19 Nisan 2024, Cuma
12.11.2021 04:30

Modern kabileler

Bu ülkenin insani, siyasi, iktisadi kültürü İbn Haldun‘un deyimiyle, kabile asabiyyetine dayanıyor. Asabiyyet kavramı İbn Haldun’da aynı soydan insanlar arasındaki “bağlılık”, “yardımlaşma”, “dayanışma” duygusu anlamında kullanılır. Bu büyük düşünür İslam’ın köklerinin kabile asabiyyetine dayandığını söyler.  İslam‘ın başlangıcına bakalım. Hacer ül Esved’in, yani ‘Karataş’ın bulunduğu, Hz. İbrahim‘in yaptığına inanılan Kâbe‘nin içinde Lat, Uzza, Menat adlı üç Tanrıça var. Bunlar uzak tanrı “Allah”ın kızları. Önünde oklarla fal bakılan Kâbe kutsal ilan edilmiş, hac ziyareti yapılıyor. Çok önceden beri böyle. Oranın kime yasak, kime serbest olacağı ve gelirlerini kimin alacağıyla ilgili bir iktidar çekişmesi yaşanıyor. Kureyşi-Haşimilerle Ümeyye kabilesinin kavgasıdır bu, buradan başlamıştır.  Kureyşiler başlangıçta Ümeyyeleri yenerek İslam‘ı oturttular, ‘’Tanrının Kızları’’na tapmayı ortadan kaldırarak tek tanrılı dini hakim kıldılar ama Ümeyyeler Peygamber’den kısa bir süre sonra gelip iktidarı ele geçirdiler. Hz. Ömer’in Ürdün ve Dımışk valiliğine tayin ettiği Muaviye, Ali’ye biat etmedi, halifeliği hileyle elinden aldı, oğlu Yezid de Peygamber’in torununu öldürdü. Oysa Muaviye, Peygamber’in en büyük düşmanları Ebu Süfyan ve Hind’in oğluydu. O Hind ki Peygamber’in amcası Hamza’yı öldürtüp ciğerini alıp çiğnediği için “âkiletü’l-ekbâd” (ciğer yiyen kadın) diye anılır. Hind’in bütün takılarını Vahşî’ye verdiği, bunların yerine başta Hamza olmak üzere diğer şehitlerin organlarını keserek gerdanlık ve halhal olarak taktığı, Mekkeli kadınları da böyle yapmaya teşvik ettiği belirtilmektedir (İslam Ansiklopedisi). Onun torunu Yezid de Peygamber’in “Cennet Çocuğu” dediği sevgili torunu Hüseyin’in başını kesti. İslam, daha başlangıçta ehl-i beytin, Peygamber ailesinin en büyük düşmanlarının eline geçmişti. İslam’ın ana damarı da kurbanlar üzerinden değil, katiller üzerinden yürüdü. Burada büyük bir acayiplik yok mu? *** Dil ve kültür olarak bağlarımız bulunan Orta Asya‘da da kabile asabiyyeti var. Orada da bir kişi ancak bir kabile üyesi olarak varlığını sürdürebilirdi. Kabileler birbirlerinin koyunlarını, karılarını kaçırır, orada da kabileler arası dostluk ve düşmanlıklarla sürerdi hayat.

