Dünyanın en sevimsiz davranışı ‘Ben demiştim’ tavrıdır. Çünkü insan bir konuda haklı çıkmış olabilir ama hayatın bütününe yayılan her konuda söz sahibi olamayacağına göre ‘beşer şaşar’ sözü gereğince çokça hata da yapar. Ancak yapılmış doğru bir uyarıyı sevimsiz bir övünme değil de yakarma anlamında alırsak taşlar yerine oturur. Çok sevdiğiniz, canınız ciğeriniz bir yakınınızı yitirdiğiniz zaman göz yaşı dökerek ‘Bu kadar sigara içme, bırak bu mereti diye çok yalvardım ama dinlemedi’ demek gelir içinizden. Bu bir haklı çıkma övünmesi değil yazık oldu tavrıdır. *** Gelelim bu uzun girizgahı neden yaptığıma. Dijital arşivde başka bir şey ararken önüme çıkan bir yazıyı tekrar yayınlamak istedim. Hem bu düşünceyi hala değiştirmemiş ve savunuyor oluşumdan hem de yazıların, uyarıların, düşünce geliştirmenin Doğu toplumlarında nasıl işe yaramadığını göstermek bakımından. Osmanlı ve Cumhuriyet aydınlarının, yazarlarının yaptığı uyarılara kulak asılsaydı zaten bu duruma gelmezdik. Bu yüzden içimde hep ‘Biz çalar biz dinleriz’ duygusu var ama yine de Sait Faik gibi ‘Yazmasam deli olacaktım’ der ve yazmaya devam ederiz.
BİR DOSTUN VASİYETİ
Ali Rıza Bozkurt’un bir mektubunu anmak istiyorum burada. Bir ara basında ‘Müthiş Türk’ diye ünlenen Ali Rıza Bozkurt çok değer verdiğim bir dostumdu. Uluslararası mühendis formasyonuna Harvard Üniversitesi’nde yaptığı Anayasa çalışmalarıyla ayrı bir boyut katmış, bu konularda kitaplar yayınlamıştı. Yaptığımız uzun konuşma ve yazışmalarda, Türkiye’de hep geçici çözümler arandığından, deneme yanılma yöntemiyle gidildiğinden, bu yüzden sık sık krizlerle karşılaştığımızdan yakınır ve bir herkesin içine sinecek bir ‘toplum sözleşmesi’nin şart olduğunda birleşirdik. Ama siyaseti bir sistem sorunu olarak değil de kişilere bağlı günlük dedikodular şeklinde anlayan, ülkenin kaynaklarını paylaşmak için yapılan bir iktidar mücadelesi olarak gören kadrolardan bir şey çıkmayacağının da farkındaydık. İttihatçıların ‘Yok kanun yap kanun’ kuralını işlettiği, geçmişte bir Başbakan yardımcısının yeni bir yasanın geriye doğru işletileceğini (makable şamil) söyleyebildiği, 17 yaşındaki çocuğun yaşı büyütülerek idam edildiği bir hukuk düzeninde bugün yaşadığımız koşullara pek de şaşmamak gerekiyor. Lenin ve Troçki, Jön Türk devriminin bir temelden yoksun olduğunu, hiçbir sistem sorununu ele almadan ‘kötü padişah gitsin iyi padişah gelsin’den öteye gidemeyeceğini yazmışlardı. Haklılardı çünkü o kadronun ‘tarihsel materyalizm’den haberi yoktu. Ali Rıza Bozkurt şöyle bir mektup yazmıştı bana: “Yazının çıktığı gün Vatan gazetesinden kesip çalışma odamdaki aynanın üzerine yapıştırmıştım. Yazdıkların gerçekleşene kadar orada asılı kalmasını ve her aynaya baktıkça suratımın yanında onu da görerek utanç içinde yaşama hissi duymak istemiştim. Benim neslimin Atatürk’ün yaptıklarını korumaktan dahi aciz olduğu utancını duyarak yaşamak istemiştim. Neslimin başarısızlığının cezasını kendi kendime vererek rahatlamanın bir yolu diyebilirsin. Yazı 3 yıldır asılı bekliyor. Gazete kâğıdı soldu. Tarihten kalma kitap sayfaları gibi sarardı. Daha anlamlı bir hale geldi. Sarardıkça daha da anlamlanacak gibi. Kim bilir daha kaç yıl bekleyecek? Belki bizim ömrümüz onu duvardan indirmeye yetmeyecek. Gelecek nesillerime onu indirmeden yaşatmalarını vasiyet ettim. ‘Cam kaplayalım, yoksa kazayla yırtılabilir veya yazılar kaybolabilir’ dediler. Ben sağken çıplak kalsın, cam kaplarsanız umutlarımın üzeri örtülür, yaşlandım, sağlığımı kaybetmeye hazırım ama umutlarımı kaybederek bu dünyadan ayrılmak istemem dedim.” Sevgili dostumun bu duygulandırıcı mesajından sonra, unutmuş olduğum yazıyı bulmuş ve paylaşmıştım. O günden bugüne bir şey değişmediğine göre yazıyı bir kez daha yayınlamamda sakınca yok. (Aslında değişti, tam tahmin ettiğim gibi bir başkanlık sistemine geçildi.) İşte 27. 5. 2007 tarihli o yazı
