05 Aralık 2025, Cuma
27.10.2025 04:43

Yaslarını tutabilmek için adil bir karar bekliyorlar!

A+ Yazı Boyutunu Büyüt A- Yazı Boyutunu Küçült

36’sı çocuk tam 78 canı hayattan koparan Kartalkaya’daki otel yangını, geride kalan çocuklar, analar ve babalar için hala sönmüş değil. İçlerini bir nebze soğutacak tek bir şey var, tüm sorumluların hak ettikleri cezayı alması... O gece canından çok sevdiği oğlu Eren’i kaybeden Eray Bağcı, “Hala odasına giremiyoruz. Mezarını bile yaptıramadık. Sanki yaptırmak ölümünü kabullenmek gibi olacak. Biz artık acımızı çekmek istiyoruz. Tüm sorumlular cezalandırılsın ki biz de yasımızı sonsuza kadar tutabilelim” diyor


“Ne olur kurtar beni baba yanıyorum!..”, “Anne ölmek istemiyorum!..”, “Biz buradan çıkamayacağız galiba, ölüyoruz!..”, “Seni çok seviyorum anne...” Ve daha nicesi... Bunlar ölmeden önceki son mesajlar, annelere, babalara, eşlere, arkadaşlara gönderilmiş. Bir cehennemin içinde, hayatlarının son anlarında attıkları son mesajlar! Ve bu mesajları atanlardan hiçbiri yok artık aramızda... 

Bu sebepledir ki, bu hayatımda yazdığım en zor yazılardan biri... Neden söz ettiğimi anlamışsınızdır, Kartalkaya’daki o korkunç otel yangınından, 36’sı çocuk, 78 canın feci şekilde öldüğü o felaketten bahsediyorum... O yangın söndü, ama geride kalan yüzlerce insan hala için için yanmaya devam ediyor. Bu ateş pazartesi günü görülecek duruşmada yine alevlenecek... 

Ancak konuşabilecek gücü bulabilenler... 

Bir daha böyle bir felaket tekrarlanmasın, bu kez sorumluları gerçekten hak ettikleri cezaları alabilsin diye yazıldı bu yazı... Başka canlar da bu şekilde ölmesin diye... O sebeple ölenlerin yakınlarını, o yaraları yeniden kanatacağımı bile bile aramak zorunda kaldım. Biliyordum ki, pek çoğu hala konuşacak halde değil, kimisi daha çocuklarının, eşlerinin öldüğünü bile kabullenebilmiş değil. Mesela o yangında kızını ve eşini kaybeden, üzüntüden kanser olan 49 yaşındaki Rıfat Doğan, “Mezarlarını hala yaptıramadım. Sanki yaptırmak kabullenmek gibi olacak” diyor... “O aklıyla, kalbiyle, vicdanıyla, hayallerimizin ötesinde bir genç adamdı...” diye tarif ettikleri 15 yaşındaki tek çocuklarını kaybeden Eray ve Ezgi Bağcı da henüz bir mezar yaptırmamış. Aynı sebeple... 15 yaşındaki kızını, 13 yaşındaki oğlunu ve ayrıldıkları halde “O benim en sevdiğim dostum” dediği eski eşini alevlere kurban veren Duygu Can’ın göz yaşları içinde söyledikleri ise insanın içini yakıyor: “Evlatlarımın mezarlarının yanına kendi mezarımı da aldım. Onları ziyarete gittiğimde kendi mezarıma da çiçek bırakıyorum. Toprak beni de çeksin diye...” 

Rıfat Doğan “Ben çocukta ve eşte nirvanaya ulaştığımı düşünür, kendimi şanslı hissederdim.
Şimdi ise acının nirvanasını yaşıyorum. Mümkün olsa ölüp gideyim, kızım yerime gelsin” diyor.

 

Rıfat Doğan, “78 can gitti. Sorumlular olası kastla yargılanmalı” diyor. (Fotoğraf: Abdullah Tepeli)

 

Doğan eşi ve kızıyla en mutlu anlarından birinde çekilmiş fotoğrafı, yaptırdığı dövmeyle artık kolunda taşıyor.

 

“Ben ne biçim anneyim ki,
kötü bir şey olacağını hissetmedim!” 

O kayıpların hepsinin yakınlarıyla konuşmak, acılarına ortak olmak isterdim. Ancak konuşabilecek gücü kendilerinde bulabilenlerle görüşebildim. Kendi mezarına çiçek bırakan Duygu Hanım’la başlayayım... 15 yaşındaki kızı Nehir ve 13 yaşındaki oğlu Doruk’un karneleri çok iyi gelince babaları Yılmaz Sarıtaş, Kartalkaya’da tatile götürmeye karar veriyor. Duygu Hanım şimdi o günü anlatırken, “Kendimi suçluyorum. Ben ne biçim bir anneyim? Annelerin içine kötü bir şeyler olacağı doğar. Ben niye hissetmedim? Neden onları gönderdim, göndermeseydim ya... Olsun, onlar bana küsseydi... Ben niye hayattayım? Ben niye onlarla birlikte değilim? Sürekli bunları düşünüyorum... Sonra mahkeme salonunda, o otelin yönetim kurulunda yer alan, kendileri de anne olan o üç kadının gözlerine bakıyorum... Birer damla bile yaş yok. İnsan taş olsa çatlar. Ben kendimi suçlayacak bir şeyler buluyorum ama 78 insanın öldüğü o otelin sahiplerinde bu yok!” diyor.  

Duygu Can, oğlu Doruk kızı Nehir

 

Doruk, Nehir ve babaları Yılmaz Sarıtaş

 

“Yangın var, odalarınızı boşaltın diye 
bağırsalar bile herkes kurtulurdu!” 

