdım: “Salı günü sabah otobüsüyle İzmir’e ablana gidiyorum.” Ya da “Cumartesi sabah otobüsüyle Antalya’ya dönüyorum.” Bu, öğlen otobüsün mola vereceği lokantada buluşalım demekti. BP istasyonundaki lokanta. Öyle günlerde Müdür Burhan Bey’den iki – üç tokat yemeyi göze alarak sabah bölümündeki 4. ders ile öğleden sonraki ilk dersi kırıp, okulun arka bahçesinde sigara içtiğimiz köşenin oradaki duvardan atlayarak, erkenden dikilirdim lokantanın kapısında. Tıpkı Gasilhane’nin önünde yaptığım gibi bir aşağı bir yukarı volta atarak. Otobüs gecikse de sonunda gelirdi. Artık annem hiç gelmeyecek. Kabul etmek zor. Gerçeği kabul etmemek daha zor. *** Hangi gün, saat kaçta öleceğimizi bilmiyor olmamız kuşkusuz ki iyi bir şey. Bu bize hayata sıkı sıkıya sarılma ve zorluklarıyla mücadele etme gücü veriyor. Ancak unutmayalım ki bu, dev bir yanılsamanın içine düşmemize de neden oluyor. Bize sunulan yaşam süresi sınırsızmış gibi, canımızın istediği her şeyi yapacak zamanımız olacakmış gibi bir yanılsama bu. Yaşamımızın elimizden uçup gidiverdiğini fark etmemize imkân vermeyen bir belirsizlik. Yapmayı en çok sevdiğiniz şeyi düşünün şimdi. Onu kaç kere daha tekrarlayabilirsiniz? Bu soruya yanıt olarak hayalinizden geçen en yüksek sayıyı veriyor olsanız bile bunun da esasen bir sınırı tarif ettiğinin farkında mısınız? Gasilhanenin bahçesinde ileri geri volta atarken anneme yeterince vakit ayırıp, ayırmadığımı da sordum kendime. Hayırlı bir evlat olmama yetti mi, haftada bir gün kahvaltıya gitmek? Neden daha çok vakit geçirmedim? Merak ettim, annem de acaba hayatında neleri ertelemişti, “daha sonra yaparım” diyerek. *** Amin Maalouf’un Afrikalı Leo romanında bir şeyh, annesini kaybettiği için göz yaşları döken roman kahramanına şunları söylüyordu: “Ulu Tanrı’ya şükretmelisin ki arkasından senin ağlamanı sağlayarak onu yüceltti. Senin arkandan onu ağlatsaydı, o sefil olacaktı. O nedenle sıralı olan her şey için Tanrı’ya şükredelim.” Ebeveynlerini kaybeden arkadaşlarıma şeyhin bu sözlerini tekrarlardım hep. Günün birinde bana da söyleneceğini hiç düşünmeden.

Mehmet Y Yılmaz
Mehmet Y Yılmaz