Davulların vurduğu, borazanların öttüğü bir ortamda, serinkanlı ve nüanslara özen gösteren düşünceler duyulmaz; birer fısıltı gibi kalırlar. Bunu bilirim bilmesine, yine de yazmadan edemem. Halkın kendi Cumhurbaşkanını seçmesi elbette ki en doğrusudur. Bundan kuşku duyulmaz. Ama bu bir sistem sorunudur. Sistemin hiçbir unsurunu almayıp, öfkeyle ve aceleyle, hesaplaşma duygusu içinde “O zaman ben de halka gideyim de gör gününü!” tavrıyla bu iş yapılamaz. Fransa’da Cumhurbaşkanını halk seçiyor ama iş sadece bununla sınırlı değil. Bu ülkede milletvekilleri de iki turlu seçim sonucunda belirleniyor, belediye başkanları da… Ayrıca 600 atanmış valinin ve yerel yöneticinin seçtiği bir senato oluşuyor ve bu da demokrasinin “denetim ve denge” işlevini yerine getirmesine yardımcı oluyor. J. F. Kennedy’den, Harvard Üniversitesi’nden başlayarak dünyadaki bütün yönetim okullarına gidin. Orada size ilk olarak demokrasinin bir “denetim ve denge (checks and balances)” rejimi olduğu öğretilecektir. Ne var ki; Türkiye’de bu işi en çok bilmesi gerekenler, demokrasiyi bir oy fetişizmi olarak algılamakta ısrarlılar. Hem de çarpık bir seçim sistemi sonucu ortaya çıkmış bir oy dağılımıyla. Arkadaşlar; demokrasi “seçilmiş padişah” yaratma rejimi değildir ki söyledikleriniz doğru olsun. Şimdi bu çevreler insanın ilk başta aklını çelecek bir öneriyle ortaya çıkıyorlar: “Cumhur kendi başkanını seçsin!” Doğru, seçsin! Ben de buna canı gönülden katılıyor ve yıllardır tekrarlıyorum. Ama bunun için seçilecek olan, TBMM ile paralel çalışacak bir “Anayasa Meclisi” seçelim. Bu Meclis’e seçilecek olanlar, bir daha asla siyasi bir görev almayacakları taahhüdünü imzalasınlar. Bu kişilere ömür boyu siyaset yasağı getirilsin. Ve bu Meclis oturup enine boyuna tartışarak, sivil topluma danışarak, mümkün olan en geniş desteği sağlayarak “toplum sözleşmesi” anlamına gelecek bir sivil anayasa hazırlasın. Toplum olarak, bir anayasa üzerinde anlaşalım, içimize sindirelim, kendimizin anayasası olarak hissedelim. İddia ediyorum ki; tıkanmış olan siyasi sistemi açacak tek formül budur. Yoksa gününe göre çareler üretmek, Anayasa’yı orasından burasından çekiştirmek çözüm değil. Bizim Anayasa anlayışımız, estetik ameliyat yaptıra yaptıra artık yüzü dikiş tutmayan hanımlara benzemiş. Hani bir kez daha ameliyat olmak isteyen hanıma doktor, “İmkânsız hanımefendi. O kadar çektik ki çenenizdeki gördüğünüz çukur aslında göbek çukurunuz. Biraz daha çekersek düşünün iş nerelere gelecek” demiş ya; bizimki de o hesap. Zaten halkın karışmadığı, yapımına katılmadığı bir anayasayı orasından burasından çekiştire çekiştire bir ucubeye benzettik. Artık bu pilav daha fazla su kaldırmaz. Bir an önce bir “Anayasa Meclisi” kurulmalı. Biliyorum, kimse bu fikirle uğraşmayacak ama yarın bir gün araştırmacılar, bu fikrin bir tarihte söylenmiş olduğunu fark edecek. *** Tabii bir de o Anayasa’ya uyma sorunu var. Bunun da çözümü hepimizin bildiği gibi kuvvetler ayrılığı, denetim ve denge. Amerikan kurucu babalarının dediği gibi ‘siyasetçiyi anayasanın çarmıhına germek.’ Gerçi Amerika’da da bu kural doğru dürüst çalışmıyor ama papaza kızıp oruç bozacağımıza, doğru sistemi uygulamak daha iyi değil mi?