Bir an acıyla susuyor... Bundan sonrasını bırakın yaşamak, dinlemek bile öyle zor ki: “Benim kahraman oğlum bir saniyeye dört kelime sığdırmış: ‘Anne seni çok seviyorum!’ Muhtemelen umudunu kaybetmiş, sonunun ne olacağının farkında ve beni düşünüp bu mesajı atmış. O bir saniye içinde, o otelin yöneticileri sadece ‘Yangın var, odalarınızı boşaltın!’ diye bağırsalar, bugün o 78 canın belki de hepsi hayatta olurdu. Çok acıdır ki, bunu hiçbiri yapmamış. Benim 13 yaşındaki oğlumun cesaretini hiçbiri gösterememiş. Bu dava, evlatlarımızdaki is kokusunun davası. 2025 yılının Türkiye’sinde, kapısında ‘Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından denetlenmiştir’ yazan, güvenli ve çocuk dostu diye satışı yapılan bir otelde biz canlarımızı kaybettik. 21 Ocak bizim kıyamet günümüzdü. Ben o günde takıldım kaldım. Üç canımızı ayrı ayrı yerlerden aldık. Kızımın telefonu sinyal veriyordu, hayattadır diye umutlandık. Ama sinyalin geldiği yer morgdu! Ne söylesem eksik, ne söylesem inanılmaz, ne söylesem boş... Bu acı tarif edilemez... Biz bu yıl kızımın doğum gününü mezarı başında kutladık. Şimdi bunları anlatırken, ‘Kızım 15 yaşında mı demeliyim, yoksa 16 yaşında mı?’, onu düşünüyorum. Oğlumunkini de 1 Aralık’ta mezarı başında kutlayacağız... Biz küçücük bir aileydik. Ailemizin mottosu neydi biliyor musunuz? ‘İnsanları sevin, doğayı ve hayvanları koruyun, anneyi öpün!’ O kadar güzel huylu çocuklardı ki, onları hayran hayran izler gururlanırdım, ‘Bu çocukları ben mi yaptım?’ diye... Benim geçmişim bitti, geleceğim de bitti. Hayal kuracağım hiçbir şeyim kalmadı. Adı yaşamaksa bundan öncesi çok güzeldi, bundan sonrası yok...” 

“Ben babaların ahına güveniyorum!..
 Yüksel Abi’nin ahına güveniyorum” 

Yine hıçkırıkların kestiği uzun bir sessizlik... Ve sonra öğreniyorum ki Duygu Hanım çok sevdiği mesleğini, edebiyat öğretmenliğini bırakmış. Sebebi sadece bu tarifsiz acı değil, bir sorgulama... Bana dönüp soruyor: “Ben bu ülkenin evladı olmanın sonuçlarını yaşıyorum. İnanmadığım değerleri artık nasıl öğretebilirim?”  
Peki ya adalet? İşte Duygu Hanım’ın son sözleri: “İlla ki adalet tecelli edecektir. ‘Babaların ahı tutar’ derler. Ben çocuklarımın babası Yılmaz’ın ahına güveniyorum... Üç çocuğunu, bir gelinini, dört torununu kaybeden Yüksel Abi’nin ahına güveniyorum... Eşini ve kızını kaybeden, üzüntüden kanser olan Rıfat’ın ahına güveniyorum... Yangından sağ salim kurtulan ama geride kalanları kurtarmak için tekrar otele girdiklerinde çıkamayan tıp fakültesi öğrencisi Yiğit Gençbay ve makine mühendisi Alp Mercan’ın babalarının ve diğer tüm babaların ahına güveniyorum...” 

Sonrası mı?.. Sonrası yok...

O günden beri tek bir eşyanın
bile yeri değişmemiş bu evde 

Şimdi o babalardan biriyle görüşmeye gidiyorum... Onu aradığımda, “Gelin, istediğiniz yerde konuşuruz” demişti ve eklemişti, “Salı günü kemoterapi var. Genelde bir gün yatıyorum, sonra toparlanıyorum ama yine de hafta sonuna doğru görüşsek daha iyi olur...” 49 yaşındaki Rıfat Doğan, Grand Kartal Otel’deki yangında 45 yaşındaki eşi Ceren Hanım’ı ve 16 yaşındaki kızı Lalin’i kaybetmiş. Sonrasında çökmüş, neden sonra üzüntüden de öte bir terslik olduğunu fark etmiş kayınpederi. “Oğlum bir doktora görünsen iyi olacak” demekle kalmamış, birlikte gitmişler hastaneye... Anlaşılmış ki rektum kanseri... Şimdi bir yandan tedavi görüyor, bir yandan da sorumluların gerçekten hak ettikleri cezayı alması için mücadele veriyor. Eminim hatırlarsınız, yangından kaçmak için sarkıtılan o uç uca eklenmiş çarşafları... Çoğu ne yazık ki işe yaramamış ama o felaketin de simgesi olmuştu. Rıfat Bey, bu facianın unutulmaması için kendi inşaatlarından ikisine ölen 78 kişiyi simgeleyen 78 çarşaf asmıştı. O çarşaflar hala asılı ve dava sonuçlanana kadar da asılı kalacak...  

İşte geçen cumartesi günü Bolu’daki evinde ziyaret ettim onu... İlk dikkatimi çeken şey şu oldu. Ev tertemizdi ama tek bir eşyanın bile yeri değişmemişti. Tek bir kalemin bile! Eşi Ceren Hanım nasıl bıraktıysa öyle... “Kusura bakmayın, ben sizinle Kartalkaya’ya çıkabilirim sandım ama hazır değilmişim henüz. Bu katliam 78 canla sınırlı kalmadı, o günden sonra acıya dayanamayan üç baba hayatını kaybetti ne yazık ki! Bu acı benden de kanser olarak çıktı... Ben aslında şu an kendimi şanslı hissediyorum, onlara son kez sarılabildim, koklayabildim. Çünkü beden bütünlükleri tamdı. Pek çok insan bunu bile yapamadı! Çoğunun kim olduğu ancak DNA analizleriyle tespit edilebildi. Ama yine de ben kızımın ve eşimin üzerlerine sinen o is kokusunu asla unutamıyorum” diye giriyor söze... Sonra uzun uzun onları nasıl o otele götürdüğünü, kayak kıyafetlerini giyerken nasıl yardım ettiğini ve nasıl vedalaştıklarını anlatıyor. Biraz tebessüm görüyorum yüzünde, sanki bir aradalar o anda... 

Yangından önceki o son mesaj:
"İyi geceler bubacooimm!"

