28 Mart 2024, Perşembe
29.01.2021 08:00

Disko topuna dönmüşüm

Selahattin Duman, direksiyonda uyur vaziyette geçirdiği korkunç trafik kazasını ve sonrasında günlerce misafir olduğu yoğun bakım servisinde yaşadıklarını anlattı
Elimi kafama atıyorum, pütür pütür cam kırıklarıyla dolu. Üzerine tüy diker gibi bir de maslahatıma sonda sokmuşlar. Beni “insanın orijinali budur” deyip yoğun bakıma atmışlar. Hastaneye getirildiğim zaman ameliyatıma girip beni deliksiz bir uykuya gönderen anestezi doktorum, aynı zamanda kız kardeşimin okeydeki hasmı Nagihan Hanım’ın deyişiyle “Disko topuna” benziyormuşum.  Arabanın ön camı patlayıp yüzlerce minik parçaya bölünmüş, o minik parçaların her biri önce kafatası derimin üzerine sonra kendi vücuduma işlemiş.  Askeriyenin mutfağında bir çuval pirinci ayıklamak, beni tımar etmekten daha kolay.  Bir de ameliyathanenin tepeme vuran ışıkları var. Kızcağız beni disko topuna benzetmesin de ne yapsın. Yine kibarlık yapmış. Kına gecelerinde genç kızların giydiği bindallılara benzetmemiş. O da yakışırdı.  Doktorlar, vücudumu “Murahhas padişah kılıcı” gibi süsleyen kırık cam parçalarıyla ilgili açıklama yapıp içimi rahatlattılar. On, on beş güne kendiliğinden dökülürlermiş, o zaman cillop gibi olurmuşum. *** Bir ameliyat daha oldum mu hiç hatırlamıyorum. Kırpık kırpık görüntüler gözümün önüne gidip geliyor. Bildiğim kadarıyla anestezi uygulamadılar. Kırık sol kolumu açtılar. Neşterin kemiğe sürtmesiyle “Kırt! Kırt!” diye sesler geliyordu. Sonunda çile bitti. Beni yoğun bakıma altı okka ettiler. Buraları da hep hayal meyal. Akşamın bir vakti, şeytanın avrat boşadığı saatlerde benim 19 gün sürecek yoğun bakım çilem başladı.  Yoğun bakım servisleri, askeriye koğuşu düzeninde. Sıra sıra dizili yataklar, çeyiz sandığında açılacağı günü bekleyen çarşafın danteli gibi. Tepemizde oksijen maskeleri, serum şişeleri, ilaç torbaları, damarlara girmiş iğneler, Kızılay bağış rozeti gibi göğüs mıntıkasına yapıştırılan elektrot başlıkları. Şekil olarak tamamız. Azrail koğuşa girse taşıdığımız aksesuarlara bakarak sıranın kimde olacağını bilir.  Arada bir yeni müşteri geliyor. Yani hasta. Altı tekerlekli yatakları sıklaştırıp, araya bir yataklık yer açıyorlar. Hasta oraya tıkıştırılıyor. Yoğun bakımdaki ikinci, üçüncü günüm müydü ne. Benim yatağı az öteye iteklediler. Arada kalan boşluğa yeni somya kurdular. Üstüne de bir teyze koydular. “Teyze” dediğime bakmayın, kadın ölümsüzlüğün sırrını çözmüş gibi. Kafada da 14 dikiş.  Torba ilçesinden getirmişler. Tahminlere göre merdivenlerden yuvarlanmış. Kafayı da öyle kırmış. Sese koşan komşuları bulmuş, ambulans çağırmışlar.  “Teyze” ilk gecesinde gayet mülayimdi. Gelininin eline bakan kaynana gibiydi. Ne olduysa İzmir’deki torununun gelmesiyle oldu. Kısmen hafızası yerine gelen “Teyze” olayı kavgaya bağladı. Bağırıyor, çağırıyor. Derken hemşirelerin bir boş anını kollayıp yataktan kaçıyor. Ver elini koridorlar.  İçindeki ses “Yüreğinin götürdüğü yere git” diyor ama koğuştaki dış ses “Anca gidersin” diyor.

