04 Kasım 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
27.01.2023 04:30

Emeritus Profesör Faruk Birtek: Boğaziçi işgal ediliyor, içim kan ağlıyor!

Tam 45 yıl önce Yale’i bırakıp geldiği günden bu yana, Boğaziçi’ni Boğaziçi yapan hocalardan biri olmuş Emeritus Profesör Faruk Birtek. Ama artık ne derslere girebiliyor, ne ‘resmi’ olarak bir odası var. İsminin yazdığı tabela sarı kapıdan çoktan sökülmüş, orası artık Sosyoloji Bölümü’nün deposu!

45 yıl olmuş Boğaziçi Üniversitesi’nde hocalığa başladığı günden bu yana... Yale Üniversitesi’ni değil, Boğaziçi’ni tercih etmiş, “Ya Amerikalı olacaktım, ya Türkiyeli” diyor. Türkiye’ye gelmiş, sebeplerden en önemlisi de ‘Boğaziçi’nin Boğaziçi’ olması... Böyle tarif ediyor, artık kapısında adının yazmadığı odada... Artık orası, ‘Sosyoloji Bölümü’nün deposu!’ Yıllarının geçtiği o odadan atıldı Emeritus Profesör Faruk Birtek. O oda ki, hâlâ öğrencilerle, öğretim görevlileriyle dolup taşıyor!
Peki ne gerekçeyle uzaklaştırıldı Faruk Hoca Boğaziçi’nden, neredeyse yarım asır sonra... Soruyorum, cevabı “Ne gerekçesi?.. Yok ki gerekçe! Yukarıda da yok gerekçe, aşağıda da yok! Gerekçesiz bir Türkiye’de yaşıyoruz” oluyor. Ona göre zaten bütün mesele burada...

Artık ne derslere girebiliyor ne de odasının kapısında isminin yazdığı bir tabela var. Ama Faruk Hoca’nın son kalesi olan bu oda hiç boş kalmıyor, hep dolu, öğrencileriyle, öğretim görevlileriyle... Gerekçesiz infazını bekleyen bir aydın o, ama yalnız değil!

Onunla önceki buluşmalarımızda o kadar çok şey konuşmuştuk ki, yine öyle olur sandım. Öyle de oldu yine ama o kadar üzgün ve en kötüsünü bekler bir halde ki, daha çok sohbet, hatta belki de dertleşme diyelim... Şimdi o depoda, tedirginlik içinde, son kalesinden de çıkartılacağı günü bekliyor. Ölümü bekler gibi!.. Edebiyat yapmıyorum, öyle. Sözü ona bırakayım: “Benim bütün hayatım öğrencilik ve hocalıkla geçti. Beni ne tanımlar derseniz, en önemli şey hocalıktır... Öğrencilerimden uzak kaldım, onlar benim canım, can suyum. Ben bu odada, bu üniversitede hayat buluyorum... Benim can suyumu kestiler... Şimdi bu depoyu da kapatmalarından çok korkuyorum. Hayatım biter buradan da çıkarsam. Bu oda da giderse, bu ölüm olur benim için!”

“Hocalık parayla sopayla olmaz, şevkle, inançla, sevgiyle olur”

Hocam, Youtube’da izlediğim 'Fetih Boğaziçi' paylaşımında söyledikleriniz beni derinden etkiledi. Özellikle bir cümleniz… Diyorsunuz ki, “Öğrencilerimden uzak kaldım. Onlar benim canım, can suyum… Benim can suyumu kestiler…” Neden böyle oldu? En baştan başlayalım mı konuşmaya…İstanbulluyum. İngiliz Erkek Lisesi vardı, 7 sene orada okudum. Sonra Anadolu Lisesi oldu… Ardından İngiltere ve Amerika’ya gittim okumaya. Babam doktordu, annem ev kadınıydı...


Yale’de nasıl hoca oldunuz?
İyi talebeydim ya, nasıl olmayayım! Kütüphaneden çıkmazdım, sürekli okurdum... California, Berkeley Üniversitesi’nde sosyoloji okurken üstüme defalarca kütüphane kapanacak kadar tutkulu bir öğrenciydim. Ardından Cambridge’te iktisat okudum.


Peki Türkiye’ye dönmeye nasıl karar verdiniz?
Baktım 35 yaşına gelmişim, tamam bitti. Ya Amerikalı olacaktım, ya Türkiye’ye dönecektim. Bu kadar basitti... 1978’de Türkiye’ye geldim. Uçaktan iner inmez de Boğaziçi Üniversitesi’ne geldim. Henüz kendime bir ev bile bulmadan doğruca okulun yolunu tuttum ve Boğaziçi’ndeki ilk dersimi, sosyal antropoloji dersini verdim.