O tebessüm bir anda sönüyor ama ve acısı iyiden iyiye depreşiyor. Benim gözüm kolundaki koskoca bir dövmeye ilişiyor. Kızı ve karısıyla birlikte gülümsüyor! Dövmenin yanında da bir merdiven gökyüzüne yükseliyor, merdivende Rıfat Bey onlara doğru tırmanıyor. Sanki benim dövmeye baktığımı anlamış gibi devam ediyor anlatmaya: “Ben çocukta ve eşte nirvanaya ulaştığımı düşünürdüm. Kendimi şanslı hissederdim. Şimdi ise acının nirvanasını yaşıyorum. Nasıl bir acı bu biliyor musunuz? Hani olabilse ben ölüp gideyim Ceren’in yanına, kızımız Lalin benim yerime gelsin! Toz konduramazdık biz çocuğumuza, buz gibi toprağa verdik... Bıraksanız 24 saat ağlarım, bu böyle bir acı. Sonra kendi kendime diyorum ki, kızımın yokluğu öyle bir acı ki, sanki o çok sevdiğim karımın yasını hak ettiği ölçüde tutamıyorum...” 

Lalin onların gözbebeğiymiş. 16 yaşında Bolu Fen Lisesi’nde 11’inci sınıf öğrencisi, zeki mi zeki bir kız. Robert Kolej’i de kazanmış ama ailesinden ayrı kalmamak için gitmemiş. Çok vicdanlı bir çocukmuş, Lalin’in ardından başsağlığına gelen bir öğretmeni Rıfat Bey’e “Öyle sevgi dolu, öyle vicdanlı bir çocuktu ki, okuldaki tüm çalışanların, mutfaktan güvenliğe halini hatırını sorardı. Selam vermeden yanlarından geçmezdi. Onlar da çok üzgün, hepsi sizin acınızı paylaşıyor” demiş.  

Bunları anlattıktan sonra çöküyor Rıfat Bey. Devam edebilmek için biraz suskunluk gerek. Öyle yapıyoruz. O sessizliği Rıfat Bey bozuyor. Cep telefonundan kızının son mesajını gösteriyor bana. O gece yatmadan önce atmış Lalin, Rıfat Bey’in söyleyişiyle Laliş, belli ki çok mutlu Kartalkaya’da olmaktan, “İyi geceler bubacooimm” yazmış, bol bol öpücüklü emojiler göndermiş. O yangından birkaç saat öncesinde...  

“İnsan bir kapıyı tıklatmaz,
bir haber vermez mi?” 

Ve bugüne dönüyoruz, hesap gününe adım adım yaklaşılırken... “Eşim Ceren zaten turizmci... Eğer otelde eksiklikler olsa ilk fark edecek olan Ceren’di. Görüntüde her şey var çünkü. Yangın alarmı da, duman dedektörü de, yangın dolabı da... Ama çalışmıyor. Her yer ahşap, çok güzel ama yangına dayanıklı vernik kullanmamışlar. Halılar da perdeler de çok güzel ama yangına dayanıklı kumaştan değil. Çünkü üç kat daha pahalı... Devletten de milyonlarca lira teşvik almışlar ama güvenlik için bir kuruş harcamamışlar. Bir ihmaller zinciri var. Otelin tüm eksiklikleri tek tek kendilerine bildirilmiş. Yani biliyorlar ve bile bile önlem almıyorlar. Üstelik bunlar 60 yıldır, tam üç nesildir turizm işinde olan bir aile. Çocuklarının biri İsviçre’de turizm-otelcilik okumuş, diğeri turizm-işletme... Taş olsa bir şey öğrenir, hiç mi bir şey öğrenememişler? Çok yazık, çok... İtfaiyenin raporu var elimizde, tüm eksikleri gösteren... Bu rapor sana iletilmiş, eksikleri bildiğin halde nasıl hiçbir önlem almazsın? Nasıl müşteri kabul eder, insanların hayatını hiçe sayarsın? Hadi diyelim hiçbirini yapmadın, otelin her katında konaklayan ya bir yönetim kurulu üyesi ya da müdür var. Görmüşsünüzdür güvenlik kamerası kayıtlarını... Otelin genel müdürü Emir Aras ve otelin yönetim kurulu üyesi olan eşi Elif Aras, çocuklarını alıp odadan çıkıyor ve koşa koşa oteli terk ediyorlar. Elif Hanım kendi çocuğu dumandan etkilenmesin diye maske bile takıyor. Ve 7’nci katta, benim karımla kızımın kaldığı odanın önünden geçerek oteli terk ediyorlar. İnsan bir kapıyı çalar, bir bağırır, bir ses verir... Bu nasıl bir vicdansızlık anlayamıyorum. Otel sahipleri 12’nci katta kalan çocuklarını, torunlarını, yakınlarını bile kurtardılar. Benim 7’nci kattaki canlarımı, diğer güzel insanları ölüme terk ettiler. Hala aynı bencillikte, aynı kibirde kendilerini savunuyorlar mahkemede” diyor.

Yangında kızını ve torununu kaybeden Sema Şahin ilaçlarla ayakta durabiliyor.

 

“O beş vicdansız aymaz
olası kasttan ceza almalı” 

Bu ayrıntıları anlattıktan sonra hukuki sürece dönüyor Rıfat Bey. “Biz intikam aramıyoruz, adalet arıyoruz. O yüzden adliye salonlarındayız... Bu yangın bizim için mukadderat ama bunun önlemini almayan için de ceza olmalı!” diye başlıyor söze, acıyla devam ediyor: “Bu yangın, otel yönetiminin ağır ihmali ve bilinçli tercihleri sonucunda meydana gelen, insan eliyle işlenmiş bir katliamdır. Ama yönetim kurulu başkanı Halit Ergül ve genel müdür Emir Aras’ın fiilleri olası kast şüphesiyle değerlendirilirken, diğer yönetim kurulu üyeleri Emine Mürtezaoğlu Ergül, Ceyda Hacıbekiroğlu ve Elif Aras hakkında iddianame olası kast olmasına rağmen, tüm deliller ve tanık ifadeleri de bu yöndeyken, aceleyle müteala verilip, haklarındaki dava olası kasttan bilinçli taksire düşürüldü iddiaları var. Bunu ne biz acılı aileler ne de kamuoyu vicdanı kabul edemez. Biz hepsinin ‘Olası kast’la cezalandırılmasını talep ediyoruz. O görüntüleri herkes izledi... Elif Aras’ın çocuğunun üşümemesi için boğazını örttüğü görüntüler var, oysa benim çocuğum şimdi buz gibi toprağın altında...” 

Bir kağıda yazılmış
temenniler kaldı yadigar

Rıfat Bey’le iki saate yakın konuşuyoruz... Ayrılacakken, kızının çalışma odasını göstermek istiyor bize. Çalışma masasının üzerinde Lalin’in küçüklük fotoğrafı duruyor çerçeveli. Çerçevenin iki köşesine de birer vesikalık fotoğrafı iliştirilmiş. O kadar güzel gülüyor ki fotoğrafta Lalin, çekmek istiyoruz. Rıfat Bey, arkadaşım fotoğrafını çekebilsin diye o iki vesikalığı çıkartırken katlanmış beyaz iki kağıt düşüyor yere... Ceren Hanım’dan iki not, aslına bakarsanız iki temenni: Biri Lalin’e, “Kızımın huzuru, başarısı, mutluluğu daim olsun”... Diğeri Rıfat Bey’e, “Eşimin işleri kazançlı olsun inşallah”... Bu notları ilk kez görüyor Rıfat Bey... Donup kalıyor, gözleri doluyor. Belli ki ağlamamak için direniyor. Başaramıyor...

Genel müdür kaçarken
onlar bir yan odadaymış

Bolu’dan dönerken kendime gelemiyorum. Acının ağırlığı bende böyleyse, onlarda nasıl kimbilir! Sırada bir başka acı var... Onlarınki bir anne-kız tatili... İki anne ve kızları mutlu mesut Kartalkaya’ya gidiyor. Feray Kanpolat ve 14 yaşındaki kızı Oya ile Müge Turan ve 14 yaşındaki kızı Alya... Anneler de, kızları da arkadaşlar... Grand Kartal Otel’de aynı kattaki odalarına yerleşiyorlar. Hani şu otelin genel müdürü Emir Aras ve yönetim kurulu üyesi eşi Elif Aras’ın çocuklarını sarıp sarmalayıp sessizce kaçtıkları katta... Artık dördü de yok! İki acılı eş konuşacak durumda değil hala. Dedeler, anneanneler, babaanneler ise ilaçla hayata tutunmaya çalışıyor.  

Feray ve Oya Kanpolat

 

Ben Feray Hanım’ın annesi, babası ve erkek kardeşiyle görüşmek için Bolu’dan İstanbul’a dönüyorum. 64 yaşındaki Sema Şahin o videodan başlıyor anlatmaya: “Mahkemede görüntüleri hep birlikte izledik. Kamera kayıtları bulunmadan önce, otel yönetimindeki kadınlar hep ‘Biz de zor kurtulduk. Camlar çift camdı, önce birini sonra diğerini kırdık. Ellerimiz kesildi’ diye ifade veriyorlardı. Videolar ortaya çıkınca gördük nasıl kaçtıklarını... Kaçarken karşılarındaki odadan bir hanım çıkıyor, ona bile bir şey söylemiyorlar. Biliyor musunuz, Feray’ın arkadaşı Müge gece 3.30’da uyanmış ve eşini aramış, ‘Tolga ne olur kurtar bizi, yanıyoruz!’ diye... Eşi Tolga hemen arabaya atlayıp gitmiş. Ama yetişmesi mümkün mü? Onun yaşadığı çaresizliği düşünebiliyor musunuz? Bu nasıl bir acı anlayabiliyor musunuz? Bu nasıl bir kötülük?.. Otelin sorumluluğu o genel müdür ve eşinde... Buna aklım ermiyor, bir insan yangından kaçarken diğer insanları uyarmaz mı?.. İnsanları uyarmamışlar ama arabalarını kurtarmaya gitmişler! Şimdi üç maymunu oynuyorlar, ‘Biz yapmadık, biz etmedik’ diyorlar. Çok ağır geliyor insana bu. Çünkü biz sıra sıra tabutları gördük, evlatlarımızın yanık kokularını duyduk. Bekledik ki, içlerinden biri çıksın da, ‘Bizim hatamız var. Biz cezamız neyse çekmeye razıyız’ desin, ama yok. Otelin yönetim kurulu başkanı Halit Ergül bir de utanmadan diyor ki, ‘Neyse zararları öderiz!’ Ne zararı, bizim çocuklarımız, torunlarımız mal mı?” 

Ezgi Bağcı, “Hayalimin ötesinde bir genç adam olmuştu oğlum” diyor acıyla...Zeynep Kotan: “Biz o otelin koridorlarından ölene kadar çıkamayacağız...” (Fotoğraf: Efekan Akyüz)

 

“Keşke torunumun köpeği kadar
merhametli olabilseler” 

Acı ve öfke içinde susuyor. Biraz kendine gelince devam ediyor: “Duruşmalarda bizim sinir uçlarımızla oynuyorlar. 36’sı çocuk 78 kişi can vermiş... Geride dağılmış aileler, yıkılmış yuvalar, anasını babasını kaybetmiş çocuklar, büyük bir acı, bir trajedi var. Ama Halit Ergül diyor ki, ‘Bizim bir sorumluluğumuz yok. Mühürleseydiler o zaman oteli!..’ Peki ama nasıl? Sen zaten denetlemeye gelenleri otelinde ağırlamışsın. Ağırladığın, yedirdiğin, içirdiğin insanlardan nasıl bir denetim beklersin?..”  

