08 Eylül 2024, Pazar Gazete Oksijen
26.07.2024 04:30

Yaz sıcağında uçuşan düşünceler

İçimizde birden çok kişiliğin barındığının farkında değiliz. Fark edenlere de “deli” muamelesi yapıyoruz. Oysa tek hayatın içine başka yaşamlar sığdırabiliriz. Portekizli yazar Pessoa sığdırmış, kimse de onu tımarhaneye kapatmamış. Açıkçası bu konuda kendimi Pessoa’ya daha yakın hissediyorum

Yaşamak, bir başkası olmaktır. Ve insan bugün, dün hissettiği gibi hissediyorsa, hissetmek olanaksızdır. Dün hissedileni bugün de hissetmek, hissetmek değil, dün hissedilmiş olanı bugün de anımsamaktır yalnızca. Artık yok olmuş olan dünkü hayatın canlı cesedi olmaktır.”

Bu alıntı, Portekizli yazar Fernando Pessoa’dan.

Bir de şu sözünü not etmişim:

“Yaşamın gizli anlamı, yaşamın hiçbir gizli anlamı olmadığıdır.”

Pessoa'nın içindeki dörtlü

Pessoa ben doğmadan 21 yıl önce ölmüştü ancak onunla oturup bir kahve içmişliğim var.
Lizbon’da, Praça Luis de Camoes’teki Cafe A Brasileira’nın önündeki kaldırımda her gün oturup kahvesini içerken, gelip geçeni izlermiş (Meydana adı verilen de Camoes Portekiz’in milli şairi, 1524-1580 yılları arasında yaşamış).

Pessoa’nun hayattayken oturduğu masanın yerinde şimdi bir heykeli var.

Bir kahve masasının yanında bacak bacak üstüne atmış, önünde kahve fincanıyla oturuyor.

Benim gibi turistler de bir kahve söyleyip o masada oturabiliyorlar.

Sabah çok erkenden kahvenin açılış saatini bekledim ki fotoğraf çektirmek için kuyruğa dizilen turist baskınına uğramadan, onunla baş başa bir kahve içeyim.

Kahvemi içtim ama benimle hiç konuşmadı.

Ben kendi kendimle konuştum durdum.

Pessoa kendisinden tamamen bağımsız hareket edebilen ve her biri ayrı bir dünya görüşüne sahip, kendilerine özgü üslupları olan bir dizi yazar yaratmıştı.

Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis ve Bernardo Soares.

Bunlar Pessoa’nın arkalarına saklandığı “mahlaslar” değil, kendilerine özgü kişilikleri olan “varlıklar” idi.
Birbirlerinden bağımsız tarzda eserler veren bu şairler birbirleriyle sert tartışmalar da yaparlardı.

Hatta Alvaro de Campos ile Alberto Caeiro arasındaki bir söz düellosunda Pessoa’nın gerçek gözyaşları döktüğü de bir gerçek.

Filmlerde gördüğümüz çoklu kişilik sendromuna benzer bir şey gibi sanki.

Şöyle bir şiiri de var:

“Sayısız insan yaşar içimizde, hissetsem de düşünsem de bilemem kim düşünür içimde kim hisseder. Düşünceler ya da hisler için yalnızca sahneyim ben.

Ruhsa, birden fazla var bende.
Ben’se benden daha fazlası.
Herkes kayıtsız oysa yaşadığım hayata:
Susturuyorum onları,
kendim konuşurken.”

Bu şiiri Eren Arcan’ın Dipnot Kitap Kulübü’nün internet sitesinde Pessoa üzerine yazdığı yazıdan aktardım.
Alberto Caeiro kişiliği bir gece yarısı doğmuştur, Pessoa ona “Ustam” diyor. Kent dışında yaşayan bilge bir çobandır kendisi.

Alvaro de Campos tabiat âşığı, denizci ve biseksüeldir.

Ricardo Reis sürgün, ateist, münzevi bir kişiliktir.

Bernardo Soares ise bir muhasebecidir, denemeler ve şiirler yazar.

Pessoa’nın hissetmekle kalmayıp bir de hayat verdiği kişiliklerinin benzerleri hepimizin içinde olmalı diye düşünürüm.

