15 Nisan 2025, Salı Gazete Oksijen
Abone Ol Giriş yap
11.04.2025 04:30

Anadolu aleviliğinin doğuşu

A+ Yazı Boyutunu Büyüt A- Yazı Boyutunu Küçült

Son zamanlarda Alevi anlayışının kökenleri ve İslam’la ilişkileri çok tartışılıyor. Bu tartışmalara katılmak niyetinde değilim ama ‘cana değer veren’ bir gelenek olarak çok önemsediğim Alevilik konusunda 2000 yılında Princeton Üniversitesi’nde verdiğim konferansı sizlerle paylaşmak istedim. Yalnız, bu yazının yabancılara yönelik olduğunu ve bütün bilgileri içeremeyeceğini bildirmem gerekiyor. Mesela Kürt Aleviler konusu eksiktir. Üç hafta sürecek olan bu yazı dizisinin eksiğiyle fazlasıyla, iyi niyetli ve alçak gönüllü bir çalışma olduğunun bilinmesini isterim


Benim rüyam; her türlü değer ve ölçünün merkezine insanoğlunun yerleştirildiği bir dünya yaratılmasıdır. 

İnsanın değer ve ölçü merkezi olması, ırk ve din ayrımını, milliyetçiliği, bölgeciliği, ideolojik ayrımcılığı ve bunlardan kaynaklanan her türlü fanatizm ve şiddeti önleyebilmenin tek yoludur.

Bugün genişleyen dünyayı tehdit eden ögelerden birisi de cemaatçilik.

Cemaatçilik, genişleyen dünyayı daraltıyor, insanları tehlikeli bir biçimde birbirine düşman ediyor.  

Cemaatçiliğin alternatifi evrensel bir beraber yaşama teorisi ya da inancı olabilir.

Böyle bir amaca ulaşılabilmesi için 20’nci yüzyılda çeşitli modeller denendi. Özellikle Almanya’nın uygulamaya çalıştığı  ve “multi-kulti” adı verilen çok-kültürlülük programının yarar sağladığını söylemek epeyce zor.

Çünkü multi-kulti programı, başat (dominant) bir kültürün yanında yer almış kültür gettoları yaratılması sonucunu doğurdu. Azınlık içinde azınlık grupları yarattı. Olumlu ayrımcılık (positive discrimination) denilen olgulara yol açtı.

Kısacası Alman federal ve eyalet hükümetlerinin büyük paralarla uygulamaya çalıştığı program, cemaatleşmenin önüne geçemedi. İslam dininin cemaatçilik ögesi de son zamanlarda çok vurgulanır oldu.

Hatta İslam’da cemaatçiliğin kaçınılmaz olduğunu savunan görüşler ortaya atıldı.

Peki cemaatçiliğin önüne nasıl geçilebilir?

Nasıl bir program bu tehlikeli kutuplaşmaları önleyebilir?

Bu konuda Anadolu’da yüzyıllar önce yaşanmış ve bugün de izleri sürüp gelen bir geleneği hatırlatarak bazı sonuçlara varmak istiyorum.

Bugün Türkiye mahkemelerinde binlerce cinayet davası görülmekte. Çeşitli nedenlerle adam öldürmenin makul görülebildiği ve hatta zaman zaman insana şan ve şeref kazandırdığı geleneklere sahip olan Türkiye için şaşırtıcı bir sayı değil bu. Çünkü din uğruna, vatan uğruna, namus uğruna ve ideoloji uğruna, hatta erkeklik uğruna cinayet işlenmesi geleneklere göre pek de utanılacak bir şey değil. Diğer suçlar ise cinayetle ölçülemeyecek kadar fazla sayıda. Ve ne yazık ki bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil.

Dünyanın değişik bölgeleri, suçtan ve şiddetten arındırılabilmiş değil. Son zamanlarda Amerikan halkını dehşete düşüren çocuk cinayetleri de bunun göstergelerinden biri.

Şimdi size Orta Anadolu’da bir kasabadan söz etmek istiyorum. Bu kasabanın adı Hacı Bektaş.

Adını 13’üncü yüzyılda Horasan’dan gelerek buraya yerleşmiş bir manevi otorite olan Hacı Bektaş’tan alıyor.

Her yıl ağustos ayında bu kasabaya 500 bin kişi geliyor. Türkiye’nin her yöresinden Hacı Bektaş’ı anmak için bu kasabaya gelenleri ağırlayacak otel yok. 

Sıcak havada kadın erkek ağaç altında yatıyorlar. Sularını, ekmeklerini bölüşüyorlar. 

Ve günlerce süren bu festival sırasında hiç “suç” kapsamına girecek bir fiil işlenmiyor. 

Ne hırsızlık var, ne kavga, ne yankesicilik, ne ırza tecavüz, ne hakaret.

Yarım milyon insan, o zor şartlarda kardeş olarak yaşıyor.

Dualarını kadın ve erkek bir arada dans ve müzikle yapıyorlar.

Kasabada cami yok. İslam’ın alışık olduğumuz ibadet biçimlerinden hiçbirine rastlanmıyor burada.

Şimdi işin en can alıcı bölümüne geliyorum. Bu kasabada yıllardan  beri hiç suç işlenmediği için Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı 1995 yılında aldığı bir kararla cezaevini kapattı. Çünkü işlevsiz bir bina olarak boş duruyordu.

Jandarma ve polis defterleri de tertemiz. Çünkü işlenmiş bir tek suç kaydı yok.

Suçun her gün arttığı bir dünyada, Türkiye’nin tam ortasındaki bir kasaba nasıl oluyor da şiddetten yüzde yüz arınabiliyor? 

Suçun her çeşidini dışlayabiliyor?

Bu sorulara verilecek cevap tek kelimelik: Kültür!