Sonra geçmişe dönüyor, göz yaşları içinde, “Gitmeden önce bir dedesine bir bana sarıldı torunum Oya... Hak geçmesin diye bir ona, bir bana... Pırıl pırıl yetişmiş, merhametli, hakkaniyetli, ismi gibi bir çocuktu... Kızım da öyleydi. İnsanlara çok değer verirlerdi. Herkesin yardımına koşarlardı. Hayvanları çok severlerdi. Kedileri, köpekleri vardı... Bir köpek ağlar mı? Ben Korsan’ın ağladığını gördüm. Koskoca Labrador o acıya dayanamadı, sekizinci gün öldü gitti! Keşke o otelin yöneticilerinde de o köpek kadar bir merhamet kırıntısı olsaydı!” diyor. 

Eray ve Ezgi Bağcı, oğulları Eren'le...

 

Eray Bağcı: “Bu dava bu ülkenin bir şansı ya da şansızlığı olacak. Biz bu kadar haklıyken, ortada bu kadar delil varken eğer ki suçlular hak ettikleri cezayı almazlarsa, o zaman bu ülkeden hep birlikte çekip gidelim!”

 

Onlar öldüler ama isimleri
Manisa’da bir barınakta yaşıyor 

Şimdi Feray Hanım ve Oya’nın adını taşıyan bir hayvan barınağı var Manisa’da...Kim yaptırmış biliyor musunuz? Evinde hala tam sebebi bilinmeyen bir kazayla hayatını kaybeden Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek.  

Hikayesini göz yaşları içinde Sema Hanım anlatıyor: “Biz Manisalıyız. Yangından sonra Ferdi Bey bizi aradı. ‘Sema Ablacığım çok üzgünüm. Feray ve Oya’nın adlarını bir caddeye mi verelim? Ne yapalım?’ diye sordu. Hiç düşünmedim bile, hemen ‘Barınak yapalım’ dedim. 103 dönüm arazi içinde, ameliyathanesi de olan bir doğal yaşam merkezi açıldı. Adı Oya ve Feray Doğal Yaşam Merkezi... Ona ne kadar minnet duyduğumu anlatamam size... O Manisa’mızın çok iyi, çok çalışkan bir evladıydı. Çok hizmet verecekti, çok yazık oldu... Güzel insanlarımız hep öldü... Hep öldü...” 

Bu fotoğraftakilerin hiçbiri yok artık. Ne Eren ne Ömür ne de Oya ve annesi Feray Hanım ile Lalin ve annesi Ceren Hanım... Doruk ve Nehir’le çok sevdikleri babaları Yılmaz Bey’in gülücükleri de geçmişte kaldı...

 

 “Artık ben de çok fazla
 yaşamak istemiyorum” 

Bir süre susuyoruz... Sonra acıyla bana bakıyor ve şöyle diyor: “Kızımız Feray aynı kendisi gibi öyle güzel bir kız çocuğu yetiştirdi ki... Oya bize hep takılırdı, ‘Dedem, anneannem size tam beş torun vereceğim. Hepsine de bana baktığınız gibi siz bakacaksınız!’ diyerek... ‘Biz o zamana çok yaşlanırız, sadece kucağımıza alıp gazlarını çıkartabiliriz’ derdik... Kıkır kıkır gülerdi... Hep birlikte gülerdik... O anlar hiç gözümün önünden gitmiyor. Biliyor musunuz benim annem sağ, 85 yaşında ve sürekli ağlıyor, ‘Ben bugüne kadar hiç çocuk cenazesi görmemiştim. Bizim çocuğumuz öldü, yaşamaktan utanıyorum’ diyor. Biz de utanıyoruz...”  

Artık gitme zamanı. Tam ayrılacakken, “Kızımızı son kez görmek istedim. Göreceğim, sarılacağım, koklayacağım’ dedim. Bir torbayı açtılar, göz kapakları yanmış, burnu yanmış, ağzı yanmış kızımın...” diye başlıyor ama devamını getiremiyor. Sonra aklına geride kalan 18 yaşındaki torunu Ege geliyor. “Nefesim yettiği kadar yaşayacağım Ege için... Ama artık çok fazla yaşamak istemiyorum. Mezarım hazır kızımın ve torunumun yanında” oluyor son sözleri. Bu son sözler beynimde yankılanıyor yol boyunca... 
Duruşmaya iki gün var. Acılar daha da artacak öfke de öyle... Pek öyle bir şey olacağını sanmıyorum ama belki sorumlulardan biri nedamet getirir ve bu insanların da biraz içi soğur. Soğur mu? Asla... Bu yangın sönmeyecek.  

Bir masanın etrafında
acıyı paylaşıyoruz 

Grand Kartal Otel’de yakınlarını kaybedenler bir grup kurmuşlar, biliyorsunuzdur adı ‘Başka Canımız Yok’... Yiten canların, çocukların, gençlerin unutulmaması ve unutturulmaması için, adalet ve gelecek için... Sağ olsun, o yangında 18 yaşındaki oğlu Ömür’ü kaybeden psikiyatrist Doç. Dr. Zeynep Kotan o acılı ailelerden birkaçını benimle buluşturuyor. Ankara’da bir araya geliyoruz. Zeynep Hanım’ın 18 yaşındaki oğlu Ömür’le aynı odayı ve aynı acı sonu paylaşan 15 yaşındaki Eren’in annesi Ezgi Hanım ve babası Eray Bağcı ile o yangından son anda kurtulan 20 yaşındaki Sevgi ve babası Ömer Selvi de bizimle... Bir masanın etrafında oturup dertleşiyoruz hepimiz.  

Kotan Ailesi mutlu günlerinde...