Kaç yıl ders verdiniz?
Boğaziçi’nde 45 yıl. Ama ben ders vermeye 1973’te başladım. Berkeley Üniversitesi’nde doktora öğrencisiydim, bana ders verdiriyorlardı. Çünkü parlak öğrenciydim, iddialı öğrenciydim. Allah’a şükür artık o kadar iddialı değilim. İyi bir şey değil. Orada ders verirken, duymuşlar beni, Yale’den telefon ettiler, “Gelir misin buraya?” diye, ben de öyle gittim. Niyetim yoktu aslında hocalığa...


Ne yapacaktınız peki?
Bilmiyorum. Ama ben doktora yaptığımda da akademisyen olmak için, hoca olmak için doktora yapmadım. Sevdiğim için doktora yaptım. Üniversite ortamında olmayı seviyordum, öğrenmeyi seviyordum, tartışmayı seviyordum. Üniversite adeta evimdi benim... Karşılaştırmalı tarih sosyolojisi, sosyal ve siyasal teori alanlarında eğitim gördüm. Ama belki gazetecilik yaparım, belki siyaseti denerim diye düşünüyordum. Siyaset hep vardı kafamda. Ama 17 yıl sonra Türkiye’ye döndüğümde çok değişmiş, daha demokratikleşmiş bir ülke gördüm. Bitmişti benim yapacağım siyaset. Ben 1961’de Amerika’ya giderken, Türkiye’de hâlâ oligarşik sistem devam ediyordu... Lise son sınıf öğrencisiyken sokaktaydım. Menderes’e karşıydım. “Olur mu bu, olur mu? Kardeş kardeşi vurur mu?” diye sloganlar atardık. Gözüm yaşarıyor bugün bunu söylerken… Şimdi öğrencilere, “Biz aruz vezniyle atıyorduk slogan, siz hece vezniyle atıyorsunuz” diyorum. Gülüyorlar...

Türban yasağına karşı çıkanlardan biriydi Faruk Hoca. “Ne yapsın türbanlılar, babaanneleri gibi evde oturup kestane mi pişirsin?” diye savunuyordu öğrencilerin haklarını... Elbette hâlâ aynı fikirde... Peki ne istiyorlar Boğaziçi’nden? İşte cevabı: “Boğaziçi’ni ele geçirmek istiyorlar. Çünkü çocukların Boğaziçi’ne gelince kafaları açılıyor, işte bundan rahatsızlar. O sebeple, kılıfı tutacaklar, içine kendileri girecekler. Zira bu üniversitenin prestijinden vazgeçemezler.”


Peki siyaseten nereye yakındınız?
Tabii ki sol! Sol neredeyse oradaydım. Halk Partili’ydim. İsmet İnönü vardı, çok büyük adamdı. Bize hukuk çerçevesinde muhalefet yapmasını öğretti. Ben siyasi düşüncemi ve bilincimi İnönü’nün muhalefet döneminde edindim. Yaptığı muhalefet muhteşemdi. Tamamen doğru olanı gösterirdi. Şaşmazdı, çok prensipli adamdı.
Peki hocam, 45 yıl sonra, ne oldu da dersleriniz kesildi Boğaziçi’nde? Size ne gerekçe gösterdiler?
Ne gerekçesi ya! Yok ki gerekçe. Yukarıda da yok gerekçe, aşağıda da yok. Gerekçesiz bir Türkiye’de yaşıyoruz. Ama şunu biliyorum ki Boğaziçi başka bir üniversite, onun için yıkmak istiyorlar.


Ne hissediyorsunuz?
Çok üzgünüm. Öğrencilerimden koptum… Kapım hâlâ açık, öğrenciler geliyor ama ders verememek çok kötü. Daha ne olsun? Benim bütün hayatım öğrencilik ve hocalıkla geçti. Beni ne tanımlar dersen, en önemli şey hocalıktır. Ben hocayım. Öğrenciler benim canım, can suyum. Benim can suyumu kestiler.


Asıl öğrenciler için kayıp…
Hayır, ben kaybediyorum. Gençler telafi ederler, benim zamanım kalmadı artık. 80 yaşındayım...


