Milliyet’te çalıştığım yıllarda kültür sanat servisiyle yazar odaları komşuydu. Sabah saatlerinde üç odadan gelen daktilo sesleri birbirine karışırdı: Sami Kohen, Hasan Pulur ve Nail Güreli. Önce Hasan Bey ayrıldı aramızdan, sonra Nail Bey. Bu hafta Sami Bey de kuşağının son temsilcilerinden biri olarak meslektaşlarının yanına gitti. Onun daktilolarla özel bir ilişkisi olduğunu ise bu yazıyı yazarken çok faydalandığım, Nihal Boztekin imzalı nehir söyleşi kitabı “Ver Elini Dünya” (Libra Kitap) sayesinde öğrendim. Babasından ona kalan 1938 model Torpedo ile başlayan daktilo sevdası, Olivetti ile devam etmiş. O kadar bütünleşmiş ki, son yıllarda onu çok zorlayan göz hastalığı nedeniyle neredeyse hiç bakmadan yazabilmiş. “Evet, halen yazıyorum” demiş kitapta, “Ama bu büyük bir gayret gerektiriyor. Bir azim meselesi, devam edeceğim yazmaya”... Gayret ve azim. Sami Kohen’in 93 yıllık yaşam öyküsü bu iki sözcük üzerine kurulu değil mi zaten? 1928 yılında Margörit ve Albert Kohen’in iki kız çocuktan sonra hasretle beklenen oğulları olarak doğdu. Hasköylü bir Yahudi ailesiydi.
Babadan gazeteci
Babası Alliance Lisesi mezunuydu. Çok iyi Fransızca ve Ladino konuşurdu. Selanikli Musevi tüccarlar tarafından kurulan Selanik Bankası’nın muhaberat bölümünü yönetiyordu. Yazıyla ilişkisi de ondan mirastı. Albert Kohen 1925’e dek çıkan ve Ladino dilinde yayın yapan El Telegrafo gazetesinde yazardı. Bu kapandıktan sonra kurulan La Boz de Oriente (Doğu’nun Sesi) dergisinde devam etti. Sahibi Uruguay’a göç edince, 1938 yılında dergiyi devraldı. Aylıktan haftalığa çevirdi, ancak önce Ankara’dan izin alması gerekiyordu. İtiraz, yayının adına, daha doğrusu Oriente sözcüğüne geldi: “Türkiye bir Şark memleketi değildir”. Böylece Albert Kohen’in 1949’da vefat edinceye kadar her satırına emek verdiği La Boz Türkiye çıktı ortaya. Türkçe, İspanyolca ve Fransızca yazılar içeren bu gazete, II. Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da çıkan tek Musevi gazetesi olarak yaşananları kayıt altına aldı. Savaş sonrasında da toplama kamplarından kurtulanlarla yaptığı röportajlarla önemli bir arşiv oluşturdu. Bütün hazırlıkları evlerinde yapılan bu gazete, Sami Kohen’in hayatına da yön verdi. Kaleminden çıkanlar ilk kez yayımlandığında tarih 1 Şubat 1941’di ve bu bir şiirdi: “Askerlere Yardım”. Yokluğun ve savaşın her şeyin üzerine geçtiği, milliyetçiliğin yükseldiği bir dönemde, 13 yaşında bir gencin duygularını aktarıyordu şiir. Ne var ki o dönem, Kohenler gibi pek çok Musevi aile için sarsıcı olacaktı. Önce 1941’in Mayıs ayında gayrimüslim erkekler ihtiyat askeri olarak göreve çağrıldılar. Bir yıl boyunca silah verilmeden yol inşaatında çalıştırıldılar. Babası yaş haddinden ötürü gitmemişti ancak ablasının eşi gitmiş, kötü hatıralarla döndükten sonra da İsrail’e göç etmişti. Ertesi yıl, 1942’de konan Varlık Vergisi ise babasının bütün birikimin yanı sıra bankadan kredi çekmesiyle ancak ödenebildi. Büyük bir hayal kırıklığıydı geride kalan... 