 

Sevgi Selvi 

 

Ömür, Eren ve Sevgi küçük çocuklara gönüllü kayak dersi vermek için Kartalkaya’ya gitmişler... O akşam kayak dersinden sonra hep birlikte vakit geçirmişler. Sevgi, üç kız arkadaşıyla odaya dönmüş. Gece saat 03:30 gibi kapı çalınmaya başlamış. Gerisini ondan dinleyelim: “Sekizinci katta, yamaca bakan bir odada dört kız kalıyorduk, en büyükleri bendim, diğerleri 15 yaşlarındaydı. Hepimiz uyuyorduk... Deli gibi kapı çalınmaya başladı, ben sandım ki birisi zorla odamıza girmeye çalışıyor... Hemen telefonuma sarıldım, yardım çağırmak için... Meğer kapıyı, Ömür, Eren ve Yiğit’le aynı odayı paylaşan Ege çalıyormuş. Kız kardeşi bizim odamızda kalıyordu... Kapıyı bir açtık ki, koridorda dumandan göz gözü görmüyor. Ege ayakta duramıyordu, neredeyse bayılmak üzereydi. Güçlükle dedi ki, ‘Yangın var, bir bez ıslatıp ağzınızı burnunuzu koruyun. Hemen dışarı çıkın!’ Ağzımızı ıslak bezlerle kapattık, el ele tutuştuk, koridora çıktık... Bir ara Eylül elimi bıraktı, birbirimizi kaybettik, o an hissettiğim paniği anlatamam... Duman hızla doluyordu koridora, göz gözü görmüyordu... O sırada körsünüz siz. Hiçbir şey görmüyorsunuz... Koridorda sadece bir adam vardı, onu hatırlıyorum. Sarı bir tişört giymişti, küçücük bir erkek çocuğun elinden tutuyordu. Çocuk ağlıyordu... Başka hiç kimse yoktu. O kadar çok duman vardı ki, nefes alınmıyordu. Ben ‘Herhalde en son biz duyduk yangını, herkes çıkmış, sadece biz kalmışız’ diye düşündüm. Ama yanılmışım...” 

Sevgi o geceyi böyle saniye saniye yeniden yaşayıp anlatmaya başlayınca Ezgi Hanım göz yaşlarını tutamayıp masadan kalkıyor. Zeynep Hanım sessizce ağlıyor... Bir süre sonra “O sarı tişörtlü adamı ve çocuğu sonra görebildiniz mi?” diye soruyorum. “Ne yazık ki hayır, kim olduklarını bilmiyorum. Kurtulup kurtulmadıklarını da öyle” oluyor cevabı Sevgi’nin...  

Peki ya Ege ile birlikte kalan Yiğit, Ömür ve Eren?.. Oğullarını kaybeden ve hemen karşısında oturan Zeynep Hanım, Eray Bey ve eşi Ezgi Hanım’a bir bakıyor önce, sonra duyulur duyulmaz bir sesle “Yiğit ve Ege kurtuldu ama Ömür ile Eren kurtulamadı” diyor.  

Sevgi'nin babası Ömer Selvi

 

“Her gün aynı soruları soruyor 
cevabını bulamayacağını bile bile” 

Eren’in babası Eray Bey’in yüzü acıyla kararıyor. “Ben hiç anlayamıyorum... Peki ama Eren ve Ömür nereye gittiler? Neden öldüler? Öğreniyoruz ki herkesi Yiğit uyandırmış. Ömür ve Eren’e de ‘Bekleyin’ demiş. O bir tarafa gidiyor, Ege kızların odasına gidiyor. Peki ya Eren ile Ömür ne yapıyor? Koridora çıktığında, ya sağa gidersin ya sola... Duman basmaya başlamışken niye beklesinler? Sağa da gitseler sola da gitseler Ege ve Yiğit’i bulacaklar... Peki ama ne yapmışlar? Nasıl ölmüşler?” Belli ki dokuz aydır her gün bu sorular kafasında ve ne yazık ki hiçbir zaman net bir cevap bulunamayacak!  

Ben araya girip, o gece eşi ve iki kızıyla birlikte odadan çıkan ama o karmaşada ve dumanda birbirlerini kaybeden Yalçın Ailesi’nin başına gelenleri hatırlatıyorum. Yaprak Hanım ve büyük kızı kurtuluyor, baba Atakan Bey ve 10 yaşındaki küçük kızları Derin ise artık hayatta değil... Eray Bey de bu örnekleri biliyor elbette ama işte o sorunun cevabını her gün arayacak. Ben böyle düşünürken Sevgi’nin babası Ömer Selvi giriyor araya, “Öyle vicdanlı çocuklarmış ki ikisi de, büyük ihtimalle başkalarını kurtarmaya çalıştılar. Tıpkı o tıp öğrencisi Yiğit ve makine mühendisi arkadaşı Alp gibi... Biliyorsunuz onlar da önce sağ salim çıkıp yeniden başkalarını kurtarmak için otele girmişler. Ama bir daha çıkamadılar” diyerek... Bütün masa susuyoruz... 

“Beş arkadaş o odada
45 dakika ölümü bekledik” 

Neden sonra Sevgi kaldığı yerden devam edebiliyor: “Size o geceyi anlatamam, aldığınız her nefeste canınızın sizden gittiğini hissediyorsunuz. Gücünüz azalıyor, kafanız çalışmıyor, hareket edemiyorsunuz. Bir odanın banyosuna sığındık ve biz beş arkadaş o odada ölmeyi bekledik... Çok uzaktan jandarmanın anonsu geliyordu kulağımıza... ‘Oksijen yangını artırıyor, camlarınızı kapatın!.. Atlamayın, itfaiye 15 dakika sonra gelecek’ diye... Bu anonsu neredeyse bir saat boyunca devam ettirdiler. Kartalkaya’da itfaiye yok, Bolu’dan kar olmadığı zaman bile yukarıya ulaşmak en az 45 dakika, 1 saat... Sen insanlara nasıl böyle gerçek olmayan bir şey söyleyebilirsin? Belki ben atlarsam hayatta kalacağım? Sonra camları kapatırsam benim hayatta kalma sürem 15 saniye bile olmaz. Öyle çok duman var ki... Biliyor musunuz dava boyunca öğrendik ki, böyle ellerinde telefon kurtarılmayı bekleyen pek çok insan hayatını kaybetmiş...”