Böyle demeyin ne olur… Kiminle telafi edecekler hocam?
Ederler canım. Dünya kocaman… Ama şunu anlamıyorlar, hocalık ne sopayla yapılır, ne para pulla... Hocalık şevkle, aşkla, sevgiyle yapılır. Eğer böyle yapılırsa iyi olur, düzgün olur... Bu neyi sağlar? İki yıldır Boğaziçi’nde gördüğünüz duruşu sağlar. Boğaziçi 12 Eylül 1980 darbesinden sonra çok fazla baskıya maruz kaldı. İlk kez o zaman Ankara’dan bir rektör atandı üniversiteye. Biz ona karşı ayaklandık. O rektör, rektörlükte oturuyordu. Biz alternatif toplantı yapıp kendi rektörümüzü seçtik...
İlla hocalar sakalını kesecek diye baskı yapmış, siz de “Bu sakal çok rektör gördü, daha da çok rektör görür” diye karşı durmuşsunuz...
Öyle... O zamanki baskılar mevcut hocaların Boğaziçi’ni terk etmesi için planlı olarak yapılıyordu tabii... Bugünkü Boğaziçi o dönemde direnen hocaların eseridir. Türkiye’de YÖK mücadelesi veren, rektör atamalarına karşı çıkıp seçim sistemine geçilmesini savunan ve bunun için mücadele veren tek okul Boğaziçi’dir...

Revir olarak kullanılırken, alıp yaptırdığı ve gurur duyduğu odasının olduğu o binanın önünde poz veriyor Faruk Hoca... Fotoğrafçı arkadaşım merdivenlerin önünde, binayı da alacak bir kare istiyor. Dönüyor bana Faruk Hoca, “Merdiven şiiri Ahmet Haşim’indi değil mi?” diyor ve başlıyor mırıldanmaya... “‘Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden... Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak... Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...” Ne şiirdir ama... Ne hoca ama...

Ankara’dan atanan rektör yıllarca Boğaziçi’nde oturdu, biz Boğaziçi hocalarını temsilen beş kişilik bir heyet olarak 1991’de Demirel’e gittik, o zaman başbakandı, durumu anlattık. Dedik ki, “Biz kendi rektörümüzü kendimiz seçmek istiyoruz. Sebebi şu, biz hocaların çalıştıkları kurumun sahibi olmalarını istiyoruz. Bu yüzden de seçimi hocalar yapmalı ki, seçtikleri insan da o üniversitenin bir parçası olsun.” Tabii biz karşıydık Demirel’e… Çok muhaliftik malum. Ama o çok devlet adamıydı. Çok efendi adamdı. Bizi dinledi. Bu çok önemli bir şeydir... Bizi anladı ve kapıya kadar geçirdi. Sonra yönetmelik değişti ve bizim seçtiğimiz rektör kabul edildi.


Peki ya şimdi?
Boğaziçi’ni ele geçirmek istiyorlar, kılıfı tutacaklar, içine kendileri girecekler. Çünkü bu üniversitenin, Boğaziçi’nin prestijinden vazgeçemezler. Onun için onu tutacaklar, binaları tutacaklar, buraya otel falan yapamazlar ama içine kendi adamlarını sokacaklar. Şimdiden dekanlarını, bölüm başkanlarını attılar, kendi adamlarını dışarıdan getirtip oturtuyorlar. Böyle bir şey olamaz!
Boğaziçi’nde hocalar nasıl atanır? Bu evvela bölüm kurulunda tartışılır, sonra fakülte kurulunda tartışılır, en son senatoda tartışılır. Süzülür süzülür hocalar öyle atanır. Bunlar, hop tepeden öyle indiriyorlar. Papa Noel gibi bacadan giriyor hocalar. Böyle bir dünya burası artık.
Boğaziçi’nde bir gecede hukuk ve iletişim fakültesi kurulduğu söyleniyor. Peki neden hukuk ve iletişim?
Çünkü bu bölümler Türkçe olacak da o yüzden. Türkçeleştirmek istiyorlar eğitimi. Bunların derdi şu, muhafazakar ailelerin çocuklarını kümese kapatmak istiyorlar. Çünkü o çocuklar buraya gelince kafaları fevkalade açılıp beynelmilel insan oluyorlar. Kümesten kaçıyorlar. İşte bu üniversitenin o kapıyı açması onları çok rahatsız ediyor… Çocuklar muhafazakar ailelerden geliyorlar ama tamamen değişiyorlar. Benim en çok sohbet ettiğim, en iyi öğrencilerim onlar. Çünkü ben de onlardan çok şey öğreniyorum. Ben bilmiyorum o dünyayı, nereden bileyim? Benim gibi insanlar, biz tek kanaldan, Avrupalı olarak gelmişiz dünyaya, orada devam ediyoruz. Bu çocuklar iki dünyayı da biliyorlar, muhafazakar küçük köyleri, kasabaları biliyorlar, burayı da öğreniyorlar. Onun için iki yoldan gidiyorlar. O çok iyi bir avantaj. Kafa açıyor. Ne kadar çok dünyayı bilirsen, kafan o kadar açılıyor. Onun için çok kıymetli çocuklar... Benim gençlikten büyük ümidim var. Hele belirli obaların içine gömülmemiş gençler çok farklı.


