Bugün Türkiye’nin derin bir kutuplaşma yaşadığı ve duygusal olarak üçe bölündüğü açıkça görülüyor. Bu durumun taşıdığı temel tehlike, sağ ve solun yerini, binlerce yıla dayanan dini, etnik ve milliyetçi ayrımların almasıdır. Bu tür ayrışmalar, ülkenin bütünlüğünü tehdit ederek potansiyel bir bölünmeye yol açabilir. Türkiye şu anda bu üç kutbu hangi formda bir araya getireceğini tartışıyor. Oysa bu noktaya hiç gelinmeyebilirdi
Aristoteles ‘Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler’ derken, bu özelliğin hem evrensel hem de insanı hayvandan ayıran temel bir özellik olduğunu vurguluyordu.
İnsanlık tarihi boyunca, geleceği öngörme ve belirsizliği azaltma arzusu, bireysel ve toplumsal bir temel ihtiyaç olmuştur.
Bu arzu, geçmiş deneyimlerden çıkarılan dersler, mevcut verilerin analizi ve kimi zaman da sezgisel çıkarımlar aracılığıyla şekillenmiştir. Geleceğe dair beklentiler, hem bireylerin motivasyonunu beslemekte hem de toplumların stratejik planlamalarında kilit bir rol oynamaktadır.
Bu bağlamda, Kırgız kültüründeki “Şerne“ geleneği, toplumsal öngörü pratiklerine dair ilgi çekici bir örnek sunar. 1986 yılında sevgili dostumuz Cengiz Aytmatov’un davetiyle gittiğimiz Kırgızistan’da tanık olduğum bu gelenekte, yaşlılar bir araya gelerek dağlardaki kar miktarı gibi doğal göstergeleri değerlendirerek gelecek mevsimin su kaynaklarını, tarımsal verimliliği ve toplumsal ilişkileri tahmin etmeye çalışırlarmış. Bu toplantılar, bilgi birikimini ve kolektif deneyimi kullanarak çevresel ve sosyal değişkenleri yorumlama çabasının bir yansıması. Günümüz toplumları da benzer bir ihtiyaçla, ancak daha sofistike araçlarla, önümüzdeki haftaların ve yılların getireceklerini anlamaya çalışmakta.
Gelecek okumaları, bilimsel metodolojilerle desteklenebilen, veri tabanlı yaklaşımları içerebildiği gibi, sezgisel kavrayışın önemini vurgulayan perspektifleri de barındırır. Her ne kadar günümüzde bilimsel tahminler genellikle istatistiksel modeller ve nicel analizlere dayansa da, karmaşık toplumsal sistemleri anlamada sezginin rolü göz ardı edilmemelidir. Albert Einstein gibi bilim insanları da sezginin, salt bilgiden daha değerli olabileceğini belirtmişlerdir. Akademik disiplinler, genellikle konuları parçalara ayırarak ve her bir bölümü ayrıntılı bir şekilde inceleyerek ilerlese de, toplumsal gerçekliğin bütüncül kavranışı için bu yaklaşımlar yetersiz kalabilir. Toplumların dinamiklerini, bir balığın suya dair sezgisel bilgisini veya bir sanatçının toplumsal eğilimleri içselleştirmesini sağlayan yola benzer şekilde, bütünsel bir anlayış gerektirir.
Osmanlı yönetim stratejileri üzerine bir değerlendirme: Henry Kissinger ile bir diyalog
2006 yılında, ABD'nin eski Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger ile gerçekleştirilen bir yemekli toplantıda hazır bulunmuştuk. Kissinger’ın Osmanlı İmparatorluğu’na ilişkin dikkat çekici bir ifadesi dikkatimi çekmişti. Kissinger, “Her sabah Osmanlı haritasını büyük bir hayranlıkla inceliyorum” diyordu. Bu ifade başlangıçta diplomatik bir nezaket olarak algılansa da “Niçin?" diye sormam üzerine verdiği yanıt, Osmanlı yönetim geleneğinin derinliklerine inen önemli bir perspektif sunuyordu.
Kissinger’ın açıklamasına göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta Doğu’yu dört yüz yıl boyunca dikkate değer bir istikrarla yönetebilmesinin sırrı, “yekpare bir İslam” anlayışından ziyade, her bölgenin kendine özgü dinamiklerini gözeten bir yönetim stratejisinde yatmaktaydı. Bu bağlamda, Osmanlı’nın her bölgeyi Şii, Sünni ve Kürt gibi etnik ve mezhepsel gruplara göre üçe ayırarak yönettiğini belirtiyordu. Bu tespit, o dönemde Irak’ın (Şii Basra, Sünni Bağdat ve Kürt Musul olarak) üç ayrı eyalete bölünmüş olmasını hatırlamamı sağladı. Osmanlı’nın iç dengeyi sağlama konusundaki başarısının temeli bu bölünmedeydi.