ÖFKE, ŞİDDET VE ÖLÜM

Kabileye sadakat özelliği sonraki dönemler boyunca da hep devam etti. Bizim bugün de siyasetimiz, toplumsal hayatımız, çok belirgin biçimde kabile asabiyyetine; kendi kabilene, kendi aşiretine bağlılık esasına göre gelişiyor. Onun için demokrasi kökleşemiyor burada. Doğru-yanlış, iyi-kötü gibi konular hep konuşuluyormuş gibi görünse de gerçekte insanların tercihi kendi kabilesine (partisine, tarikatına, futbol kulübüne, örgütüne vs.) sonuna kadar itaat etmekten ibaret kalıyor.  Bu yüzden içsel bir ahlak ve değer geliştiremiyoruz. Bütün ahlakımız dış dünyaya göre kurulmuş. Kabilemiz için iyi olan bizim için de iyi… Bireyselleşme yok. Kabilenin yasakları, kabilenin onayı, kabilenin ihtiyaçları belirliyor her şeyi. Bireysel bir ahlakın olmaması öyle çok şeyi etkiliyor ki… Kabileye bağlı kalmak zorunluluğu, daha karmaşık süreçlerle de birleşiyor elbette. Bu da öfkeyi getiriyor, şiddeti getiriyor, ölümü yüceltmeyi, öldürmeyi aklamayı getiriyor. İnsanların kendilerini sembollerle ifade etmesi, bıyıkların biçimini bile kimlik haline getirmek, sorgulamadan verili değerleri savunmak… Böyle yaşamanın en önemli açıklaması, kabile asabiyyeti! Ulus devlet kurulurken de tarihi bir zorunluluk olarak “Biz” kimliği yüceltiliyor. İnsanları bir arada tutabilmek için gerekli bir tavır bu. Ulus aidiyeti kabile asabiyyetinden faklıdır. Cumhuriyet yönetimi, bir ulus devlet kurmakta olduğunun farkındaydı elbette. Bu üst ve modern kimliğin; dini, etnik ve feodal tarikat asabiyyesini yok etmesi, modern yurttaşlık bilincinin egemen olması için çalıştı. Ne var ki eski bir konağın ahşap kurtları gibi, eski kabile yapıları çalışmaya, örgütlenmeye devam etti. Bugün Türkiye’yi yönetenler ve onların ‘dava’ları modern yurttaşlığın yerine kabile asabiyyetini geçirme kavgasıdır. Hepsi Nakşibendi kökenli tarikatlara, cemaatlare mensuptur.  Bugünkü mücadele Cumhuriyet yurttaşlarıyla, kabile asabiyyetine mensup tarikatlar arasındaki varlık yokluk kavgasıdır.  Ulus kimliğinin kendini düşmanlar üzerinden tanımlıyor oluşu gerçeği de var ama o ayrı bir konu. Milliyetçilik bağlamında ele almak gerekiyor.  *** Ahmet Hamdi Tanpınar 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde bizde romanın “çatışma” kavramından yoksun olduğunu söyler. Çok önemli bir gözlemdir bu. Üzerinde hâlâ düşünülmesi gereken bir gözlem. İşte dönüp dolaşıp aynı sularda yüzüyoruz. Neden yok çatışma? Çünkü kabile çatışmayı yasaklar da ondan. Topluluğun çıkarına aykırı herhangi bir şeyin kabul edilmesi mümkün değildir. Kabilenin istekleri, çıkarları ön plandadır. Çatışma yoksa birey de yoktur. Bu kadar basit. Bu yüzden bizde Karamazov Kardeşler yazılamaz. Babayı öldürmek düşünülemez bile. Çatışma dediğin kabilenin dışındakilerle, yani dış düşmanlarla olur. O yüzden romanlarda da bütün çelişkileri Yunanlarla, Ermenilerle, Rumlarla, Yahudilerle, Kürtlerle yaşarız. Kötü olan bizden değildir gibi narsistik bir tutum da söz konusudur burada. E, bütün kötülüğü dış dünyaya yıkınca bireye içsel hesaplaşma, içsel ahlak için alan kalır mı? Dahası buna gerek kalır mı? Oysa romanın uçsuz bucaksız bir zihne, bir iç dünyaya ihtiyacı var. Orada dilediğince koşup oynaması lazım ama bizdeki kabile asabiyyeti romanın serpilip büyüyeceği bu engin çayırlığı kurak bir çöle dönüştürüyor.  Bunu aşan romancılarımız da var elbette. Yaşar Kemal özellikle Demirciler Çarşısı Cinayeti’nde kabile asabiyyetinin, deyim yerindeyse canına okumuştur. Hem onu teşhir etmiş hem de gayri insani yönlerini anlatmıştır. Yusufçuk Yusuf’ta ise baba katli meselesine eğilir.  Kabile ve yurttaş-birey çelişkisi üzerine düşünmeye devam edeceğiz.