Alain Delon’un, “sessizce cehenneme gidebilme hakkı istiyorum” dediğini okuyunca aklıma All That Jazz filmi geldi.
Neden geldiğini birazdan anlatacağım.
Alain Delon, oğlu Anthony Delon’a geçtiğimiz ocak ayında “Ötanazi için bana eşlik et” demiş.
Her şey hazırlanmış ama son anda baba Delon vazgeçince konu kapanmış.
Tabii bunun üzerine tartışma aldı, yürüdü.
Kimin ne söylediğinin önemi yok.
Söz konusu kendi hayatın olmayınca zaten ne söylesen boş!
O son anda, o kararı uygulayabiliyor musun, uygulayamıyor musun?
Bunun o kadar kolay olmadığı anlaşılıyor; işte bakın Alain Delon karar vermiş ama hazırlıklar tamamlandığı halde son adımı atamamış.
Zaten aslına bakarsanız bu güzel dünyamızı, biz o kadar beğenmesek de kendine göre bir denge içinde tutmaya devam eden şey de ne zaman öleceğimizi bilmiyor olmamızdır.
Hayvanlar aleminde bir tek Homo Sapiens günün birinde ölüp gideceğini bilir.
Ve Hesse de der ki “İnsanoğlunun en korktuğu düşmanı ölümdür.”
Tabii bilmediğimiz şey ise bu kaçınılmaz sonun ne zaman gerçekleşeceğidir.
Eğer ne zaman öleceğimizi gününe ve saatine varana kadar biliyor olsaydık, dünyayı yaşanmaz bir yer haline getirmemiz işten bile değildi.
İnsanoğlu bu en büyük korkusuyla açıktan savaşamaz.
Bu savaştaki tek silahımız onu yok saymak, aklımıza getirmemektir. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız. Mal mülk edinmeye, öğrenmeye, kalıcı bir şeyler yapmaya çalışırız. Bunu yaparken belli bir süre sonra ölebileceğimizi aklımıza bile getirmeyiz.
Çünkü o duyguyla yaşayamayız, çalışamayız, öğrenemeyiz. Uygarlık dediğimiz şey de zaten bu çabanın bir sonucudur.
***
Alain Delon’u, yaşlılığında böyle bir umutsuzluğa iten neydi acaba?
Yaşlanmak tek başına açıklayıcı bir durum değil.
Sanıyorum “yalnız ölme korkusu” daha ağır basmış olmalı.
Fransız Le Point dergisine yaptığı açıklamada şunu söylüyor:
“Son anımda yanımda bir rahip değil, sevdiğim yakın insanların olmasını ve ölmeme yardım etmelerini istiyorum. Oğlumdan bunu istedim. O nedenle ötanaziden yanayım. İnsan yaşlanınca hayatta çok zorlanıyor. O nedenle yaşlanınca insanın kendi arzusuyla sessizce cehenneme gitme hakkı olmalı.”
Dergiye “en büyük pişmanlığını” da anlatmış.
“Yaşlanarak yalnız ölme” korkusunun altında sanki biraz da bu pişmanlığın rolü var.
Şöyle anlatıyor:
“Mireille Darc’a ‘Bak Mimi seninle asla evlenmeyeceğim. Çünkü bir daha evlenmemeye yemin ettim’ dedim. Buna pişmanım. Hayatımın sonuna kadar tek kadın o olabilirdi.”
Mimi’yi hatırlar mısınız, bilmiyorum.
Benim gözümün önünde hala: Bir doru atın üzerinde, çırılçıplak! Kısa sarı saçları, kâkülü, kalçasındaki iki ben…
Mireille Darc beyin embolisi geçirdiğinde ilk aradığı insan Alain Delon olmuştu.
Delon, gelip Darc’ı almış ve altı ay boyunca değişik ülkelerde birlikte gezmişler.
Darc ve Delon, ‘bizimkisi hayat boyu bir şey’ diyorlardı.
Bu sözleri Can Yücel’in bir şiirini hatırlatır bana.
“O olmazsa yaşayamam demeyeceksin / yaşarsın çünkü.”