Bu diyalog, “Pax Ottomanica” olarak bilinen Osmanlı Barışı döneminin ardındaki dinamiklerin anlaşılmasına yönelik önemli bir içgörü sağlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çoklu kimlikleri barındıran yapıyı homojenleştirmek yerine, farklılıkları tanıyan ve bunları yönetime entegre eden bir yaklaşım benimsemesi önemli bir strateji.
Bu toplantı, Orta Doğu’nun gelecekteki olası dinamiklerine dair önemli bir öngörü sunması açısından hiç aklımdan çıkmadı.
Türkiye’nin toplumsal değişimi ve kutuplaşma dinamikleri
Türkiye’nin yakın tarihi, toplumsal ve siyasal dönüşümlerin karmaşık bir örneğini sunmaktadır. 1990’lı yılların başında köşe yazılarıma başladığım dönemde, Türkiye’de sağ-sol kutuplaşması oldukça belirgindi ve toplumsal yaşamda derin ayrımlara yol açıyordu. 1980 öncesi yaşanan ideolojik şiddet, toplumda derin travmalar yaratmış ve Batı demokrasileri için sağlıklı kabul edilen sağ ve sol kanat siyaset anlayışı, Türkiye’de tehlikeli olarak algılanmaya başlanmıştı. Oysaki, binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan bu şiddet olayları, ideolojilerin doğasından ziyade, bilinçli ve kasıtlı kışkırtmaların bir sonucuydu.
Bu dönemde, sağ ve sol kutupların çözülmeye başladığını ve Türkiye’nin üç kutuplu bir yapıya evrildiğini gözlemlemekteydik. Henüz etnik, dinsel ve milliyetçi partilerin belirgin bir güç kazanmadığı bu evrede, Türkiye siyaseti iki ana damar üzerinden ilerliyordu. Kürt hareketinden bazı liderlerin Sosyal Demokrat Parti içinde yer alması ve bunun doğal karşılanması, o dönemin görece daha bütünleşmiş yapısını yansıtmaktaydı. Ancak ilerleyen süreçte, bilinçli teşviklerle milliyetçi, etnik ve dini hareketler güç kazandı ve kendi siyasi partilerini oluşturdular. Türkiye’nin siyasi coğrafyası, adeta üç büyük mıknatısın etkisi altına girerek, duygusal ve ideolojik olarak üçe bölündü.
Bu dönüşüme karşı yoğun bir mücadele verdik; amacımız, toplumu bu potansiyel tehlikelere karşı uyarmaktı. Bu gelecek okumamızı çok sayıda yazıda, yurtiçi ve yurtdışı konferanslarda, çeşitli platformlarda dile getirmeye çalıştık. Ancak, bu uyarıların çoğu, henüz yaşanmamış bir deneyimi anlatmaya benzer şekilde, toplumda yeterli karşılık bulamadı. 200 yıl önce Türkiye’yi ziyaret eden bir gezginin, Türkler için "Dün ve yarın yoktur, onlar bugün yaşar" ifadesi, bu toplumsal algısızlığı anlamamıza yardımcı olabilir. Hatta günümüzde herkesin dilinde olan kutuplaşma kelimesi bile, o dönemde yadırganmaktaydı.
Bugün gelinen noktada, Türkiye’nin derin bir kutuplaşma yaşadığı ve duygusal olarak üçe bölündüğü açıkça görülmektedir. Bu durumun taşıdığı temel tehlike, ekonomi politikaları, dış politika ve kültür gibi modern siyaset alanlarında farklılaşabilecek iki yapının (sağ ve sol) yerini, binlerce yıla dayanan dini, etnik ve milliyetçi ayrımların almasıdır.
Bu tür ayrışmalar, ülkenin bütünlüğünü tehdit ederek potansiyel bir bölünmeye yol açabilir.
Bizler, ülkenin bölünmesine karşı çıkarak, Türkiye’de yaşayan her kesimin insan haklarına uygun şekilde birinci sınıf yurttaş muamelesi görmesini, yargının herkese eşit uygulanmasını ve kültürel haklarının tanınarak diline ve kültürüne saygı duyulmasını savunduk. Zamanında “bölücülük” olarak nitelendirilen ve suçlandığımız bu yaklaşım, aslında demokratik, daha bütünleşmiş, çağdaş, gelişmiş ve herkesin refahına yönelik bir Türkiye inşa etme çabasıydı. Bu yol, yasaklar ve işkencelerle değil, hakların tanınmasıyla mümkün olabilirdi. Ne yazık ki, Türkiye’yi yöneten askeri ve sivil yönetimler, akıl almaz hatalarla ülkeyi bu duruma sürüklemiş, halka büyük acılar çektirmiş, bu acılara tercüman olmak isteyen aydınlar da benzer bir kaderi paylaşmıştır.
Türkiye şu anda bu üç kutbu hangi formda bir araya getireceğini tartışıyor. Oysa bu noktaya hiç gelinmeyebilirdi.