Komşu olarak istenmezler, askerde ‘çürük’ diye yaftalanırlar ama iş eğlenceye geldi mi baş tacı edilirler. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki protestolara yönelik tepkiler de döndü dolaştı onları buldu. LGBTİ+’ler, yıllardır verdikleri varoluş mücadelesinin bugün yeni bir durağındalar...
Geçen hafta Boğaziçi Üniversitesi’nde rektör atamasını protesto eden öğrenciler tarafından hazırlanan bir sergide Kabe resminin yere serildiği iddiası, bambaşka bir gerilimin fitilini ateşledi. Resme gösterilen tepkiler, LGBTİ+ topluluğunu hedef aldı. Direnişe katılan öğrenciler gözaltına alındı. Yaşananlar, LGBTİ+ hak mücadelesine yeni bir halka olarak eklendi. Bu öyle bir mücadele ki yıllardır hem zekâ hem de sabır sınavı olarak yaşanıyor. Belediye kolonlarının renklerine bakıp “sapkınlık meşrulaştırması” yorumunu yapan milletvekillerine, mağazaların kendisini eşcinsel yapmaya çalıştığını öne süren gazetecilere, Koronavirüs salgınını eşcinsellikle bağdaştıran din görevlilerine ve üzerinde gökkuşağı olan ürünlerin +18 ibaresiyle satılmasına karar verenlere rağmen...
4 kişiyle başladı
LGBTİ hareketinin buralardaki tarihini 1980’lerden başlatabiliriz. 12 Eylül rejiminin yarattığı korku ikliminde şiddetle, hoyratlıkla yok edilmeye çalışılan kesimlerden biriydi LGBTİ+’ler. Kamusal alanda ilk eylem 1987’de Gezi Parkı’nda yapıldı. Baskı ve tehditler karşısında dört kişi açlık grevine başladı. 12 Eylül travmasından çıkmış, hak talepleri ile nasıl bir ilişki kuracağını bilemeyen ülke basınından çok dünya basını ilgilendi bu eylemle. 1993 yılında ilk Onur Yürüyüşü için İstanbul Valiliği’nden izin alındı. Ama basının tavrı sertti, “gençliğimizi zehirleyecekler” yaklaşımı valiliğe geri adım attırdı. İzin iptal edildiği gibi düzenleme komitesindekilerin evlerine polis baskın düzenledi. Bu, örgütlü mücadelenin başlangıcıydı. Yeniden sokağa çıkmak için on yıl beklemeleri gerekti ve 2003 yılında 15-20 kişi İstiklal Caddesi’nde yürüyüp “Buradayız” dediler.
Hep bir gerekçe var
Sonraki yıllarda. LGBTİ+’ler ve insan hakları savunucuları kol kola girdi. 2013’te Gezi direnişinin etkisiyle 100 bin kişi yürüdü Taksim’de. 2015’e kadar... O yılki yürüyüşü Ramazan’a denk geldiği gerekçesiyle yasakladı Valilik. Her şeye rağmen yürümek isteyenleri polis tazyikli su, biber gazı ve plastik mermi eşliğinde engelledi. Sonraki yılların Onur Yürüyüşleri’nde de benzer sahnelere şahit olduk. İlginçtir, 2016 yılında Trans Onur Yürüyüşü’nün polis müdahalesi ile engellendiği gün, yaşananları en derinden anlaması beklenen biri Cumhurbaşkanlığı’nın iftar davetindeydi. Bülent Ersoy, davette mutlu mesut iftar ederken 30 yıl önce verdiği varoluş savaşını unutmuş gibiydi. 1981’de “genel ahlak kurallarını bozduğu” gerekçesiyle eşcinsellerin sahneye çıkması yasaklandığında dava açmış, yaşadığı bunalım sonucunda intihara bile teşebbüs etmişti. 1987’de dönemin başbakanı Turgut Özal’a sahne yasağının kaldırılması için bir mektup yazdı. “Sayın Başbakanım” diyordu, “Katil değilim, hırsız değilim, vatan haini değilim, fahişe değilim. Memleketim aleyhinde faaliyet göstermedim. O halde bu yasağın anlamı ne?” Sonuna kadar haklıydı. Yasak 1988’de kalktı, Ersoy seyircisiyle buluştu. Bundan sonra da insan haklarından, trans haklarından, LGBTİ+ haklarından bir daha söz etmedi. Türkiye’nin kemikleşmiş ikiyüzlülüğüne sığındı. Değerler Araştırması sonuçlarına göre yüzde 87’si eşcinsel komşu istemeyen bir ülke, Zeki Müren ve Bülent Ersoy’u ancak eğlencenin bir parçası olarak görüyordu. Basın da ancak “eğlence” varsa vardı, hak arayışında değil. 2008’de öldürülen Ahmet Yıldız’ın haberi ancak dış basından geçip gelebilmişti buraya. Independent, “Türkiye’nin ilk gay namus cinayeti” başlığını atmasaydı gözler yine kör, kulaklar sağır kalacaktı. (Ahmet Yıldız’ın hikâyesini Caner Alper ve Mehmet Binay, “Zenne” adıyla sinemaya taşıdılar). Toplum ve medya bu tavırdayken siyasetin aksi yöne hareket etmesi mümkün mü? 2002 yılında, henüz iktidara gelmemişken “Eşcinsellerin hak ve özgürlükleri çerçevesinde yasal güvence altına alınması şart” cümlesini sarf eden Recep Tayyip Erdoğan, 18 yıl sonra bambaşka bir yerden sesleniyordu: “İnancımıza ve kültürümüze aykırı marjinal akımları destekleyenler bizim gözümüzde aynı sapkınlığın ortaklarıdır.” Önceki gün ise “LGBT, yok böyle bir şey” sözleriyle katıldı tartışmaya: “Bu ülke millidir, manevidir ve bu değerlerle geleceğe yürümektedir.” Sapkınlık, hastalık, marjinallik… Oysa bilimin cevabı çok açık. Türkiye Psikiyatri Derneği diyor ki, “Eşcinsellik, bir hastalık değil yönelim farklılığıdır. Yönelim, bireylerin tercihleri ile oluşan bir durum değildir. Bu nedenle eşcinsellik bir cinsel tercih değildir. Kişinin iradesinden bağımsızdır.” Kısacası siz aksini söylüyorsunuz diye değiştirilecek bir “karar” ya da dönülecek bir “hata” değildir. Ve elbette son günlerde üzerine yapıştırılmaya çalışıldığı gibi suç değildir. Kabullenmemek konusundaki ısrarlara rağmen “tedavi edilecek bir hastalık” hiç değildir.
