28 Mart 2024, Perşembe
22.01.2021 08:00

O günler

Kitaplığımı karıştırırken elime yeşil ciltler içinde, sararmış sayfalarla dolu bir dergi, o dönemdeki adıyla 7 Gün Mecmuaları geçti. Babam biriktirmiş olmalı. Şöyle bir göz atayım der demez kendimi H. G. Wells’in zaman makinasında bulmam bir oldu. Günlerdir kendimi bu ciltlerin yıpranmış sayfalarından, resimlerden, şiirlerden ayıramıyor, gözlerimi oradan alıp da başka bir şeyle ilgilenemiyorum. Her renkli kapağı Hikmet Feridun Es’in birlikte poz verdiği bir Hollywood yıldızı kaplıyor. Kimler yok ki kimler. Bergmanlar, Hayworthlar, Lamarlar. Hikmet bey bu yıldızlarla Türkiye üstüne de konuşuyor. Kapağı çeviriyorsunuz Nihat Sami Banarlı, dergiye gönderilen şair adaylarına tek tek cevap veriyor. Mesela Tirebolu’dan Bn. L. Gürsu’nun gönderdiği şu şiir: Rumba, swing, vals, tango, adı madem ki dans Hangisini seçsem dönsem az gelir az Nihat hoca bu hanıma, ‘’böyle eli ayağına dolaşan mısralarla veya narin ayaklarınızı kavalyenizin ayaklarına çiğnete çiğnete yazdığınız bu satırlar’’ diyor ve hanımı şansıyla başbaşa bırakıyor. Etimesgut’tan B. İ. Çolak’ın yazdığı Ağaçların gölgesinde düğünümüz kuruldu Ay ile yıldız şahit oldu nikahımız kıyıldı dizelerine epey kızıyor hoca. Başkalarına ilan edilmemesi gereken bir hadisenin ilanı ile başlayan manzumenizin geri kalan taraflarını okumaya lüzum görmedik diye tersliyor adamcağızı. Bu arada genç Çetin Altan da romantik şiirler yayınlıyor.  *** Derginin devamlı yazarlarından birisi büyük hikayecimiz Sait Faik. O Sait Faik ki eğer bir Batı ülkesinde doğmuş olsa dünya önünde eğilir, bu yalnız ve büyük adamı Mark Twain’in, Hemingway’in, Valery’nin bulunduğu edebiyat pantheonuna yerleştirirdi. Sait Faik bazen Cemil Meriç, Behçet Necatigil gibi genç edebiyatçılarla konuşuyor, bazen İslam Eserleri Müzesi’ni bazen Atatürk İnkilap Müzesi’ni tanıtıyor o nefis üslubuyla. Şaşmaz bir ölçüdür: Bir değeri takdir etmek bir başka değer olmayı gerektirir. Yoksa eşeklere haksızlık etme pahasına ünlü ‘’Eşek hoşaftan ne anlar’’ sözü geçerli olur. Sait Faik kendisi emsalsiz bir yıldız olduğu için, başka bir yıldızın, Orhan Veli’nin pırıltısını hemen fark ediyor ve ona sayfalar ayırıyor. Dergi, 1945 yılına ait olduğuna göre Orhan Veli henüz 31 yaşında, önünde de beş yılcığı kalmış. Sait Faik’in dokuz yılı daha var ama ikisi de ölümden değil hayattan, şiirden konuşuyorlar. Yazının başlığı şu: Rakı Şişesinde Balık Olmak İsteyen Şair. Sait Faik şöyle tanıtıyor genç şairi: ‘’Üzerinde en çok durulmuş, zaman zaman alaya alınmış, zaman zaman kendini kabul ettirmiş, tekrar inkar, tekrar kabul edilmiş; zamanında hem iyi hem kötü şöhrete ermiş bir şair vardır. İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol, müselles (üçgen) bir yüz, şişirilmiş bir göğüse benzeyen sırt, ergenlik bozuğu bir yüz. İşte görünüşte Orhan Veli.” Şöyle devam ediyor: ‘’İstanbul şehrini zaman zaman bir moda sarar. Bazen bir şarkı, bazen bir tek ‘voyvo!’ kelimesi… Orhan Veli’nin ‘Yazık oldu Süleyman Efendiye’si de böyle meşhur olmuştur.” Sonra, sevgili şair dediği Orhan Veli’ye herkesin merak ettiği bir soruyu soruyor: “Nasırı şiire sokmak nasıl bir şey?” Şair üzülüyor bu sorulara. Meşhur olsun diye yazmadığını, halktan insanların hayatını anlatmak istediğini söylüyor. *** Keşke bu söyleşinin tamamını okusanız ama benim üzerinde durmak istediğim konu o dönemdeki aydınların, sanatçıların sokaktaki insana, hani şu ‘sıradan’ denilen emekçi insana duydukları büyük sevgi. O sıcaklık Nazım’da, Sait Faik’te, Orhan Veli’de, Yaşar Kemal’de, kısacası bütün ediplerde var. Orhan Veli de Sait Faik gibi hep halkın içinde geçirir vaktini. Kahvelerde oturur, kıyıdaki basit tezgahta balıkçılarla sohbet eder, rakı içer balık yerler. İstanbul’a hayrandır hepsi, torik, kofana, lüfer, barbunya boldur. Biri der ki: Dünyanın en güzel balığı Boğaziçindedir abicim. Balık Kızkulesi’ni geçince çekiver kuyruğunu. Hayda bre! Başka biri onun kadeh kaldırmasına karşılık verirken; Allahıma çok şükür balık bol ve ucuz bu memlekette der, yoksa fakir fukara nasıl doyardı, et pahalı. O sırada kıyıya gürültüyle yanaşan allı yeşilli alamanadan reis, alın be bunları da taze çıktı diye oynayan barbunyalar ikram eder. Onlar da doğru tavaya gider. İşte Orhan Veli’nin arkadaşları, sevdiği insanlar bunlardır. ‘Sosyete’ sevmez, Batı taklitçilerine ise iyice küsmüştür. *** Sait Faik yine sorar: ‘’Şiire ne zaman başladınız?’’ (Yakın arkadaş ve küçüğü olmasına rağmen siz diye hitap etmesine dikkat edelim lütfen.) Orhan Veli der ki ’’Bu hastalık bende 11-12 yaşlarında başlar…. O sıralarda gavur şairlerini okuyorduk. Baudelaire’den sonrakileri, bir de sürrealistleri. Şimdi o şiirleri beğenmiyorum. Onlardan ayrıldım. Bugün halk şiirinden istifade ediyoruz.’’ ‘’En sevdiğiniz şairler kim?’’ ‘’En çok isimsiz şairleri severim, daha ziyade halk türkülerini çıkaran adı bilinmeyen şairleri severim.’’ ‘’Bir tane söyler misiniz?’’ Orhan Veli şu müthiş dizeleri okur: "Akşam olur hapisane kitlenir/ Kimi kağıt oynar kimi bitlenir/ Kiminin Temyizden evrakı gelir/ Düştüm bir ormana yol belli değil/ Yatarım yatarım gün belli değil’’ Susarlar. Sait Faik, “Güzel bir şiir okunduktan sonra insan bir süre konuşamıyor” der. *** Dalıp o günlere gitmişim; zarafetin, kibarlığın, hassas şairlerin, nazik kadınların, namuslu emekçilerin, onlara yakın aydınların güzel dünyasına dalmışım ki birden irkilerek kendime geldim. Birisi avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Ulan, yüreeen yetiyosa söyle, hadi söyle, vatana millete bağlıyım de!” Başka bir ses ‘’Şerefsiz senin yüreeen yetiyosa, asıl senin gibi darbeci” diye gırtlak paralıyordu. Meğer TV açılmış evde, kanallarımızın birinde güzide siyasetçiler, gazeteciler, akademisyenler tartışıyorlarmış. Televizyonu kapattım, elimdeki dergilere geri döndüm. Yaşar abinin dediği gibi: “Başka ne gelirdi ki elden.’’