02 Mayıs 2024, Perşembe Gazete Oksijen
04.03.2022 04:38

Ne yavuz ol asıl, ne alçak ol basıl

İnsanların kanaat bildirmeleri bulundukları ortamla, daha doğrusu o ortamla uyum içinde bulunma refleksiyle ilgilidir.

Ateşli bir sol öğrenci topluluğunda, bir isyan yürüyüşünde sağcılık yapmak zordur, cesaret ister.

Aynı şekilde bir banka yönetim kurulunda da solculuk yapmak zordur, o da cesaret ister.

İnsanların çoğu,  güvenli duvarlar ardında, kendi mahallelerine uygun görüşleri tekrar edip gider ve hayatları boyunca hiç rahatsız edilmezler. Bir konfor alanıdır bu. Güvencedir.

Güzel deliler

Bir de deliler var.

Bu deliler, kendi ülkelerinde, mahallelerinde gördükleri her yanlışa karşı çıkar, hain olarak damgalanmayı bile göze alarak insan haklarının, gerçeğin, doğrunun, gerçek adaletin yanında yer alırlar.

Son günlerde Rusya Federasyonu’nda Ukrayna işgaline karşı çıkan, sokaklarda Putin aleyhine gösteri yapan Rus vatandaşları, savaşa karşı bildiri yayınlayan, savaşı protesto eden, istifaya kadar varan eylemlerle tavırlarını ortaya koyan namuslu insanlar bu ‘güzel deliler’ sınıfına giriyor. 

Koyunlaştırılmış, sürüye karışmış, aklını hükümete kiraya vermiş insanlara göre ‘delilik’ yapmaktadır bu kişiler çünkü gücü elinde tutana karşı çıkmak başa bela getirir. Aslında toplumun hem aklı hem de vicdanıdırlar onlar ama genellikle böyle görülmezler. 

‘Sürüden ayrılanı kurt kapar’ mantığına göre hiç eleştirmeyen, gününü gün eden, kişisel başarıdan başka bir amaç taşımayan bireyler olmaları gerekmektedir.

İleri gidenler hiçbir zaman toplumun ileri gelenleri olamazlar.

Kadim bir atasözümüzde söylendiği gibi ‘Ne yavuz ol asıl, ne alçak ol basıl’ kuralını uygulamalı ve fazla dikkat çekmeden ve insanlığın acılarına sırt dönerek ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ demelidirler.

Ne var ki bağımsız akıl durmaz, bazen insanı idama, hapse, sürgüne, yoksulluğa, toplumun gözünden düşmeye, vatan hainliğiyle damgalanmaya sürüklese bile vicdan susmaz.

Jean Paul Sartre, Fransa’nın Cezayir işgaline karşı çıktığı için lanetlenir.

SSCB Çekoslovakya’yı işgal ettiği zaman Fransız Komünist Partisi üyesi olan Yves Montand ve Simone Signoret, parti bir gün içinde bu işgali kınamazsa intihar edeceklerini açıklarlar.

Mehmet Ali Aybar, Yaşar Kemal gibi solun ileri gelenleri de kınar bu işgali.

Türkiye’nin vicdanlı insanları yıllardır, bu memleketteki insan hakları ihlallerine karşı çıkar, asker/sivil çeşitli hükümetleri eleştirir ve tutarlı bir biçimde barışı savunur ve ağır bedeller öderler.

Hem de bugün Rusya’daki protestoculardan çok daha ağır bedeller. 

Rusya

Dostoyevski’nin meşhur sözü, büyük Rus edebiyatının, ‘Gogol’un paltosundan çıktığı’nı hatırlatır durmadan. Bu kadar büyüktür Gogol, Rus edebiyatının babasıdır ve… Ukraynalıdır. 

Bugün, büyük yazarın ait olduğu iki büyük ve akraba kültürün kanlı bir savaşa sürüklenmiş olmasını akıl kabul etmiyor. 