Bu insanların geleneksel kültürleri onları suçtan koruyor. 

Hacı Bektaş’ın geleneği suç işlemelerine engel oluyor. 

Irk, dil, din ve cinsiyet ayrımını ortadan kaldırıyor.

Bugün Türkiye’de onun yolunu izleyen milyonlarca kişi, “insan kardeşliği” düşüncesinde birleşiyorlar.

Yaşadıkları kasaba ve köylerde cami yok.  Namaz kılmıyor, Ramazan ayında oruç tutmuyorlar.

İbadetlerini saz eşliğinde söyledikleri semahlar ve bunlara uygun danslarla yapıyorlar. Hem de kadın erkek bir arada. Kadınları çarşaf içinde değil.

Dört kadınla evlenmelerine de hiçbir zaman izin verilmemiş. Bırakın dört kadını, ikinci bir kadın almak bile “yol düşkünü” olmak sonucunu doğuruyor.

“Yol düşkünü”, işlediği herhangi bir suçtan dolayı toplum dışına itilmek anlamını taşıyor.

Şarap yapmayı biliyorlar, içki içiyorlar. Şenlikleri ve törenleri Dionysos bağ bozumu ayinlerine çok benzeyen bir coşkunlukta. 21’inci yüzyıla aktarılan ve bugün de milyonlarca kişi tarafından devam ettirilen bu barışçı kültür nasıl oluşturuldu, nasıl gelişti?

Bu soruların cevabını bulmak için 700 yıl öncesine, 13’üncü yüzyıla gitmek gerekiyor.

13’üncü yüzyılın Anadolu’su bir ırklar, dinler, diller karmaşasıydı. Bizans ve Selçuklu egemenliğinde yaşamış olan insanlar, Asya ile Avrupa arasında bir köprü gibi uzanan Anadolu yarımadasını çeşitlilikleriyle zenginleştirmişlerdi. 

Araplar, Yahudiler, Mecusiler, Ermeniler, Yezidiler, Kürtler, Türkler, Pontuslular, Hristiyanlar, Müslümanlar, Mezopotamyalılar, Süryaniler, Arnavutlar, Asyalılar, Orta Asya steplerinden at sürüp gelen göçebeler, Yunanlar, Ermeniler, Persler neredeyse bir Babil Kulesi oluşturuyordu.

Bu insan zenginliğine Horasan’daki din bilgini ve Sufi, Ahmed-i Yesevi’nin takipçisi olan Hacı Bektaş da katıldı.

Bugün kendi adıyla anılan Suluca Karahöyük denilen yere geldi ve hümanist öğretisini yaymaya başladı.

Aynı yüzyılda, babası Belh şehrinden Anadolu’ya (Rum’a) göç eden Mevlana Celaleddin-i Rumi de eski Bizans kenti olan İkonia’da (Konya) yaşıyordu.

Aynı yüzyılda Büyük şair ve düşünür Yunus Emre, gezici bir derviş kimliğiyle Anadolu’yu dolaşıyordu.

Ahi Evran çalışanlar arasında lonca örgütlenmesini kuruyordu. 

Şeyh Edebali ise Osmanlı Devleti’ni kuracak olan Osman Bey’in manevi öğretmeni olarak, hümanist düşüncelerini yaymaya devam ediyordu.

Bu kadar büyük hümanistlerin aynı yüzyılda Anadolu’da öğretilerini yayıyor olması, etkisini çok kısa zamanda gösterdi.

Yıpratıcı, yok edici savaşlardan, Haçlı Seferleri’nden, din çarpışmalarından yorgun ve yoksul düşmüş olan Anadolulular, bu hümanist ve birleştirici düşüncelere dört elle sarıldılar.

Anadolu’yu Türkleştiren temel etken bu oldu.

Dağların, nehirlerin, köylerin, kentlerin ismi Türkçeleştirildi.

Ve varlığını 600 yıl sürdürecek olan Osmanlı’nın yani Devlet-i Aliyye’nin manevi temelleri bu dönemde atıldı.

Yüzyıllar öncesinden kalan bir halk şiiri, Hacı Bektaş’ın Anadolu’daki etkisini şöyle anlatır.

“Rumelin fethinde ol gerçek veli, Tahta kılıç tutar ol batın eli” 

Şiirde geçen Rumeli, Türkler açısından Doğu Roma toprakları anlamında kullanılıyordu. 

Mevlana Celaleddin’e Rumi denmesinin nedeni de buydu.

Tahta kılıç ise bir barış simgesi olarak ele alınıyordu.

Tahta bir kılıçla savaşılamayacağını, fetih yapılamayacağını herkes bilirdi ama bunun bir simgesel anlamı daha vardı: Tahta kılıç şamanların kutsal saydığı simgelerden birisiydi. Horasan’dan Anadolu’ya geçen Türkmenlerin geldikleri yer ise şaman Orta Asya boylarıydı.

Bu boylardan bazılarına 10’uncu yüzyıldan itibaren İslam dini Kuteybe ve başkaları tarafından zulümle benimsetilirken, onlar şaman geleneklerinden bütünüyle vazgeçmemişler ve yeni kabul ettikleri dine, şaman geleneklerini de karıştırmışlardı.

Türklerin İslam dinine geçmelerinin yüzlerce yıl sürmesi ve şaman geleneklerinden bütünüyle vazgeçmemeleri bu  konuda araştırma yapan bilim adamlarının üzerinde birleştiği bir gerçektir. 

Türkler yalnız şaman değildiler. Manicilikten, Budizm’e, Ortodoks ve Katolik Hristiyanlık ve Museviliğe kadar pek çok dini benimsemiş Türk boyları vardı. Bugün bile bu dini inançlara sahip Türk kavimlerine rastlamak mümkündür. 

(Devam edecek) 

Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli