09 Mayıs 2025, Cuma Gazete Oksijen
Abone Ol Giriş yap
18.04.2025 04:30
Makaleyi sesli dinle • 0:00

Diyarbakır barışı arıyor ama hayal kırıklığına uğramaktan da korkuyor

A+ Yazı Boyutunu Büyüt A- Yazı Boyutunu Küçült

Kürtler sürecin başarılı olmasını istiyorlar, artık bu sorunun çözülmesi gerektiğini düşünüyorlar. Silahsızlanma çağrısı ile devlete bir alan açılıyor. Şimdi devletin açılan bu alanı doldurmasını bekliyorlar. Ancak bu durum, Kürtlerin Erdoğan’ı destekledikleri anlamına gelmiyor. İktidarın kent uzlaşısını terör soruşturmasına dahil ettiği bir ortamda, süreçten barış çıkma şansının çok az olduğunun farkındalar


İki ay sonra tekrar memleketteyim. Diyarbakır’da gözüme ilk çarpan trafikte dilenen insanların fazlalığı ve kirlilik oluyor. Özellikle Sur, Bağlar gibi mahallelerde her yandan çöpler fışkırıyor.

Önce Yenişehir’de uzun yıllar tanıdığım bir esnafa uğruyorum. Ekonomik krizden dertli. Adı bir türlü konmayan süreçle ilgili ne düşündüğünü sorduğumda, “Yazmayacaksın değil mi Nurcan Abla?” diye soruyor, “İsminle yazmam” deyince anlaşıyoruz. “Sürece inanmıyorum” diyerek söze başlıyor:

“Bu süreç bize bir lütufmuş gibi sunuluyor. Eşit haklara sahip olacaksak masanın bir tarafında biri diğer tarafında diğeri olur. Oysa şimdi biz daha da ‘tırnak’ olduk. 30-40 yıldır mücadele eden, bir sürü ferdini kaybetmiş aileler var. Hepsinin üstünü bir kerede çizdiler. Hissettiklerimizi bile dile getiremiyoruz. Söylediğimizde barışı istemeyen insanlar olarak gösteriliyoruz. Oysa barışı en çok biz Kürtler istiyoruz. Ama barış böyle mi olur? Bizim bir onurumuz var. Bana hakaret ediliyor, ama bizi temsil edenler ‘sineye çekin’ diyorlar. Orta sınıf kentli bir Kürdüm, ben bile süreçle ilgili böyle düşünüyorsam daha radikal insanları nasıl ikna edecekler doğrusu çok merak ediyorum.”

2015-16’daki çatışmalarda yarısı yok olan Sur’a yörenin mimarisine uymayan binalar yapıldı. Ama bu yeni Sur turist çekmekten çok uzak. (Fotoğraf: Oksijen)

 

“Barış diyorlar ama burada her gün jetler kalkıyor”

Yenişehir’den yoksul Sur’a doğru ilerliyorum. Kürtçe müzik gümbür gümbür çalıyor. Her tarafta işportacılar var. Çöpler yine gözüme çarpıyor. Diyarbakır’ın merkezi 7000 yıllık Sur 2015-16 çatışmalarından beri ayağa kalkamadı. Sokağa çıkma yasakları ve çatışmalar sırasında Sur’un yarısı yok oldu. Yok olan bu mahallelerin yerine kentin mimarisine uygun olmayan garip villalar yapıldı. Villaların ciddi bir kısmı kebapçı, tatlıcı, turistik eşya mağazası gibi işyerleri olsa da bu “yeni Sur” turist çekmekten çok uzak. Diyarbakır halkı da gelen turistler de Sur’un eski mahallelerine gitmeyi tercih ediyorlar.

Sur, son yıllarda yoksulluğun yanı sıra uyuşturucu ve fuhuş artışı ile de gündemde. Gündüz canlılığını koruyan Sur akşam karanlığının çökmesi ile sessizleşiyor, içine kapanıyor ve güvenli bir yer olmaktan çıkıyor. Nitekim konuştuğum Sur muhtarları geceleri sık sık silah sesleri geldiğini, birçok yerde çeteler oluştuğunu, boş kalan evlerin fuhuş ve uyuşturucu için kullanıldığından bahsediyorlar.

Sur’daki yoksulluk ve açlığa dair neler yapabileceğimize ilişkin muhtarlarla toplanacağız. Toplantıya giderken onlarca polis görüyorum Sur’un dar sokaklarında. Yanımdaki genç muhtarlardan biri; “Bak Nurcan Abla, Sur’daki kadın merkezinde minik bir Nevruz etkinliği yapılacak, bin tane polis gelmiş, böyle barış olur mu?” diye soruyor. “Bir slogan at copu kafana yersin” diye ekliyor. Zaten herkes suskun, kimsenin Diyarbakır’da slogan atacak mecali kalmamış görünüyor.