Sen ki cahilsin herhangi bir hukuk-u düvel profesörü kadar

Nazım Hikmet, Afrikalı Taranta Babu’ya yazdığı mektup/şiirde böyle eleştiriyordu unvan sahibi cahilleri. Aradan bunca yıl geçti, durum daha da kötüleşti. (İşinin ehli hocaları kastetmediğimi belirtmeye gerek yok, çünkü onlar da bu durumdan şikayetçi.)

Son savaş dolayısıyla memleketin anlı şanlı ‘prof’ları ortalığa saçıldılar yine. Ne cevherler yumurtladılar ne cevherler. Hepsi birbirinden parlak fikirlerle, kimsenin bize danışmadığı savaşa nizam vermeye çalıştılar.

Artık bu duruma alışık olduğumuz için aklı selim sahibi insanlar gülüp geçti bunlara ama bir ‘prof’un yazdıkları gerçekten bardağı taşırdı. 

Beyefendi Tolstoy’un bir casus olduğunu, İstanbul’da ‘Deli Petro’nun ajanı olarak bulunduğunu yazdı. Tabi herkes, deli saçması diye güldü geçti ama belki de ağlamak gerekiyor bu noktada. Unvan fetişizmiyle çırpınan cahil mi cahil bir ortamda, bu prof, Rus yazar Lev Tolstoy’u (1828-1910) büyük dedesi Petro’nun elçisi Kont Pyotr Tolstoy (1645–1729) sanıyor. Ne hazin bir durum. 

Ayrıca büyük yazar Tolstoy hiçbir zaman savaşı övmemiş, Osmanlılara karşı şoven bir tavır takınmamıştır. Bu açıdan Puşkin geleneğine yakındır. 

Puşkin Osmanlı-Rus harbini izlemiş ve izlenimlerini ‘Erzurum Yolculuğu’ kitabında anlatmıştı. Kitabı okuduğunuz zaman Puşkin’in insancıllığına hayran kalır ve o dönemin modasına uymadan kendi ordusunu da ‘düşman’ askerini de insan olarak görüşü karşısında saygıyla eğilirsiniz. Şehit düşmüş gencecik bir Osmanlı askerinin yüzündeki çocuksu saflığı anlattığı satırlar Puşkin’i ve onun insancıllığını, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde yüceltir. 

Puşkin’den çok sonra Osmanlı-Sırp harbi sırasında Petersburg’da yazılanların pek çoğu bu insancıllığı taşımaz. Dostoyevski o dönemde bir Slav milliyetçisi olarak çıkar karşımıza. Ateşli yazılarında sürekli olarak, palasıyla hamile kadınların karnını deşen, bebekleri süngüsüne takarak dolaştıran korkunç bir Osmanlı tipi yaratarak, halkı galeyana getirmeye çalışır. Ona göre Konstantiniyye de bu barbarların elinden alınmalı, Rumlara da bırakılmamalıdır.  Bu büyük şehrin sahibi olmaya layık olan tek halk Ruslardır.  Buna benzer milliyetçi yazıları Dostoyevski’yi savaş yanlılarının ve Slavcı muhafazakarların gözünde yüceltirken, bir başka yazar daha insancıl bir bakış açısıyla Osmanlılara karşı bu ifadeleri kullanmıyor, bu açıdan Puşkin’in çizgisini izliyordu. Kont Lev Tolstoy bu tutumuyla neredeyse ‘vatan haini’ damgası yiyerek sert biçimde eleştirilmesine rağmen, yaşadığı yere yakın bir kamptaki Türk esirleri ziyaret ederek, ‘Kuran okuyan sakin ve efendi, olgun kişiler’ olduklarını yazmaktan geri durmuyordu. 

Kısacası Rusya’da o zaman da insanı insan olarak gören, milliyetçilik ve din propagandalarına kapılarak savaş çığırtkanlığı yapmayan, kendi çarlarına ve kamuoylarına karşı çıkarak bedel ödeyen namuslu insanlar vardı, bugün de var. Zor olan da budur zaten.

Rus halkının sadece yüzde 12’si Ukrayna işgalini onaylıyor.

Bir düşünelim: Türkiye’nin girdiği bir savaşa destek bu kadar düşük olabilir mi?