“Odadakiler bıraksa, ben de
sekizinci kattan atlardım”

Çok sonra yine sekizinci katta, bir köşe odaya sığınmışlar Sevgi ve arkadaşları. Tesadüfen... “Köşe oda olduğu için daha çok hava sirkülasyonu vardı. Biraz daha nefes alınabiliyordu orada. Ama oda çok kalabalıktı. Herkes çarşafları birbirine bağlıyordu... Böyle çarşaflara tutunup aşağıya, sundurmanın üzerine atlamış bir sürü insan vardı. Aşağıda öylece yatıyorlardı. Kollarında, bacaklarında kırıklar vardı. Ama eğer bana izin verseler ben de atlardım... Dumandan, her an ölebilirdim çünkü. Böyle ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Sonunda otel görevlileri telesiyej tamiri için alınan uzun bir merdiveni uzattılar. Odadan bir kişi indi... Ve o görevliler o merdiveni çektiler ve başka bir yere götürdüler. Belli ki otelin yöneticileri, bizden daha önemli gördükleri başkalarının kurtarılmasını istemiş önce... Biz o odada 20 dakika daha kurtarılmayı bekledik. Her an ölebileceğimizi düşünerek...” 

“Hala beni korkudan bayıltacak
o kadar çok küçük şey var ki!” 

Sevgi dumandan zehirlenmiş ve hala tedavi görüyor. Ama asıl hasarı ruhu almış. “Uzun süre gerçek hayatla rüyayı birbirine karıştırdım... Aynaya bakamadım. Evimize ve kapalı alanlara giremedim. Hala karanlıkta kalmaktan, kapının çalınmasından korkuyorum. Bir yere girdiğim zaman ilk aklıma gelen, oradan aşağıya atlanıp atlanamayacağı oluyor. Beni bayıltacak kadar korkutan o kadar küçük şey var ki! Hala uyuyamıyorum... Ama asla yangından korkmuyorum, çünkü böyle korkunç bir yangın o otel dışında hiçbir yerde olamaz!” diye tarif ediyor içinde bulunduğu durumu. 

Sevgi susuyor, babası Ömer Bey devam ediyor. “Haberi aldığımızda eşimle birlikte Avustralya’daydık. Dört saat içinde bir uçak bulduk. 20 saat sonra Ankara’daydık. Kızım hastanede yatıyordu. 36 çocuğun öldüğünü öğrenmiştik. Aklım almıyordu, hastaneye gidip kızıma sarılmaya utandım. Onca anne-babanın ciğerleri yanarken... Şimdi bizim bütün çabamız bu davanın emsal olmasını sağlamak, bu güzel ülkenin güzel insanları tesadüfen yaşamasın diye... Benim eşim de oğlum da avukat... Kızım Sevgi de hukuk okuyor. Ailecek bu davanın peşindeyiz” diyor. 

“Tek bir doğru yok
her şey çok yanlış” 

Bu kez Zeynep Kotan alıyor sözü: “Ne olursa olsun bizim içimiz soğumaz. Bizim içimizi soğutacak tek şey çocuklarımızı geri getirmek olur. O da mümkün değil! Ama çocuklarımıza bir borcumuz var. Sorumluların hak ettikleri cezayı almalarını sağlayabiliriz... Bizim çocuklarımız oraya gönüllü eğitmenlik yapmaya gitti. Kayak riskli bir spor, kayarken bir yerlerini kırabilirlerdi... Ama biz çocuklarımızı bu yüzden kaybetmedik. Onlar uykularında hazırlıksız bir şekilde yangına yakalandılar! Üstelik bu yangın rahatlıkla önlenebilecek bir yangındı... Size saatlerce anlatabilirim aksaklıkları, ihmalleri, sorumsuzlukları... Otelde her şey kağıt üstünde... Hiçbir uyarı sistemi çalışmıyor. Yangın hortumu duvarda süs olarak var. Su bağlantısı yok... Hadi bunları bir kenara bırakalım, otelin her katında otel yönetiminden birileri kalıyor. Hepsi erkenden haberdar oluyor yangından. Kendi kaldıkları katta kalanların kapılarını çalıp uyarmaları bile yeterdi. Beş-altı dakikada tüm otel boşaltılabilirdi. Bu bile yapılmıyor. Tek bir doğru şey yapılsaydı kimse ölmezdi. Bütün yanlışlar bir araya gelmiş bu yangında...” 

“Sizce en büyük yanlış neydi?” diye soruyorum. Hiç tereddütsüz “Yangın alarmının çalışmaması... Yarı yıl tatilinde bu otelde bir sürü çocuğu ağırlıyorsunuz. Nasıl olur da yangın alarmı çalışmaz!” oluyor cevabı. Sonra hukuki süreçte yaşanan sorunları sıralamaya başlıyor: “Yönetim kurulundaki o üç kadın 65 gün boyunca dışardaydı. İfadeleri bile alınmadı. O sırada yapabilecekleri bütün manipülasyonları yaptılar. Diğer tanıklara da o süre boyunca müdahale ettikleri yazışmalarla ortaya çıktı. ‘Üç maymunu oynayacağız’ demişler. O yüzden biz bu üç kadının da olası kastla yargılanmasını istiyoruz.”  

Eren Bağcı henüz 15 yaşındaydı...

 

“Biz o otelin koridorlarından 
hiçbir zaman çıkamayacağız” 

Psikiyatrist olduğu için hep biraz daha metanetli durmaya çalışıyor Zeynep Hanım. Ancak onun için bile kolay değil bu... Duruşmalardan birinde kendisi gibi psikiyatrist olan eşi Ozan Bey, “Yangından kurtulan iki kız çocuğu ‘Ömür ve Eren abiler bizi uyandırdı’ dedi. Ben her gece uyumadan çocuklarımızın nasıl can verdiklerini, ne kadar acı çektiklerini düşünerek, zihnimde yaşayarak, bir psikiyatrist olarak hastalarıma önerdiğim ilaçları içerek uykuya dalıyorum. Uyandığımda aklıma ilk gelen sahneler ve düşünceler yine bunlar. Öldüğüm güne kadar da böyle uyanıp böyle uyuyacağımı biliyorum” demişti... Zeynep Hanım’ı dinlerken bu sözler geliyor aklıma. O zihnimi okumuş gibi “Biz dokuz aydır o otelin içindeyiz. Çıkamıyoruz ve hayatımız boyunca da çıkamayacağız. Her gün o koridorlarda dolaşıyoruz çocuklarımıza ne olduğunu anlamak için, bir bilinmezliğin içinde” diyor.  