1949 yılında Albert Kohen hayata veda ettiğinde, Sami Kohen’e bıraktığı tek miras gazetesiydi. Türkiye’nin Sesi adını vererek devam ettirdiyse de o daha geniş bir alana hitap etmek, günlük bir gazetede dış haberler alanında çalışmak istiyordu. Önce Anadolu Ajansı’nın haber çevirisi için açtığı sınava girdi. Kusursuz Fransızcası ve İngilizcesine rağmen kazanamamasının nedenini yıllar sonra öğrenecekti: II. Dünya Savaşı’ndan kalma bir kuralla gayrimüslimlerin ajansta çalışması yasaktı. Dünyaya açılan kapı oldu
Yılmadı. 1950 yılında hem yeni kurulan Gazetecilik Enstitüsü’nün ilk öğrencilerinden biri hem de Yeni İstanbul gazetesinin genç muhabirlerinden biriydi. O günlerde günlük gazetelerde özel bir dış haberler sayfası yoktu. Sami Kohen ise dünyayı takip ediyor, özellikle de Orta Doğu’da çok güncel olan ihtilaflar konusunda donanımlı makaleler yazıyordu. Her şey iyi giderken bir gün gazetenin sahibi Habip Edip Törehan onu odasına çağırdı. Nazi sempatizanı olarak bilinen Törehan ile o güne dek en ufak bir sürtüşmesi olmamıştı. “Çalışmalarından çok memnunum” dedi gazete patronu, “Ancak çevremdekiler bu Kohen kim diye soruyorlar. Acaba müstear ad mı kullansan?” “Kusura bakmayın” diye cevap verdi Sami Kohen, “Bu ad bana pederimden miras. Reddi miras yapamam”. Bu konuşma orada kaldı, bir daha tekrarlanmadı. Sami Kohen adı zaman içinde dış haberlerle özdeşleşti. En önemli kaynakları radyo ve yabancı yayınlardı. Bir gün Törehan “Birçok memleketi tanımıyoruz, sen git gör bize anlat” deyince hayatı boyunca sürecek seyahatleri başladı. Böylece bu “tek kişilik dev kadro”yla Türk basınında ilk kez dış haberler servisi kurulmuş oldu. Ta o yıllarda kurduğu ilişkilerin sonucunda Jewish Cronicle’dan Daily Herald’a, Birmingham Post’tan Chicago Tribune’e birçok yayında yazıları yayınlandı. İpekçi’yle yol arkadaşlığı
1951 sonunda askere gitti, bir yıl sonra döndüğünde yakın arkadaşı Abdi İpekçi ile birlikte İstanbul Ekspres gazetesine geçtiler. Arkasında büyük bir sermaye yoktu bu gazetenin, sabah erken gelen sobayı yakar, çürük tahtalar üzerinde çalışırlardı. Yaptıkları işten mutlu olmak yetiyordu. İki yıl sonra maaşları alamamaya başladıklarında da sabrettiler. Ta ki Ali Naci Karacan onları yeniden Milliyet’e çağırana kadar. Böylece 1954’ten bugüne dek aynı gazetede çalışarak sadece gazetecilikte değil hemen hiçbir meslekte görülmeyen bir iz bıraktı ardında. Üç yıl önce Filiz Aygündüz’e verdiği söyleşide “Milliyet benim ikinci yuvam dediğim yerdi” diyordu; “Hatta bazen acaba ikinci mi birinci mi diye düşündüğüm oldu”. İçinde Halit Kıvanç’lar, Çetin Altan’lar, Kahraman Bapçum’lar, Bedri Koraman’lar, Altan Erbulak’ların olduğu bir aileydi Milliyet o yıllarda. 