26 Nisan 2024, Cuma Gazete Oksijen
29.04.2022 04:30

Kavala davası ve yargı

Osman Kavala ve arkadaşlarıyla ilgili yargı süreci Dreyfus Davası gibi tarihe geçti. Delilleri karartabileceği iddiasıyla yıllardır hapiste tutulan Kavala davasında söylenebilecek şey şudur: Delil yoktu ki karartmak mümkün olsun. Delil değil doğru dürüst bir suçlama bile yoktu ortada. Nitekim bunca yıl sonra fikir değiştirip casusluk suçlamasını düşürdüler, iki yıl önce beraat ettiği suçlamadan müebbet verdiler. Mahkemeye çağrıldığı için yurt dışından gelen Çiğdem Mater’i “kaçma şüphesiyle’’ tutukladılar. Mücella Yapıcı, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden, Yiğit Ekmekçi’ye önce müebbet hapis cezası verildi, sonra 18 yıla indirildi. Mahkeme salonundan cezaevine gönderildiler. Bu kararın adaleti ve vicdanları kanattığı her kesimden gelen tepkilerden anlaşılıyor. Sağ kesimden “Kavala ile aynı görüşte değilim ama bu haksız karardan sonra o benim kardeşimdir’’ mesajları yağıyor. Yassıada Mahkemesi Başkanı Salim Başol’un Mendereslere söylediği ‘’Sizi buraya tıkan irade böyle istiyor’’ sözü tekrar tekrar hatırlanıyor. Ve günümüzün yargısı bana “Nereden nereye’’ dedirtip bu yazıyı yazdırıyor.

Zülfü Livaneli’nin dedesi Zülfikar Bey iri yarı, heybetli, sert olduğu kadar sevecen bir sorgu hakimiydi. Üç oğlu da hakim oldu. (Solda Livaneli’nin babası Mustafa Sabri ve halası Sıdıka...)

Gençlik yıllarımda rahmetli babamın eve klasörler getirdiğini ve geceler boyu bunları okuduğunu, çalıştığını hatırlarım. Yemekten sonra masanın üstü bu klasörlerle kaplanır ve babam her akşam başı ağrıdığı için bir Cibalgine alır ve dosyalara gömülürdü. 

“Baba zaten bütün gün bunlarla meşgul oluyorsunuz, eve getirmeseniz olmaz mı? Her akşam başınız ağrıyor’’ dediğimde ise beni süzer ve elini o dosyaların üstüne koyarak “Oğlum bunları dosya olarak görme, birer insan olarak gör. Her dosyanın içinde bir hayat var ve ben doğru karar vermek durumundayım. Yanlış bir kararı hem vicdanıma sığdıramam hem de büyük vebali vardır” derdi. Hakim emeklisi dedem de ona hak verir “Hakim, peygamber postunda oturur” diye eklerdi.

Babam o sıralarda Yargıtay Ceza Genel Kurulu Başkanı’ydı ve dediği gibi insanların hayatı üzerine kararlar veriliyordu.

Aile geleneğimizde hukuk kutsal bir kavramdı. Hatta yargı mensupları herkesle görüşmez, sosyal ilişkilerini de sınırlı tutarlar, bize de öyle davranmamız gerektiğini tembih ederlerdi.

Lise yıllarımda, şimdi adını unuttuğum biri bana, “Ben o babanın oğlu olacağım; ne biçim para kazanırım” demişti. O sırada babam, Yargıtay’da 2. Ceza Dairesi Başkanı’ydı. Bu devirde inanmanız belki güç ama ben o gün, onun ne demek istediğini anlamadım. O kişinin saçma sapan konuştuğunu düşündüm, babam bir hukukçuydu ve bu işin parayla ne ilgisi vardı?

Kardeşlerimle birlikte yıllar boyunca babamı, değil bir hâkimin, herhangi bir trafik polisinin bile küçük bir rüşvet alacağına inandıramadık. “Olur mu oğlum hiç öyle saçma şey?” diyordu. “Devlet memuru rüşvet alır mı? Bunun lafını bile duymak istemiyorum.” 