Hayatta bir kez bile gerçekten âşık olan herhangi birinin çok kolayca söyleyebileceği bir söz bu aslında: Sensiz yaşayamam, ölürüm!
Ayrıldıktan üç gün sonra yaşamakta olduğunu, hem de pekâlâ yaşamakta olduğunu görür, söylediğin yalan için hafifçe kızarırsın.
Ama bu durum yine de her şeyin iyi gittiği anlamına da gelmez.
Rüzgârın burnuna getirdiği bir koku, bir trenin düdük sesi, planlanmış ama gerçekleştirilememiş ortak yolculukların hayalini canlandırır beyninin içinde.
Duyduğun bir şarkıyı mırıldanırken onu düşünürken yakalarsın kendini farkında olmadan.
Güneş, aynı güneş değildir artık, ısıtamaz bir türlü içini.
Günün birinde çalan bir telefonda duyarsın sesini.
Telefon ettiğinde “hastayım, sana muhtacım” mı demişti acaba Mireille Darc?
O anda gözünün önünde canlanan neydi, Delon’un?
Kısacık kesilmiş sarı saçları, incecik beli ve isyankâr bakışlarıyla eski Mireille mi, yoksa kendi başına ayakta zor duran bir çaresiz kadın mı?
Muhtemelen ikisi de o fırtınalı yıllarda defalarca söylemişlerdi bunu: Sensiz yaşayamam, ölürüm!
Ama yaşamışlardı işte. Ta ki o telefona kadar!
Hayatının son baharında aklında belli ki hala Mimi var.
Acaba Darc daha önce ölmemiş olsaydı, Delon “sessizce cehenneme gitme” isteğinde ısrarcı olur muydu?
Bir erkeğin yaşamında, sevdiği özel bir kadın olmadığı zaman bunun eksik bir yaşam olacağını düşünürüm.
Öte yandan, kadın-erkek ilişkilerinde cinselliğin önemli olmadığını söyleyecek kadar saf birisi de değilim.
İnsan türünün erkeği, kadından farklı olarak, sırf cinsel arzuları için bile bir kadının arkadaşlığına ihtiyaç duyabilir.
Ama gün gelip libido elimizden uçup gittiğinde bile yine de yaşamımızı paylaşacak, konuşup dertleşebileceğimiz, zekâmızla etkilemeye çalışacağımız bir kadının varlığına ihtiyaç duyarız.
Alain Delon, onca yakışıklılığına ve servetine rağmen elindekinin değerini zamanında bilememiş olmanın ruhunda yarattığı derin sıkıntı yüzünden mi ötanaziyi düşünmüştü acaba?
***
Kendime bir ölüm sahnesi tasarlama olanağım olsaydı Bob Fosse’un müthiş müzikali “All That Jazz”ın final sahnesini seçerdim.
Kim bilir belki Fosse da, kendisine böyle bir sahne tasarladığı için filmi öyle çekmişti.
Cehenneme sessizce gitmek yerine, etrafın dostların, arkadaşların, sevdiklerinle çevriliyken olabildiğince gürültü çıkararak gitmek daha iyi olurdu gibi geliyor bana.
Filmin kahramanı müzikal yönetmeni Gideon’u, Roy Scheider canlandırıyordu…
Gideon, bütün yaşamını kendisini mahvetmeye adamıştı.
Paketlerce sigara, şişelerce içki, sabahlara kadar çalışabilmek için kutularca uyarıcı ilaç ve o kadından bu kadına koşan ama asla derinleşemeden öbür ilişkiye atlayıveren bir yaşam.
Filmin son sahnesinde Gideon’un yaşamda karşılaştığı herkes bir tiyatro salonunda toplanmıştı.
Dansçı kızlar, arada yattığı fahişeler, sevgilileri, karısı, kızı, yapımcılar, yönetmenler, set işçileri, ışıkçılar, senaristler, yakın – uzak akrabalar, arkadaşları.
Sahne, Gideon bir yatağın üzerinde yatarken açılıyor.