Muhtarlarla metruk bir binanın bahçesinde toplanıyoruz. Çünkü çoğunun muhtarlık binası 2015’te çatışmalar sırasında yıkıldı, artık bir yerleri yok. Zaten bu muhtarların sesini duyan da yok. Nitekim içlerinden biri şöyle söylüyor:

“Sur sahipsiz, kimsesiz. Ne devlet duyuyor sesimizi ne de Kürt hareketi. Canımız yanıyor. Diyarbakır’ın sahibi kalmamış bacım.”

“Peki süreç hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye soruyorum.

Kimse umutlu görünmüyor. Nitekim Öcalan’ın çağrısı okunacak diye binlerce insan şehrin ana meydanı Dağkapı’da toplanmış ve çağrıyı canlı yayından dinlenmişler. Çağrı okununca ne kimse ıslık çalmış ne de kutlama yapmış. Çağrı metnini duyunca insanların şok yaşadığı söyleniyor. Ağlayanlar olmuş.
Muhtarlarla toplantıyı erken bitiriyoruz, çünkü tepemizden sürekli savaş uçakları geçiyor. Birbirimizi duymakta zorlanıyoruz.

“Biz bu barışın içinde var mıyız?”

Jet sesleri arasında muhtarların yanından ayrılıyorum. Birkaç yoksul evi ziyaret ediyorum. Durum içler acısı.
Hava sıcak. Kadınlar kürsü atmış sokakta oturuyorlar. Hâl hatırlarını soruyorum. Hepsi dertli. Kiminin oğlu dağda ölmüş, kiminin kocası 30 yıl ceza almış, kimi köyü yakılarak şehre gelmiş. Ne diyeceğimi bilmiyorum, “Allahaısmarladık” deyip yanlarından kalkarken, kadınlardan biri arkamdan sesleniyor, “Biz bu barışın içinde var mıyız?” diye soruyor. Cevap veremiyorum.

Sur’un dar, labirent gibi sokaklarından Gazi Caddesi’ne çıkıyorum. Kuyumcular Çarşısı’na giriyorum. Çarşıda hareketlilik yok. Uzun yıllardır tanıdığım genç kuyumcu, “Abla kim alacak altın, kimsede para kalmadı artık” diyor. Süreçle ilgili ne düşündüğünü sorduğumda şöyle cevaplıyor:

“Barış kelimesi bile çok güzel ama bu sürecin içi ne kadar dolu bilmiyoruz, güvenemiyoruz. En umutlu olduğum 2013 süreciydi. TRT Şeş’in açılışı umutlandırmıştı. O umutlarımız da söndü. Açıkçası yeni başlayan süreci bu ülke için son şans olarak görüyorum. Bu defa oldu oldu, yoksa bir daha bu iş çözülmez. Şimdi devlet daha güçlü bir çıkış sergiliyor. Bahçeli gibi en uç kanatta birinin bu çıkışı yapmasından dolayı bu sefer bunun hükümet değil devlet politikası olduğunu düşünüyorum. İnşallah olur, yorgunuz.”

Gazi Caddesi boyunca yürüyorum. Kaldırımlarda akşam için çiğ köfteciler bulgur yoğurmaya, tatlıcılar hamur karmaya başlamışlar. Sur’da kaldırımlar tamamen işgal altında, yürümek oldukça zor. Gazi Caddesi’nden Dağkapı Şeyh Sait Meydanı’na geçiyorum. 10 yıl önce Sur’daki çatışmalar aklıma düşüyor, bu meydanda Sur’a girmek için yaptığımız yürüyüşler, protestolar, giremeyişimiz ve Sur’un yıkımı… Kalbim sızlıyor.

Öcalan’ın çağrısı

DEM Parti halka süreci anlatmak için halk toplantıları düzenliyor. Toplantılarda neler konuşulduğunu anlamak için halk toplantılarının organizasyonunda çalışan bir belediye meclis üyesi ile konuşmaya karar veriyorum. Toplantılara katılanlar, özellikle 45 yıllık süreçte yakınlarını kaybeden ailelerin, DEM Parti’den gelen temsilcilere birçok soru sorduğunu ancak temsilcilerin yorum yapmaktan kaçındığını söylüyor.

