17 Nisan 2024, Çarşamba
30.07.2021 04:30

İzin çıktı, “onursuz aşk” yaşayabilirsiniz!

Sezen Aksu fikir değiştirdi. Olabilir, insan değişime açık olmalıdır zaten. Her şey gibi fikirler de değişebilir. Nedense bizim memlekette bu durum “döneklik” diye aşağılanır ama bana soracak olursanız değişime direnmek beyhude bir çabadır. Çünkü evrende değişmeyen bir şey varsa o da değişimin kesintisiz olduğu gerçeğidir. Bu düşünceye ilk varan Efesli hemşerimiz Heraklit olmuştu. Ona göre “şeyler” karşıtlarından çıkarak var olabilirler ve yine karşıtlarının içinde yok olurlar. Heraklit’in diyalektik anlayışı, Kant ile Yeni Çağ felsefesine, ondan Hegel’e, ondan da Marx–Engels’e kadar ulaştı. Sezen Aksu da Heraklit’in hemşehrisi ne de olsa, fikir değiştirmesinde şaşılacak bir durum yok. Tabii Sezen Aksu bir filozof değil, besteci – söz yazarı – yorumcu; bu nedenle biz sıradan fanilerin günlük yaşantımızın içinde daha çok yeri var. Sezen’e uyup “onursuz olmasın aşk” diye kaç kuşağın kendini paraladığının hesabını bilemiyoruz. Şarkıyı dinlerken gaza gelip “senin için ölürüm ama sana boyun eğmem, yakarım dünyayı, bir çöl gibi kurumayı göze alırım ama sana yenilmem” diyerek, en güzel günlerini heba edenler bu nedenle bir dava açsalar yeridir yani! Eğer böyle bir dava açılacaksa, gerçekten ilginç bir dava olacak ama bizim hukuk sistemimizde böylesine bir mağduriyetten, bir besteci sorumlu tutulmaz diye düşünüyorum. Çünkü sonuç olarak herkesin kendi aklı fikri var, sen de bir şarkıya kanıp, hayatını boşa harcamasaydın birader diyebilirler. Şimdi Sezen Aksu yeni bir şarkı yaptı ve buyurdu ki “rahat olun, kasmayın, aşk onursuz da olabilir”! Bunu, bunca yıldır telef ettiği aşıklara karşı bir borç ödeme, bir günah çıkarma ayini gibi mi görmeliyiz acaba? Bakın ne diyor: “Yeter ki onursuz olmasın aşk, diye saydırıyordum Dillerim kopaydı benim kutsalım sensin Büyük konuştum, yerlerde sürünüyorum Evvelimden gitsen de ahirim sensin.” Şarkının sözlerinden anlıyoruz ki aşıklardan biri, “hadi bye” deyip uzamış, arkasından baka kalan da gözyaşları içinde terk edilmenin onurunu kırmış olmasına aldırmadan, “geri gel, bekliyorum, hep bekleyeceğim” diye göz yaşı döküyor. Geçenlerde de yazmıştım, Ajda Pekkan şarkılarının bu konulardaki ideolojik yaklaşımı, “tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna” şeklinde tezahür ediyor. Sezenaksuizmde ise gözyaşları ve gidene yakılan ağıt hakim unsur. Ve dikkatinizi çekerim, her ne kadar düğünlerde, gece kulüplerinde daha çok Ajda’nın şarkılarıyla hoplayıp, zıplıyor olsak da bu şarkıları “aşk şarkısı” olarak algılamıyoruz. Aşk, romantizm filan deyince Sezen’in şarkıları dilimize daha çok takılıyor. Üzülmeyin, bu biz ölümlülerin kaçamayacağı bir insanlık hali. Evrenin bir düzeni var, vaktiyle Einstein’in özlü bir şekilde ifade ettiği gibi “Tanrı evrenle barbut oynamaz”! O “zar atmaz” demişti ama sanırım nedeni barbut oyununu bilmiyor olmasıydı ki iki zarla oynanır! Ve bu düzen, insanı yaşadığı somut gerçekliğin içinde kalmaya zorlar, hapseder. Yaşadığı gerçekliğin dışına çıkabilmek, insanın zihninde kendi başına yaratabileceği bir durumdur. İnsan, böylece kendisinden kaçar. Şarkılar da bunu sağlar; tıpkı romanlar, şiirler, filmler gibi! Enis Batur, Cogito’nun aşk sayısında şöyle yazmıştı: “Mutsuz aşk, aşk olarak yaşayıp gitme şansını taşımış; mutlu aşk, Aşk’ın ölümünü hazırlamıştır. Onlar ermiş muradına – o noktada biter hikâye. Mutlu aşkın anlatılmaya değer bir yönü bulunmamıştır.” Aragon’un çok bilinen bir şiiri var: “İnsan her şeyi elinde tutamaz hiçbir zaman Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini Ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi Ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an Mutlu aşk yoktur.” Onun için Sezen Aksu’ya kızmayalım arkadaşlar, o bir sanatçı olarak bu duyguyla oynamayı seviyor ve bunu o kadar iyi yapabiliyor ki bu memlekette hayatında bir kere aşık olup da bir Sezen şarkısıyla duygulanmamış olan birisini bulmak imkansızdır. Fabrikatör Niyazi Bey ile şoförünün, fabrikasında çalışan kadınların ve erkeklerin, Niyazi Bey’in eşi ile metresinin, yan yalıdaki sonradan görme komşusu ile en rafine arkadaşının ortak noktaları böyle ortaya çıkar. Gerçek hayatın gerçeği bu kişiler arasında uzlaşmaz çelişkiler ile doludur. Ama dedim ya insan zihni, kendinden kaçmanın yollarını bulur, bir de bakmışsın aralarında uzlaşmaz sınıfsal çelişkiler olan insanlar aynı şarkıyla gözyaşı döküyorlar! *** Ve arkadaşlar, sizleri kırmayı da göze alarak söylemeliyim ki Sezen’in bizleri böyle parmağında oynatabilmesinin sorumlusu da doğrudan doğruya bizleriz. Normal zekaya sahip bir insan, “onursuz olmasın aşk” önermesiyle karşılaşınca aklından şunu geçirmeliydi: Bu dediğin de ne ola ki bacım? Stendhal, “Aşk Üstüne” (Çeviren: Yavuz Baran, Lotus Yayınları.) isimli eserinde “aşık olan bir gönülde gerçekleşenleri” şöyle sıralıyor: “1 – Hayranlık oluşur. 