Sonda probleması

Yatakta kımıldayamamak ayrı bir dert, bir de maslahatıma soktukları sonda ayrı bir dert. Bilmeyenler için kısa bir özet geçeyim.  Bu sonda dedikleri zıkkım, oranızdan bir hortumla yatağın yanına raptedilen plastik torbaya bağlanıyor. Oradan da saldığınız idrarın gramajı ölçülüyor. Ne önemli şey idrar gramajı. Sanki biz eroin imal ediyoruz. Hastabakıcılar da hasılatı toplayıp doktorlara emanet ediyor. Sabahları viziteye çıkan bütün doktorlara yalvarıyorum. “N’olur çıkarın bu sondayı, ben kendi hesabımı tutar size bildiririm.”  Çıt yok. Gülümsüyorlar. Haydi diğer doktorları geçtim, ameliyatımı yapan kardeşimin öğrencisi Doç. Dr. İsmail Yürekli’ye ne demeli. Ondan da tepki yok.  Sen ki kalp-damar cerrahısın. Benim idrar torbamla ne uğraşıyorsun? Sonda lobisine mi çalışıyorsun? Ama yukarıda Allah var. Hepsi kibar, güleryüzlü. Babamı muayeneye gelen 9 Eylül’deki o doçent gibi değiller. İki binli yılların başıydı. Babam Dr. Abdullah Duman ağır hasta, kaderine teslim olmuş yatıyordu.  Sabah vizitesine gelen doktorlar bir hışımla girdiler odaya. Başlarında da o iri yarı doçent var. Etrafındaki asistanlara sorular soruyor, aldığı cevaplara sert karşılıklar veriyordu. Bu arada meslektaşı olan babama ne selam, ne hatır sorma. Babam alındı, benim duyabileceğim bir ses tonuyla “Suret-ül beşer, tabiat-ül bakara” dedi.  Doçent duydu, “Ne dedi?” diye sordu. “Anlamadım” deyip atlattım. Aslında anlamıştım. Vizite bittiğinde çekip gittiler. Babam “Bak” dedi. “Bu yatakta 69 senelik bir abisi yatıyor. Selam bile vermiyor.”  “Suret-ül beşer, tabiat-ül bakara” dedi ve ekledi.  “Görünüşte insan, yaradılışta öküz.” “Bu benim terkibimdir. Birine kızdığın zaman sen de söyle ama manasını açıklama, kavga çıkar.” Bereket benim doktorlarım inanılmaz saygılı ve insancıldı.  Hepsine minnettarım. Sadece kafaları sondaya takılmıştı. Kırmızı çizgileri bu sondaydı. Bir de su içirmeme politikaları var. Geçen sayıda da anlattım. Su burada “insan hayatından sonra” en değerli şey. Su tüketimi konusunda sanki Kerbela’dasın. Ben Kerbela’nın ne manaya geldiğini yoğun bakımda öğrendim.  *** Benim böbreklerim kazadan sonra yüzde 20 kapasitede çalışmaya başlamış. Sol kalp kapakçığı da pancar motor gibi olmuş. Keyfi isterse kan pompalıyor, keyfi istemezse hava üfürüyor.  Ameliyat da edemiyorlar. Ederlerse böbreği kaybedebilirmişiz. Hal böyleyken yoğun bakım personeline “Size inat ölmeyeceğim” diye posta koyan Mehmet amcadan ses seda yok.  Yatağa bağlamışlar. Muhtemelen uyku ilacını da basmışlar. Dört beş gündür kesintisiz uyuyor. Yanıbaşındaki teyzeyi de haplamışlar. Üstelik yatağa bağlı. Servisimizde huzurumuz tamam. Yoğun bakımlarda zaman geçmiyor. Sabah altıda serviste ışıklar yanıyor.  Oradan anlıyorsun ki yeni bir gün başlıyor. Artık sırada kahvaltı dağıtımı var. Kahvaltı arabasının servise yaklaştığı teee on dakikalık mesafeden duyuluyor. Belediyelerin çöp konteynerlerini düşünün. İki konteyneri birbirine ekleyin. O ölçüde bir şey. Katar’a sattığımız Altay tank fabrikası bundan sağlamını üretemez. Hele çelik tekerlekleri zemine süründüğünde öyle ses çıkarıyor ki, savaşta cepheye sürsen düşmanın yüreği o saat korkudan yarılır. Memleket büyüğümüz “uzun boylu asabi şahsiyet” nasıl olmuş da bu kahvaltı arabalarını Karabağ’da Ermenilerin üzerine sürmemiş, ona şaşarım. Sonunda “yoğun bakımdaki çilemiz” bitti. İyi halden tahliye olup özel odaya çıktık. İki üç gün sonra da nefroloji doçenti Dr. Zeki Soypaçacı’nın himayelerine girdik. Onun onayıyla bizim sonda çıkarıldı. Kazadan sonra gerçekten hayata dönüşün başlangıcı bu sondadan kurtulduğum saattir.

Teşekkür

İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin değerli doktorlarından Doç. Dr. İsmail Yürekli, Uzman Dr. Nagihan Altınca Karahan, öğretim üyesi Dr. İhsan Akan, Prof. Dr. Cem Nazlı, öğretim üyesi Doç. Dr. Zeki Soypaçacı’ya; isimlerini buraya sığdıramadığım yoğun bakım, kardiyoloji, ortopedi, nefrolojinin fedakar hastabakıcı ve hemşirelerine sonsuz şükranlarımı sunarım.