En kızdığı şey böyle tartışmalardı. Devlete laf söylendiği zaman sinirli bir edayla, “Siz öyle bilirsiniz!” deyip konuşmayı kesiyor, başını başka yöne çevirerek bir bacağının üstüne attığı öteki bacağını sinirli sinirli sallamaya başlıyordu. 

Ben ve kardeşlerim okuldan eve geldiğimizde tahta kalem kutumuzda yabancı bir kalem bulunursa yanmıştık. “Kimden aldın bu kalemi, kimin bu?” “Arkadaşımın kalemi, yanlışlıkla karışmış” falan gibi mazeretler katiyen kabul edilmez ve bu işin karşılığında bizi büyük bir ceza beklerdi. 

Mustafa Sabri Livanelioğlu Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirir. İlk görev yeri Konya Ilgın’da dava vekili Asım Bey’in kızı Şükriye ile evlenir.  Ömer Zülfü, ilk çocuklarıdır. Mustafa Sabri Bey Yargıtay Başkanlığı’na kadar yükselir

Makam aracının içini görmedik

Yargıtay başkanlığına vekâlet ederken babamın bir makam aracı vardı. Onu eve bırakır giderdi. Bizler o arabanın içini hiç görmedik, neye benzediğini de bilmiyoruz. Araba babamı bıraktıktan sonra hemen ayrılır, daha sonra bir yere gideceksek otobüse ya da babamın daha sonra aldığı elden düşme küçük Opel’e biner giderdik. Bir gün babam araba kullanırken trafik polisi onu durdurdu ve çok kaba bir üslupla adeta azarlayarak ceza kesti. Tekrar yola çıktığımızda, büyük bir hayal kırıklığına uğramış olan bizler “Baba niye kim olduğunu söylemedin?” diye sitem ettik. “Olur mu hiç?” dedi. “O da devlet memuru, işini yapıyor.”

Babam Adalet Müfettişi olduğu 60’lı yıllarda Anadolu’yu dolaşırdı, ay başlarında annemle onun maaşını çekmeye giderdik. O maaş hiçbir zaman yetmezdi. Hele ay sonlarında kalabalık aileyi doyurmak çok zor bir işti. Maaş suyunu çekince makarnaya talim günleri başlardı. Kardeşlerimle birlikte en sevdiğimiz yemek, annemin yaptığı ‘cızbız köfte’ydi. Ben yıllarca bu ızgara köfteyi, büyük bir soğan halkasına sıvanmış incecik kıyma zannettim çünkü annem hepimize yetiştirmek için öyle yapıyordu.

Evin eşyaları ‘İki nakil bir yangına bedeldir’ sözünü doğrularcasına kırık döküktü. O şehirden bu şehire tayin edildiğimiz için eşya namına ne varsa sarılıp sarmalanır, denklere, hurçlara doldurulur ve gideceğimiz yerin savcı ya da hakimlerinin bizim için tuttuğu mütevazı kiralık bir eve yerleşilirdi. 

Akşam bir yere gidecekleri zaman annemin ayna karşısında, küçük parmağını ruj tüpüne daldırıp, dibinden adeta kazıyarak çıkardığı azıcık ruju dudaklarına sürdüğünü hatırlarım. 

Delinmiş ayakkabıları torbaya doldurup tamire götürmek benim işimdi. Ağzına çiviler doldurmuş olan ustanın yarım ya da tam pençe yapışını hayranlıkla izlerdim. 

Babamın bazen getirdiği karton kutu içindeki tulumba tatlısına bayılırdık.

Hakim emeklisi dedemin küçük evinde de durum böyleydi. Mutfakta, içinde kavrulmuş kıyma, kenarları sararmış ve biraz kurumuş beyaz peynir, salamura zeytin gibi yiyecekleri barındıran bir tel dolap bulunurdu. Bir de tepesi temiz bir bezle özenlice kapatılmış olan bir su küpü. Yoğurt, sokaktan geçen ve avazıyla yeri göğü birbirine katan yoğurtçudan alınırdı. Adam kapıya gelir, bir sırığın uçlarında sallanan kapaklı iki tepsiden birini açar, sonra yine kapaklı bir mahfazadan mala gibi bir şey çıkarır, yoğurdu onunla alır, tabaklara koyardı. O malanın, kaymak tutmuş bembeyaz yoğurtta kayışı çok güzeldi. Evdeki tel somyaların altına doldurulan kavun karpuz da böyle satın alınırdı, su da. 