Belli ki o bizim farkına varamadığımız bir şeyi ayırt edebilmiş.

Düşülebilecek en büyük tuzak

Biz sıradan insanlar bize öğretildiği gibi yaşarız.

Önceden tarif edilmiş görevlerimiz var.

Çocuk olarak, öğrenci olarak, yetişkin ve çalışan olarak neler yapabileceğimiz tanımlanmış.

Bunun dışına çıkarsanız en sempatiği bile “afacan çocuk” diye nitelendirilmek olur.

Öğrenci, yetişkin ve bir çalışan olarak tarif edilmiş görevlerinin dışına çıkarsan mecazi anlamda da olsa yakarlar adamı.

Sevgili, eş, ebeveyn olarak neler yapmamız gerektiğini de biliyoruz.

Tarif edilmiş sınırların içinde kalırsak herkes bizi beğenir. Dışına çıktığınızda yine en sempatiği “eksantrik adam doğrusu” diye nitelendirilmek olur. Tuhaf, garip, “freak” ve daha bir sürü şey.

Zaman zaman bize öğretilenlerle içsel çatışmalar yaşasak da kendimizi bunun dışına çıkarabilmemiz, başka insanlar olabilmemiz de söz konusu olmuyor.

İnsan, kendisine soru sorabildiği ve bu sorulara tutarlı, geçerli yanıtlar verebildiği kadar kendisidir diye düşünürüm. Hindu Krishnamurti’nin dediği gibi: “Siz neyseniz, dünya odur. Görmek için hiçbir sanısı, hiçbir kuralı olmayan bir zihin gerekir.”

Onun ötesi rol yapmaktan ibarettir: Yaşıyormuş rolü yapmak!

Öğretilmiş davranışları, öğretildiği gibi tekrarlamak ve kendisine başkaları (artık buraya istediğinizi koyun: Çevre, aile, iş yaşamı, düzen vs.) tarafından tanımlanan alanın dışına çıkmaya çaba gösterememek, insanın yaşamında düşebileceği en büyük tuzak.

Ve bu öğretilmiş görevlerimizi yerine getirirken farkına varmadan, kendi yakınlarımıza da “hayat biçimleri” tarif ediyor, onlardan buna uygun davranmalarını bekliyoruz.

Bizden beklendiği gibi davranmak istemediğimiz zaman kaşlar çatılıyor, parmaklar sallanıyor!

Davranışlarımızın sorgulanmadan kabul edileceğini hayal ederken, burnumuzu kapanan bir kapıya çarpabiliyoruz.

Yalnız kalmak ile tehdit ediliyoruz.

Kendimizi bir çileci gibi cezalandırmakta olduğumuzu bile fark etmeden, içimizdeki diğer kişilikleri baskı altına alıyor, kafalarını güneşe çıkarmalarına izin vermiyoruz.

Bizler için yaşam, bilinenler ve anlaşılanlar üzerinde direnmekten, hep o aynı günlük tekdüzelikten alınan ve tadını da tam çıkaramadığımız doyumdan oluşuyor!

Çoğumuzun aşkı da birbirine benziyor çünkü ne yapacağımız, nasıl davranacağımız romanlar, filmler, şiirler, şarkılarla bize öğretiliyor.

Birden çok kişiliği içimizde barındırmakta olduğumuzu bile fark edemiyoruz.

Bunu fark edenlere de “deli” muamelesi yapmak bir genel kural.

Öğretilenleri aşamıyorum!

Bütün mesele bir tek hayatın içine başka yaşamlar da sığdırabilip sığdıramayacağımızla ilgili. Bize sığdıramayacağımız öğretiliyor.

Ama bakın Pessoa sığdırabilmiş işte, kimse de onu bir tımarhaneye kapatmamış.

Doğrusunu isterseniz kendimi Pessoa’ya daha yakın hissediyorum.

Sanki birçok kişilik var içimde ama dedim ya öğretilenlerin dışına da bir türlü çıkamıyorum!

Yunus Emre’yi anmadan bitiremezdim bu yazıyı:

“Beni bende demen, bende değilim
Bir ben var bende benden içeru”