2 – İçten gelen bir ses “onu öpmek veya onun beni öpmesi ne büyük mutluluk” der. 3 – Umut canlanır. 4 – Aşk doğar. 5 – İlk kristalleşme başlar.” Stendhal’in “kristalleşme” dediği şey, sevilen insanın, sevenin nezdinde, dünyanın en mükemmel şahsiyeti olduğu düşüncesinin doğmasına yol açar. O en iyisidir. En güzelidir. En yakışıklısıdır. En akıllısıdır. Ve hayır, Şeyma’yı işin içine karıştırmayın, burada romantik aşktan söz ediyoruz! Sanki bir piyangonun büyük ikramiyesi gökten süzülüp, aşık kişinin başına düşmüştür. O kişi gerçek hayatta en kötüsü, en çirkini, en tipsizi, en aptalı olsa da artık seven göz, bunları görmez. Stendhal, şöyle yazıyor: “Kış nedeniyle yapraklarını dökmüş bir dal, Salzburg tuz madenlerinin derinliklerinde bulunan terk edilmiş bir bölgeye bırakılır. İki veya üç ay geçtikten sonra geri çıkarılan dalın parlak kristallerle kaplandığı görülür. Bu dalın bir iskete kuşunun ayağından daha büyük olmayan küçücük sürgünleri, sonsuz sayıda göz kamaştırıcı ışıl ışıl pırlantalarla bezenmiş gibidir. Önceki dal artık tanınmaz bir haldedir. Kristalleşme olarak adlandırdığım bu olgu; insan ruhunun, karşı karşıya kaldığı her şeyden, aşkının konusu olan objenin mükemmelliğine dair yeni kanıtlar çıkarması işlemidir.” Aşkın ruhsal kaynağı, sevgilinin niteliklerinden beslenir. Daha doğrusu, ona bizim atfettiğimiz, belki de hiçbir zaman onda olmayan niteliklerden beslenir, büyür. Çünkü her birey, aslında önce kendisini sever. Kendisinin sevilmeye layık olduğunu düşünür. Benim gibi mükemmel bir insanı sevecek kişide bulduğum değerler, benden de üstün olmalıdır. Yukarıda da belirttiğim gibi sevdiğimiz kişi “en, en, en, en”dir. En güzel, en akıllı, en tatlı, en esprili, en, en, en, en. Ve böyle birisinin bizi bırakıp gitmesi olasılık olarak her zaman hayatımızın içinde durur. Çünkü aşk, başıboşluk ve belirsizliğe de mahkumdur. Düşünün, böylesini bir daha nasıl bulursunuz? Onurunuzu ayaklarınızın altına alma zamanı işte o zamandır. Gitme, kal, ez, çiğne, kulun olayım, Allah belamı versin ki bir daha yapmam! Onun için büyük konuşmamak da gerekir. Aşık kişi, gerektiğinde onurundan vazgeçmesi gerekebileceğinin de ayırdındadır. Bilinçli olarak değilse de “anterior singulat kortex”, yani beynin endişe ve eleştirel yargılarımızı yöneten bölümü olayı ele almıştır artık. Oksijen’de daha önce “çiviyi sökecek çivi” bahsinde kendisinden söz etmiştim. Nöropskiyatrist Dr. Louann Brizendine, Kadın Beyni isimli eserinde romantik aşk durumunun sevgiliyi kaybetme ya da terk edilme duygusuyla yeniden tetikleneceğini yazıyor. Şöyle diyor: “Terk edilmek, aslında hem kadınlarda, hem de erkeklerde beyin devrelerindeki aşk tutkusu tepkimesinin derecesini yükseltir. Beynin bu kısmı umutsuzca, aç biçimde sevgiliyi arar.” Beynimizin bu bölümü, sevgiliyi kaybetmek üzerine olumsuz düşünceler geliştirdikçe de sevgiliye yönelik olarak acı dolu bir arayış ya da bekleyiş başlıyormuş. Dr. Brizendine, aşk acısının kadınlarda depresyona neden olduğunu, yemeden içmeden kesilme, ağlama nöbetleri, uyku azalması, çalışamama, bir şeye konsantre olamama sonuçlarını yarattığını söylüyor. Erkekler ise hayattan vazgeçmek gibi bir ruh durumuna giriyorlarmış. Onun için “onursuz olmasın aşk” önermesi, aslına bakarsanız bir oksimorondan başka bir şey değil. Portekizli rahibe Mariana Alcoforado’nun vefasız sevgilisine yazdığı mektuplardan birinde şöyle bir bölüm varmış, Gasset’den aktarıyorum: “Bana yaşattığın mutsuzluklar için yüreğimin derinliklerinden teşekkür ediyorum. Seni tanımadan önce yaşadığım sakin günlerden nefret ediyorum. Tüm dertlerimin çözümünün nerede yattığını da açıkça biliyorum. Seni sevmekten vazgeçtiğim an bu dertlerin hepsinden kurtulurum. Ama çözüm mü bu? Hayır, seni unutmaktansa acı çekerim, daha iyi.”