“Hayalimin ötesinde bir 
genç adam olmuştu oğlum” 

Masada yedi kişiyiz. O yüzden herkes kendini tutuyor ağlamamak için. Eray Bey ve Ezgi Hanım ağlamaya başlayacaklarını hissettiklerinde masadan kalkıyorlar... Eray Bey bir ara, “Biz öyle üç kişilik bir aile değildik, bir kişilik bir aileydik. Bütün hayatımız oğlumuzdu. Çok zeki, çalışkan, huyu güzel, yüzü güzel, bu ülkeye faydası olacak bir gençti. TED Koleji’nde burslu okuyordu, 10’uncu sınıftaydı. Öyle duyarlı bir çocuktu ki, size nasıl anlatayım? Solmuş çiçekleri bile uğraşır didinir canlandırırdı... Onu çok özledim” diyor... Konuşmakta zorlanmaya başlayınca eşi Ezgi Hanım giriyor söze, gözlerinden yaşlar süzülerek: “Ben ‘Dünyanın en şanslı annesiyim’ derdim. Hep öyle hissettim. Onu hayranlıkla izlerdim. Tam istediğim gibi bir genç adam oldu, hayalimin ötesinde bir genç adam derdim... Ama artık yok...” 

“HTS kayıtları da telefon
dökümleri de ortada...” 

Tek çocuklarını yad ediyorlar böyle. Sonra bugüne geliyorlar, hesap vaktine. Ezgi Hanım, “O gece Eren’in de, Ömür’ün de birilerini uyandırdıklarını, kurtarmaya çalıştıklarını düşünüyoruz. Ama o gece o otelde olan üç yönetim kurulu üyesiyle genel müdürün HTS kayıtları önümüze geldi. Biri bile ne otel müşterilerini ne de davet ettikleri misafirlerini arayıp da ‘Yangın var, hemen çıkın!’ demiyorlar. Mesela Ceyda Hacıbekiroğlu kendi çocuğunun okuduğu okuldaki veli grubuna ‘Bizim otelimize gelin, size indirim yaparım’ diye yazmış. Bu sebeple oraya giden Doğan Ailesi’nden dört kişi hayatını kaybetti! Ceyda Hanım’ın telefon kayıtları var. 3.30’dan 4’e kadar kendisi ve ailesiyle ilgili otel çalışanlarıyla konuşuyor... Mesela otelin yönetim kurulu üyesi Emine Murtazaoğlu Ergül, Rıfat’ın eşi Ceren’le o gün kahve içmiş, fotoğraf çektirmiş. Ama onu bile arayıp uyarmamış. Orası sizin oteliniz, hadi bizim çocuklarımızı kurtarmadınız... Siz arkadaşsınız, insan onları arayıp uyandırmaya çalışmaz mı?” diyor. 

“Kartalkaya’da herkes suçun 
bir ucundan tutmuş...” 

Eray Bey ise bütün bu olup bitenleri hukuki açıdan sorguluyor: “Bizim çocuklarımızın, orada kalanların başkalarını kurtarma sorumluluğu yok ama onlar otelin sahibi ve yöneticileri oldukları için müşterilerini koruma ve gözetme sorumlulukları var. Emine Hanım mahkemede ‘Ben çalışmıyorum, torun bakıyorum. Otele misafir olarak gidiyorum’ diye ifade verdi. Ama eğer yönetim kurulu üyesiyse, kararların altında imzası varsa ‘Ben evde torun bakıyorum’ diyemez!.. Bir kişiyi arayın ya, deyin ki ‘Yangın var. Hemen çıkın!’ Yok, dememişler. Bir şey yapmıyorlar mı peki, yapıyorlar. Arabalarını kurtarıyorlar. Sadece onlar da değil sorumlu olanlar... Mesela itfaiye yetkilileri gelmiş, eksikleri tek tek tespit etmiş, yapılacakları listelemiş. Sonra da otel sahiplerine akıl vermişler, ‘Siz bir dilekçe yazın, denetimin iptalini talep edin. Biz de bu tutanağı ne belediyeye ne bakanlığa ne de il özel idaresine bildirelim’ diye... Böyle bir şey olabilir mi? Onu da bırakın, bu otelin yangın itfaiye raporu 18 yıl önce hazırlanmış. Ve 18 yıl boyunca ne bir denetim var ne de bir yatırım. Yani herkes bu suçun bir ucundan tutmuş. İtfaiyesi, belediyesi, il özel idaresi, valiliği, bakanlığı... Bakın, bu otele ‘Güvenli Konaklama Sertifikası’nı veren kurum, Turizm Bakanlığı’na bağlı bir ajans. Bu ajansın yönetim kurulu üyelerinden biri kim biliyor musunuz? Bu otelin yönetim kurulu başkanı Halit Ergül!”  

“Bu dava bu ülkenin bir şansı
 ya da şanssızlığı olacak” 

Eray Bey’in ve eşi Ezgi Hanım’ın en çok üzüldükleri şeylerden biri ise, yaşanan bunca acıdan sonra sanıkların kendilerini ‘öfkeli kalabalık’ diye etiketlemesi... Onlar da oğulları Eren’in mezarını yaptıramamışlar, ölümünü hala kabullenemiyorlar. Bırakın mezar yaptırmayı, çocuklarının odasına bile giremiyorlar hala. Eray Bey’in son sözleri şu oluyor: “Eğer biz bu kadar haklıyken, ortada bu kadar delil varken, sorumlular hak ettikleri cezaları almazlarsa, o zaman hep beraber terk edelim ülkeyi! Bu dava bu ülkenin bir şansı ya da şanssızlığı olacak. Bu cezasızlık algısını bu sefer yenelim. Bizim tek bir isteğimiz var, sorumlular hak ettikleri cezaları alsınlar... Biz de yasımızı sonsuza kadar tutabilelim.”   

* Bu haber/yazı ve resimlerin eser sahipliğinden doğan tüm hakları Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’ne ait olup işbu yazı/haber ve resimlerin, kaynak gösterilmeksizin kısmen/tamamen izin alınmaksızın yeniden yayımlanması yasaktır. Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’nin, 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 24. maddesinden doğan her türlü hakkı saklıdır.