Pembe tezkere utancı
Gel de bunu Türk Silahlı Kuvvetleri’ne anlat diyeceksiniz. Haklısınız. Der Spiegel dergisi 2010’da Türkiye’de eşcinsellerin askerlikten muaf olmak için cinsel yönelimlerini görüntüyle kanıtlamaları gerektiğinin haberini yaptığında Türk Silahlı Kuvvetleri bu haberi kabul etmemiş, kişinin beyanını yeterli gördüklerini savunmuştu. Oysa ben 2011 yılında bu hikâyeyi bizzat yaşayan birinden dinlemiştim. O zamanlar çalıştığım Milliyet gazetesine de yazmıştım, arşivde duruyor. Adını vermek istemeyen A., önce GATA’da psikolojik testlerden geçmişti. Çünkü halen yürürlükte olan TSK Sağlık Yeteneği Yönetmeliği’ne göre eşcinsellik, “cinsel kimlik ve davranış bozukluğu” olarak tarif edilen bir hastalık. A. bu şekilde askeri doktorları ikna edemeyince ona “ilişki anında” fotoğraf çektirmesi gerektiğini söylemişlerdi. İngiliz sevgilisini zar zor ikna edip söz konusu fotoğrafı çektirmişti. Askerlik şubelerinin birinde, üzerinde adı yazan bir dosyada bu denli mahrem bir fotoğrafı bulunuyordu. Böylece gayriresmi adıyla “pembe tezkere”sini almıştı. Verilen raporun adı da yüz kızartmaktan geri kalmıyordu: Çürük raporu. Kutluğ Ataman raporunu 12. İstanbul Bienali’nde sergilediğinde üzerinde yazanları unutmak mümkün değildi: “Ruhsal Muayenesi: Konuşma efemine. Ses tonu efemine. Mimik ve jestleri efemine. Hareketler efemine. Tanı: Homoseksüalite. Karar: Barışta ve seferde askerliğe elverişli değildir”.
Çok değil, 10 yıl önce
Bu çağda böyle düşünen mi kaldı diye soran varsa not düşeyim, raporun tarihi 2010. Böyle sorular pek anlamlı değil zaten, zira 2020 de LGBTİ+ mücadelesi açısından epeyce zor bir yıldı. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, koronavirüs salgınıyla ilgili yaptığı konuşmada, “Eşcinsellik, hastalığı beraberinde getiriyor, nesli çürütüyor” dedi. Türkiye Psikiyatri Derneği, Cinsel Eğitim Tedavi ve Araştırma Derneği ve Türk Tabipleri Birliği şu açıklamayı yaptılar: “Eşcinselliğin bu salgının başlaması ve yayılmasıyla bir ilgisi olmadığı gibi, eşcinselliğin başka hastalıklara neden olduğu da doğru değildir.” 21. yüzyılda bu cümleyi kurmak zorunda kaldıkları için ben özür dilerim.
Gökkuşağı yasaklandı
İnsanın aklı almıyor ama bu da oldu, LC Waikiki yönetimi, ürünlerde gökkuşağı, tek boynuzlu at gibi figürlerin kullanılmasını yasakladı. Ticaret Bakanlığı Reklam Kurulu da aldığı kararla, LGBTİ ve gökkuşağı temalı ürünlerin +18 ibaresiyle satışa sunulması zorunluluğu getirdi. Olacak iş mi? Bütün bunlar tek bir yere işaret ediyor: LGBTİ+ mücadelesi, bir insan hakları mücadelesi. Bir cinsel yönelimin değil, özgür iradenin mücadelesi. Özetle, insan olmanın mücadelesi. Yıldırım Türker’in sözünü unutmak mümkün mü?“Bir erkek erkeği, bir kadın kadını sever. Kuracağınız ikinci cümle politik olacaktır.”