Oba derken?
Obayla, partizan gruplardan bahsediyorum... Yobaz bir obanın içine girmemiş gençlik fikren serbest. Onlar yeniyi arayan, kafaları açık çocuklar. Türkiye’nin en büyük şansı bu gençlik. Ama onlara katiyen iyi eğitim vermiyoruz. Onlar yine de kendilerini yetiştiriyorlar. O bakımdan Türkiye’nin istikbalini çok iyi görüyorum. Parlak demeyeceğim. Parlak olması zor. Ama kendi parlaklığı yeter. İnsanların açık kafalı olmaları temin edildikçe bu olur. En mühim husus o. Gençlerin açık kafalı olmaları, cehaletten çıkmaları, yobaz olmamaları ve karşı tarafı dinlemesini bilmeleri... Bu gençlikte o var. Aralarında kavga ediyorlar ama diğer sesi duyma becerisi var bu gençlikte. Biraz da bence AKP’ye de tepki bu. Yani Erdoğan’ın müstebit rejimini gençlik kabul etmiyor.


Peki Boğaziçi’nden yola çıkarak Türkiye’nin yarınını nasıl görüyorsunuz?
Bugünden Türkiye’nin yarınını öngörme imkanı yok artık. Çok hızlı bir değişim var. Seçimler çok önemli olacak tabii. Herkesin dediği gibi... Boğaziçi’nde olanlar Türkiye’nin halini çok iyi anlatıyor. Ama Türkiye’deki değişim çok daha büyük, Boğaziçi’nde öyle büyük bir değişim olmadı. Adamlar zorluyorlar ama değişim tepede kalıyor, aşağıya inmiyor. Etkileri yok. Çünkü öğrenciler çok iyi…


Seçimlerde değişim bekliyor musunuz peki?
Hiç bilmiyorum ne olacağını. Ekonomik durum seçime nasıl etki eder bilmiyorum. Orada açmaz var. İşsizlik var. Açlık var... Bir şeyi daha hatırlamak lazım, cumhuriyet döneminde gelir farklılaşması hiç bugünkü kadar kötü olmamıştı. Zenginlerle fakirler arasındaki mesafe hiç bu kadar fazla olmamıştı. İnanılmaz bir zenginleşme, palazlaşma furyası var. Orta halli kalmadı artık, yok bitti.


“Niye okullarda bedava yemek verilmiyor? Bu gaddarlık niye?”


Artık orta gelirli olabilmek için 60-70 bin lira aylık geliriniz olmalı deniyor…
Çok fena… İnsanlar yiyecek yemek bulamıyor. Okullarda hâlâ çocuklara bedava bir öğün yemek verilmiyor. Bu gaddarlık niye? Sırf teklif muhalefetten geldi diye… Olacak iş mi bu? Çocuk evinde beslenemiyor, peki nerede beslenecek? Müslümanlıkla bağdaşmayacak işler görüyoruz. Ben inançlı bir insan değilim ama Müslümanlığın en güzel tarafı meşveredir, tartışmadır. Meşvere yok AKP’de. Sadece Halk Parti karşıtlığını kendilerine düstur edinmişler.

Peki seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılacak olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
14 Mayıs’ı kutsayan çok insan var, bunu anlıyorum. 14 Mayıs 1950’de, tek partili dönemden çok partili döneme geçişin dönüm noktası olan önemli bir seçim yapıldı. Türkiye’de iktidar değişti. Demokrat Parti, Menderes geldi. Bir otoriter rejimin seçimle değişmesi, dünyada çok az yaşanmıştır. Bu sebeple 14 Mayıs önemli bir gün. Şimdi AKP’liler de o kanattan geldiklerini iddia ederek, bundan istifade etmeye çalışıyorlar. Demokrat Parti’nin açtığı kapıdan geçmeye çalışıyorlar ama ne yazık ki artık demokrat değiller. Tamam, CHP’nin tek parti döneminde otoriterlik vardı. Ama onlar legaliteden kopmadılar. Oysa artık hukuk bitti, hukuk yok Türkiye’de. Adalet yok. Ben yaptım oldu diye hukuk olmaz. 80 yaşındayım, böyle bir dönem görmedim. 12 Eylül darbesinden sonra, askerlerin döneminde bile yargı daha bağımsızdı. Yargı olmayan yerde devlet yoktur. Bir devletin temel taşı hukuktur. Bugün Türkiye devletsiz, başıboş… Çünkü yargı yok.