Üstü Kaval, altı Şişhane!

Daily Mail gazetesi, İngiltere’de estetik cerrahlara başvuran kadınların talep ettikleri değişikliklerden yola çıkarak bir “mükemmel kadın” yarattı. “Mükemmel kadın” derken gazete öyle yazdı diye söylüyorum, deyim bana ait değil; mükemmelliğin salt fiziksel güzellik ile ilgili olmadığını bilecek yaştayım. Gazete, bu yarattığı yeni kadın imajı için, herkesin tanıdığı 16 kadının özelliklerinden yararlandı. “Mükemmel güzellikteki kadının” kaşları İngiliz televizyon sunucusu, model ve yazar Holly Willoughby, göğüsleri İngiliz model Rosie Huntington-Whiteley, beli Jennifer Aniston, kalçaları Jennifer Lopez, elleri Gwyneth Paltrow, bacakları Victoria Beckham, ayak bilekleri Emma Watson, ayakları Scarlett Johansson’dan alındı. İngiliz manken Cara Delevigne elmacık kemikleriyle, Jennifer Lawrence burnuyla, Beyonce gözleriyle, Margot Robbie boynuyla, Cameron Diaz çenesiyle, Lily James saçlarıyla, Angelina Jolie dudaklarıyla ve Anne Hathaway kulaklarıyla “mükemmel güzellikteki” kadını tamamladı. Ortaya ne çıktı derseniz, bana göre abuk sabuk, raşitik bir kadın çıktı! Hiçbir kadının da böyle bir tipe sahip olmayı isteyeceğini tahmin etmiyorum. Jennifer Lopez kalçasının altında Victoria Beckham’ın sıska bacaklarını kim ister? Oysa tek tek baktığımızda, çok farklı tipler olmalarına rağmen hepsini “güzel kadın” olarak algılıyoruz. Aslında kadınlar, erkeklerin ilgisinin hep plastik olarak en güzel kadına yönelik olduğunu zannedip bunun için kendilerini paralarken fena halde yanılıyorlar. Estetik cerrahları elbette işsiz bırakmak istemem ama bu bir gerçek. Ve sanırım kadınlar da bu tür zahmetlere genel olarak erkeklere güzel görünmekten daha çok özel tek bir erkeğe güzel görünebilmek için katlanıyorlar. Toprağı bol olsun, İspanyol gazeteci-filozof Ortega y Gasset, medyanın tanımladığı anlamdaki güzelliğin kadını bir tür sanat eserine dönüştürdüğünü ve kendini yalıtarak, erkeklerle arasında mesafe oluşturduğunu söylemişti. “Aşkın öncü görevini üstlenen yakınlaşma arzusu, salt bu beğeninin getirdiği uzaklık nedeniyle olanaksızlaşmış olur” diyordu Gasset. Şimdi de geçerli mi bilmiyorum ama bizim zamanımızda en yalnız kız, her zaman okulun en güzel kızı olurdu. “O kız bana bakar mı” düşüncesi, yakınlaşmaya çalışma konusundaki cesareti en başında kırardı. Meşhur öyküdür: “Âşık olup çöllere düştüğün, geceler boyu ıstırap çektiğin Leyla, bu yüzüne bakılamayacak kadar çirkin, topal, ağzı çarpık kadın mıydı?” diye soran Emir’e Kays, “Siz bir de onu benim gözlerimle görseniz” der. David Eagleman, ‘Incognito: Beynin Gizli Hayatı’ kitabında gözümüzle değil, beynimizle gördüğümüzü söyler. Her erkeğin ‘güzel kadın’ tarifi bu nedenle farklıdır ve dış görünüşle ilgisi genellikle de yoktur. İyi ki öyle. Herkes aynı kadın tipine bayılsaydı, estetik cerrahlar bayram ederlerdi ama sokaklar birbirinin kopyası kadınlardan geçilmezdi.