Sonra “ölüm meleği Anjelik” çıkıyordu ortaya… Gelinlik diye niteleyebileceğimiz bir beyaz giysi içindeki “ölüm meleği Anjelik” Jessica Lange’dan başkası değildi… Ölüm meleğinin böylesine kaç erkek “hayır” diyebilir ki zaten?
Fonda hemen hatırlayacağınız şu şarkı çalıyordu: “Bye bye love, bye bye happiness, hello loneliness, I think I’m gonna die...”
“Elveda aşk, elveda mutluluk, merhaba yalnızlık, galiba ölüyorum…”
Şarkı ve dans biterken seyircilerin ayağa kalkıp gösteriyi çılgınca alkışladıklarını görüyorduk sonra… Ve seyircilerin arasından koşarak geçen, kimisiyle el sıkışıp, kimisiyle sarılıp öpüşerek vedalaşan Gideon…
Sonra Anjelik’in kollarına giriyor ve uçaklara binerken geçtiğimiz körüklere benzer bir tünelden öbür tarafa geçip gidiyordu…
Geride ağlayan kadınlar, perişan bir minik kız ve sevincini belli etmemeye çalışan rakipler bırakarak…
Onun için Alain Delon’un, o son an ile tek başına yüzleşmek istemiyor olmasını gayet iyi anlayabiliyorum.
Yazımı internetten okuyanlar bu linki tıklayarak, o muazzam final sahnesinin tadını çıkarabilirler. Kâğıttan okuyorsanız, online aboneliğin böyle avantajları da olduğunu aklınızda tutarak, bir zahmet bu linki tarayıcınıza yazın:
https://www.youtube.com/watch?v=4XAQ4vFQEJo
***
“Mükemmel Bir Cenaze Töreni İçin Play List” başlığını taşıyan bir uzun öykü yazmaya çalışıyorum.
Öncelikle kendim için yazıyorum bu öyküyü. Yayınlanmasa daha iyi olur diye düşünüyorum, özel bir şey çünkü.
Bir de işin benim için eğlenceli tarafı var tabii. Ben dünyaya veda ettikten yıllar sonra kitaplarımın, eski dosyalarımın arasında tesadüfen bulunsun istiyorum sanırım.
Geride kalanlara küçük bir sürpriz yani!
Ancak öykü bir türlü bitmek bilmiyor.
Üç paragraf, beş paragraf ilerliyorum, sonra sil baştan!
Hayır, yazmaya başladığı bir hikâyeyi asla bitiremeyen kabız bir yazar olduğum için değil.
Sanıyorum nedeni, bu hikâyenin bitmesini de aslında hiç istemiyor olmam.
Fantastik filmlerde, bilim kurgu romanlarındaki gibi bir “uğursuz öykü” olmasından da çekiniyorum; bittiğinde sanki bu dünyadaki zamanımın da sonuna gelecekmişim gibi!
“Bye bye love” o hikâyenin şarkılarından biri.
Dedim ya belki de bu hikâyeyi hiçbir zaman tamamlamaya fırsat bulamadan öleceğim.
Hayal olarak kalacak.
Hayalci bir çocuktum, hayalci bir ihtiyar olarak çekip gitme hakkımı kullanacağım günün birinde.
Hâlâ yapamayacağım şeylerin hayalini kuruyorum ama sevdiğim insanlarla birlikte geçirdiğim sıradan anların bile bir değeri olduğunu anlayacak kadar olgunlaştım.
Hayallerim olmasaydı tatsız tuzsuz bir hayatım olurdu, buna eminim.
Ama geçip giden hayatımızın bugün önemsiz gibi gördüğümüz birçok anının da bir değeri var.
O anların da bir değeri olduğunu anlamak için mutlaka büyük acılar, kötü tecrübeler yaşamak gerekmiyor.
Yavaş yavaş “olgunlaşıyorum” galiba!
Bir sır vereyim, hikâyedeki şarkılardan biri de şu: Una notte a Napoli!
“Quanto tempo puo durare? / Quanto notti da sognare? / Quante ore, quante giorni?”
Ne kadar zamanımız var? / Kaç gecemiz hayaller için? / Kaç saat, kaç gün?”