Maarif Koleji’nde kaşarlı ‘sandöviç’

Aile beni Maarif Koleji adını taşıyan okula gönderebilmek için büyük sıkıntılara katlanıyor, özveride bulunuyordu. Bana hiç kıyamayan babaannem bile, koşulların zorlamasıyla harçlık ve-rirken çok zorlanıyordu. Okulda çocuklar, kantinden aldıkları, içinde kurumuş, kenarları kıvrılmış incecik bir dilim kaşar olan bayat ekmekten sandviçi satın alıyor, öğlen bunu yiyorlardı. Bir sandviç elli kuruştu. Ben de arkadaşlarımla birlikte bu tatsız, lastik gibi şeyi yemekten hoşlanıyordum. Oysa babaannem bana her gün evden ekmek arasına kuru köfte vs. gibi çok daha güzel yiyecekler hazırlıyor, bir paket yapıp veriyordu ama ben hepsi de zengin olan arkadaşlarımın yanında bunu açıp yemeye utanıyordum. Sandviç yemekte ısrar etmem üzerine babaannem sinirleniyor ve “Sandöviç, sandöviç! Neymiş bu sandöviç! Benim hazırladığım mis gibi şeyleri yesene!” diyor ama yine de bana kıyamıyor ve onun için müthiş değerli olduğunu bildiğim elli kuruşu çıkarıp söylene söylene veriyordu. Bir emekli hâkim maaşıyla iki çocuğun üniversitede okutulduğu kalabalık evin, o alçakgönüllü, dar gelirli hali bize hiç dokunmuyordu. Çünkü o dönemin Ankara’sında memur aileleri böyle yaşardı. Kimsenin aklına da başka türlü bir yaşam gelmezdi. Paranın, bankadaki birikime verilen faizin, borsanın, lüks yaşamın, televizyonun, her evin önünde otomobilin, özel telefonun bilindiği bir devir değildi bu. Herkes kıt kanaat de olsa geçinebildiği için, kendisine her ay para veren devlet babaya dua eder, kendini güvende hissederdi. Eğer bankada bir birikim varsa, faiz falan akla gelmez, ya bankanın hediye ettiği bir kumbaraya sevinilir ya da arada bir çekilen piyangolara umut bağlanırdı.

Yeter ki gönüller geniş olsun...

Yazları tatile gelen aile üyeleriyle o küçücük evde kişi sayısı bazen on beşin üstüne çıkar, kaçak mülteci teknelerindekiler gibi üst üste yaşanırdı. Yemek masasının üstünde bile çocukların yattığını hatırlarım. Babaannemin bu gibi durumlar için kullandığı bir söz vardı: “Gönüller geniş olsun!” 

Otel bilinmediği için herkes aynı eve sığışır, lokanta akla gelmediği için bütün aile aynı sofrada yemek yerdi. Yine de bugünkünden çok daha fazla gülündüğünü, konuşulduğunu, eğlenildiğini hatırlıyorum.

Aslında Elazığ’da çok büyük bir arazinin sahibi olan, sonradan istimlak edilen bölgenin tam ortasına askeriye yerleştiği için bu büyük toprakları üç kuruş istimlak bedeli karşılığında kaybeden (o bedeli de almayan), elde avuçta kalan malı mülkü satarak beş çocuğu okutan ve zenginlikten, kıt kanaat geçinilen bir yaşama düşen bu memur ailesiyle ve onun dar gelirli, alçak gönüllü haliyle her zaman övünülürdü. Çünkü kaç kuşaktır devlete hizmet eden ailenin aklına hiç zimmet, rüşvet, ihtikâr, iş takibi vs. gelmemişti.

Osmanlı subayı şehit büyük dedem Kolağası Ömer Bey’in, sorgu hâkimi oğlu ya da yargıda yüksek mevkilere gelen üç torunu, bu ahlak anlayışlarının ödülünü, dar gelirli ama başı dik ve mağrur bir duruşla almışlardı.

İyi ki bizlere de para pul değil, böyle onurlu bir miras bıraktılar.

Darısı bütün yargı mensuplarının başına.