1957’de kaleme aldığı bir yazıda Abdi İpekçi yakın arkadaşı Sami Kohen’i şöyle anlatıyordu: “Milliyet gazetesinde sporla alakası olmayan yegâne insandır. En mühim siyasi hadiselere muhabir gönderilmezken en küçük bir yabancı spor temasının dahi muharrirler, fotoğrafçılarla takip edilmesindeki hikmeti bir türlü kavrayamadığını söyler. Hayatında gittiği tek maç Türkiye-Mısır milli futbol karşılaşmasıdır. Ona da siyasi bir tezahürata vesile olduğu için gitmiş, müsabakayı değil, şeref tribününde oturan Başvekil Menderes ile Mısırlı diplomatların konuşmalarını takip etmiştir”. Ertesi yıl ise gazetede epey kişisel bir not çıkacaktı hakkında: “Gazetemiz muharrirlerinden Sami Kohen ile Bayan Mirka Barzilay nişanlanmışlardır. Nişanlılara saadetler temenni ederiz.” İki yıl nişanlı kaldıktan sonra evlenmek için seçtikleri tarih başlarına iş açacaktı: 29 Mayıs 1960! İhtilalden iki gün sonra... 27 Mayıs günü girdiği gazeteden 48 saat sonra çıkıp validen özel izinle kıyılan nikahına yetişti Sami Kohen. Dönemin içişleri bakanı Namık Gedik’in ölüm haberi üzerine, balayını geçirdikleri Çınar Oteli’nden aranarak acilen gazeteye çağrılması da cabası. Mirka-Sami Kohen’in hayatının nasıl geçeceği belli olmuştu. Kızları Jale ve oğulları Alp de bu hayata hep uyum sağladılar. Öyle ya, bazen gazete “birinci yuva” oluveriyordu. Siyasette direkten döndü
1961 yılında ise sıra dışı bir öneri aldı İsmet İnönü’den, yaklaşan seçimlerde milletvekili adayı olması isteniyordu. Gazeteciliği bırakmak istemese de kabul etti. Abdi İpekçi’nin tabiriyle “Seçilemediğini öğrendiğinde üzülmeyen tek aday” olmuştu. Gazeteye gelip kaldığı yerden devam etti. Hep öyle yaptı. Gazeteciliğe mesleğin ruhuna, değerlerine halel getirmeden devam etti. Dünyayı dolaştı, anlamaya çalıştı, anlattı. Ardından Kıbrıs’tan Orta Doğu’ya, ABD’den AB üyeliğine Türkiye’nin dış ilişkilerine dair kocaman bir arşivin yanı sıra genç meslektaşları için gazetecilik sevdasını bıraktı. Tıpkı babasının mirası gibi! Milliyet’in Genel Yayın Yönetmeni Mete Belovacıklı’ya göre “Milliyet mi odur, o mu Milliyet’tir?” diye soracak kadar gazetenin yaşayan tarihi, Cengiz Çandar’a göre “mesleğin aristokratı”, Sedat Ergin’e göre “Cumhuriyet dönemi gazeteciliğinde bir müessese”, Soli Özel’e göre “küreselleşme döneminden önce küreselleşebilmiş bir gazeteci”... Hepimizin malumu, “Yeni Türkiye”de gazetecilik mesleği saygınlığıyla, ahlakıyla epeyce sınandı. Kendine gazeteci deyip ihale kovalayan, sorgulamak yerine itaat etmeyi seçen, haktan değil ranttan yana olan sayısız örnek gördük. Bir meslekte yeteri kadar zaman geçiren herkese “duayen” demek adet oldu. Ne getirdi ne götürdü, faydasından çok zararı mı olduya bakmadan... Bu meslekte de bu sözcük kimler kimlerle yan yana geldi. O nedenle Sami Kohen için duayen demeye imtina ediyorum. Başka bir söz var söyleyeceğim: Bu ülkede hâlâ gazetecilik diye bir meslek varsa, çimentosunda Sami Kohen gibi gazeteciler olduğu içindir.