“Zaten aslında bu toplantılar halka süreci anlatmaktan çok halkın gazını almak için düzenleniyor” diye ekliyor:

“Halk soruyor, sorguluyor. ‘Bu süreçten bir şey anlamadık’ diyor. Parti temsilcileri de halkı bu işin içinin dolu olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar. Doğrusu Öcalan’ın çağrısı okunduğunda halk şok yaşadı, kimse bir şey anlamadı. Bu toplantılar halk bağırıp çağırsın, içini döksün diye düzenleniyor.”

Benzer bir görüşü görüştüğüm önemli bir iş insanı da söylüyor:

“DEM Parti ne yapsın? Git halka süreci anlat diyorlar. Ama bu kolay olmayacak. Öcalan’ın mektubu bir kesimi rencide etti. ‘Siz bize ne anlatıyorsunuz, bu açıklamanın içinde Kürt nerede, biz neredeyiz?’ diye soruyor insanlar. Bu Öcalan’ın son kurşunu, bu çağrıyı yaparak çok büyük bir risk aldı. Umarım olumlu sonuçlanır.”

Diyarbakır’da halk çoğunlukla şaşkın, suskun ve kırgın. Öte yandan herkes son hücresine kadar barış istiyor, hayal kırıklığı değil.

Bu görüşmeden birkaç gün sonra İmamoğlu gözaltına alınıyor, sonra da tutuklanıyor. Bunun etkisini anlamak için tekrar Diyarbakır sokaklarına çıkıyorum, insanlarla konuşuyorum. Bu konuda Kürtler arasında iki ayrı görüş olduğunu söyleyebilirim.

İmamoğlu’nun tutuklanmasının sürece etkisi

Bir grup, ki buna kentin bazı ileri gelen fikir erbapları da dahil, AKP ve CHP arasında yaşananlardan mümkün olduğunca uzak durulmasının Kürtler açısından daha iyi olacağını düşünüyor. Bunun AKP ve CHP arasında bir sorun değil, hak, hukuk adalet sorunu olduğunu hatırlattığımda ise “Burada kentler başımıza yıkılırken onlar neredeydi, bize kayyımlar atanırken neredeydiler, biraz da onlar görsün haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik neymiş” cevaplarını duymak mümkün.

İkinci görüş, ki bunun çoğunluk olduğunu söyleyebilirim, Türkiye’de genel bir demokratikleşme olmadan Kürt sorununun çözümünün de gerçekçi olmayacağını düşünüyor. Nitekim İmamoğlu’nun tutuklanmasının kentte sürece olan güvensizliği ve geleceğe dair umutsuzluğu daha da arttırdığını gözlemlemek mümkün. Katıldığım Nevruz kutlamalarına da yansıyor bu ruh hali. Başta Sebahat Tuncel olmak üzere, Kürt siyasetçilerin çoğunluğu konuşmalarında demokratikleşme olmadan sorunun çözülemeyeceğini vurguluyorlar vurgulamasına ama…

Yaklaşık 10 gün kaldığım Diyarbakır’daki izlenimlerimden şunu söyleyebilirim:

Kürtler elbette sürecin başarılı olmasını istiyorlar, çünkü barış da çatışma da Kürtler için çok somut, hayatlarını etkileyen, tüm yaşamlarının merkezinde olan bir konu. Varlık-yokluk meselesi, çocuklarının geleceği meselesi. Ve artık bunun çözülmesi gerektiğini düşünüyorlar. Silahsızlanma çağrısı ile devlete bir alan açılıyor. Kürtler şimdi devletin açılan bu alanı doldurmasını bekliyorlar.

Bu, Kürtlerin Erdoğan’ı destekledikleri anlamına gelmiyor. Bunun nedeni; özellikle 2015 sonrası yaşanan sokağa çıkma yasakları, kayyım politikaları, Kürt dili ve kültürüne yönelik ağır baskılar… Kürtler, iktidarın kent uzlaşısını terör soruşturmasına dahil ettiği bir ortamda, süreçten barış ve demokratikleşmenin çıkma şansının çok az olduğunun da farkındalar. Ancak tüm bunlara rağmen, ufacık bir ışık varsa barış için, onu kullanmak ve barışa bir şans vermek istiyorlar. 

Diyarbakır Baro Başkanı Kadir Güleç: Barış ancak, yargının tarafsızlığını ve bağımsızlığını koruduğu ortamda gelir

“2023 yılında 6’lı masanın tartışılan isimlerinden biri de Ekrem İmamoğlu’ydu. O dönem apar topar kamu görevlisine hakaretten bir dava açıldı kendisine. İlk celsede hüküm kuruldu. Verilen mahkûmiyet hükmü hem seçim hakkını engelleyen bir sonuç doğurdu hem de ceza miktarı ertelenme ve hükmün geriye bırakılması kapsamında  değerlendirilmeyecek bir şekilde üst hattan verildi. İmamoğlu cumhurbaşkanı adayı olma ihtimali ve potansiyeli yüksek bir siyasetçi olarak görülüyordu ve yargı eliyle bunun önüne geçildi. Şimdi 2025’te de benzer bir durumla karşı karşıyayız.  Önce bir diploma krizi çıkarıldı.  Dönemin mevzuatına uygun bir şekilde verilen diploma çok usulsüz bir şekilde üniversite senatosu tarafından iptal edildi. Halbuki idari yargıda, bir düzenleme ya da işlem, hangi yolla tesis ediliyorsa o yolla iptaline gidilir. Kaldı ki 30 yıl gibi uzun bir süre geçmişti ve  30 yıldan sonra ve cumhurbaşkanlığı adaylığının tartışıldığı bir dönemde diplomanın iptal edilmesi, bunun hukuki nedenlerle değil daha çok siyasi nedenlerle gerçekleştiği doğrultusunda ciddi bir şüphe uyandırdı. Yine hem kent uzlaşısı altında yaptığı görüşmeler nedeniyle hem de “yolsuzluk” iddiası ile gözaltına almak ve ardından yolsuzluk soruşturmasında tutuklama kararının da siyasi nedenlerle verildiğini düşünüyorum. “Yolsuzluk” ile ilgili tutuklama kararına baktığımızda, Ekrem İmamoğlu’nun “kaçma şüphesi olması” nedeniyle böyle bir ara karar tesis edildiği görülüyor. Düşünün İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, Türkiye’nin son dönemde ön plana çıkan, CHP içinde ve toplumda kabul gören bir siyasetçi ve 3 yıl sonra yapılacak seçimlerde CHP’nin kuvvetle muhtemel cumhurbaşkanı adayı. Böyle biri kaçma şüphesi nedeniyle tutuklanıyorsa burada bir hukuksuzluk vardır. Yine ceza yargılamasında ve ceza muhakemeleri kanununda tutuklama bir tedbir olarak öngörülmüştür. Ayrıca tutuklama tedbirini ortadan kaldırabilecek düzenlemeler de vardır. Adli kontrol ile her gün imza vermek suretiyle kaçmasının önüne geçmek mümkün iken, milyonlarca insanın oy verdiği bir kamu görevlisini tutuklamanın mantıklı hiçbir açıklaması yoktur, hukuka aykırıdır. Bu nedenle biz Diyarbakır Barosu olarak da bu çerçevede açıklama yaptık.

Diyarbakır Baro Başkanı Kadir Güleç

Diyarbakır büyükşehir belediye başkanları tutuklandığında kamuoyu ve Türkiye’deki hukuk örgütlerinden yeterince tepki gelmedi. Şimdi İmamoğlu için Türkiye Barolar Birliği ve  neredeyse tüm barolar açıklama yaptı. Keşke bunu Gültan Kışanak ya da Selçuk Mızraklı tutuklandığında da yapsalardı. Ama onlar yapmadı diye biz hukuksuzluğa göz yumacak bir baro değiliz. Hukuksuzluk kime yapılırsa yapılsın ve kimden gelirse gelsin bizim bakış açımız evrensel hukuk normlarıdır, tutuklama ile ilgili yasal düzenlemelerdir, Anayasa’dır ve uluslararası sözleşmelerdir. Anayasanın yanı sıra AİHM’in 5. maddesi de ihlal edilmiştir. Anayasaya göre mahkemeler bağımsız olmalıdır. Bağımsız mahkemelerde bu durumun tekrar tartışılıp, itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi’ne taşınması durumunda bu hukuki hatadan dönülebileceğini düşünüyorum, buna inanmak istiyorum.

Kürt meselesinin demokratik barışçıl çözümü için Türkiye genelinde bu tür uygulamaların olmaması gerektiğine inanıyorum. Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümü ancak güçlü bir barış zemininde  olabilir. Hukuk normlarının çalıştığı, mahkemelerin bağımsız ve tarafsızlığını koruduğu ortamlarda daha güçlü bir şekilde barış dillendirilebilir. Kürt meselesi özgür bir ortamda, çok farklı fikirlerin ortaya konulmasıyla çözüme kavuşabilir. Kuşkusuz bu uygulamalar Kürt meselesinin çözümü için umutları zayıflatmıştır.  İmamoğlu’nun tutuklanması  antidemokratiktir ve çözüm sürecine de zarar verdiğini düşünüyorum.”

Nurcan Baysal
Nurcan Baysal