22 Aralık 2024, Pazar Gazete Oksijen
13.05.2022 04:35

Pancar motor takılmış Mercedes

Bu ülkede düşünce hiçbir zaman önemsenmedi ama şu anda cehalet zaferini ilan etmiş gibi görünüyor. Görüşlerin, kanaatlerin, bilgilerin gerçek anlamda bilimselliğe ve gerçek düşünceye dayanmadığı, anlama hevesinin iyice azaldığı, herkesin sürekli yorumlar yaparak birbirine saldırdığı bir dönem. Sanki; neden sonuç ilişkisiyle düşünmek, bilgileri karşılaştırarak, başka alandaki bilgilerle ilişkilendirerek düşünce üretmek gibi şeyler övülecek değil de dalga geçilecek özelliklermiş gibi tavırlar ortaya çıkıyor. Düşüncede derinleşebilmek, cahil olmamak sanki kötü bir şeymiş gibi.

Oysa düşünce olmadan keşif, buluş, icat da olmaz. Üretim de. Düşünce üretime dönüşür, demokrasiyi de düşünce korur. Keşke bir akademisyen, son elli yılın gazete yazılarını gözden geçirse, Çetin Altan’ın, Yaşar Kemal’in, Aziz Nesin’in nasıl uyarılar yaptığını, ülkeyi uçuruma sürüklenmekten korumak için nasıl fren yaptırmaya çırpındıklarını derlese…

Ayaklı kütüphane

Eskiden, insanlar çevrelerindeki araştıran, inceleyen biri hakkında olumlu konuşurlardı. Bu halk daha iyi niyetliyken öyle biri hakkında, “Adam vallahi okuyor, çok bilgili” derdi veya “Ayaklı kütüphane gibi” diye överdi. Ama bugünlerde “Elit, halktan kopuk” veya “Boş işlerle uğraşıyor” gibi sözler ediliyor. Cehaletin övgüsü yaygınlaşmış durumda. 

Hiçbir ülkede, halkın tamamı kültürlü değildir ama -mesela Fransa’da- halk, kendi dışında bir entelektüel dünya olduğunu bilir ve saygı duyar. Yönetimler de düşünürlere, yazarlara saygılı davranır. Onları yok etmeye, aşağılamaya çalışmaz.

Çok okuyan insanların akıl sağlıklarını yitirdiklerine dair bir inanç da var. Tek başına bu bile, okumanın, düşünmenin ne kadar bizim dışımızda bir eylem olarak konumlandırıldığını gösteriyor.

Öte yandan bunun sadece güncel bir sorun olmadığını görmek, umudu kesmemek açısından da önemli. Aydın düşmanlığı da cehalet övgüsü de her zaman var olan bir sorundu. Daha önce de dönem dönem yükselip alçalan bir eğilim olduğuna göre, bu karanlık periyodun geçici olduğunu düşünebiliriz. Bir Nazi generali, “Kültür sözünü her duyduğumda elim tabancama gidiyor” dememiş miydi! Sonuç ne oldu? Ama hiçbir şeyi kendi haline bırakmamak, tek başına tarihin akışına güvenmemek gerekiyor. 

Ve postmodernizm tahribatı

Aslında bilim ve Aydınlanma karşıtı söylemleriyle postmodernizm de bu alanda büyük tahribat yarattı, üstüne üstlük gerici düşünceyle örtüştü. Cehalete, bilim karşıtlığına, Aydınlanma düşmanlığına dayanarak, modernizme bu kadar sövgüyle yaklaşmaları, dini ve muhafazakarlığı güçlendirdi.

Osmanlı’ya baktığımızda, özellikle bir dönemden sonra, düşünceye hiç iyi gözle bakılmadı. Felsefenin yasaklanması, bilimin, deneyin yasaklanması, Osmanlı’yı bildiğimiz hale getirdi, paramparça etti. Fetihler, elde kılıç ilerlemeler bir yere kadar işe yarıyor. 

Osmanlı’nın kötü gidişini önlemeye yönelik çabalar da hep bu konuda zaten. Batılılaşma çabaları, yönetim anlayışında reformlar, özünde bilim alanında gelişmeyi hedefleyen girişimlere dayanıyor. Buraya dikkat etmek gerek, bu girişimlere karşı çıkanlar her zaman ulema olmuştur. Ulemanın etkisinden dolayı itirazlar seslendirilmiştir. Padişahlardan bile güçlü bir ulema takımının varlığını, felsefeye, bilime, düşünen insana düşman bir kültürü görmek önemli. Daha doğrusu, bu kültürün o bileşenini yok sayamayız.

Bugün Osmanlı özleminden söz edenler, kendilerini Osmanlıcı diye ileri sürenler, padişahlardan sempatiyle söz etseler de aslında ulema takımının, düşünceye karşı olan kültürün devamı niteliğindedir. Yoksa Osmanlı sarayı, hiç de onların iddia ettiği, sandığı gibi bir yer değil.

II. Mahmud’un Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’yi yani tıp fakültesini açış konuşması bu konuda kanıt niteliğindedir. “Siz bu mektepte Fransızca okuyacaksınız” diyor, “ama amacımız size Fransızca öğretmek değil. Tıp bilimini anlamak için Fransızca öğrenmek zorundasınız.”

Padişah, yüzyılların ihmaliyle bizde tıbbın çok geri kalmış olduğunu anlatıyor. Ne acı! Geçmiş yüzyıllarda tıp alanında önemli gelişmeler sağlayan bir İslam geçmişi var ortada. O dönemlerde, özellikle Bağdat dünya kültürünün zirvesiydi. İslam 13’üncü yüzyıla kadar dünya bilim ve sanatlarının öncüsüydü. Sonra Moğol barbarlığı ve bu yazıya sığmayacak başka sebeplerden dolayı kayboldu. Araya giren yüzyılların kaybını telafi etmek için II. Mahmud gibi bir Osmanlı padişahı bunları söylemek zorunda kalıyor. Çağdaş tıp terimleri Fransızca olduğundan Fransızca öğrenmek zorunda olduğumuzu anlatıyor. Zamanla biz de bilgiler üreterek, gelişmeler kaydederek yetişebiliriz, kendi terimlerimizi kullanabiliriz diye umudunu dile getiriyor o konuşmasında.

Fakat o kadar farkında ki adam, karşısında ulema var, büyük bir engel var. Daha sonra Abdülhamit de aynı yönde sözler ediyor. “Benim tebaam içinde” diyor, tebaam dediği, Kafkasya’dan Afrika çöllerine, Adriyatik’ten Basra Körfezi’ne kadar geniş bir bölgede yaşayan bütün halklar, Hristiyan, Yahudi, Müslüman hepsi, “Benim tebaam içinde en geri kalmış Müslümanlardır” diyor. Özellikle Türklerin bu durumunu okuma yazma bilmeyişlerine bağlıyor. Yazının, kullanılan alfabenin çok zor olduğunu düşünüyor. “Bu yazı kolay öğrenilmez” diyor. Abdülhamid söylüyor bunu. 

III. Selimler, II. Mahmudlar, daha sonra gelenler, hepsi farkındalar bu durumun. Mesela deney yapılamıyor. Ulema karşı çıkıyor, linç ediyor! Ulema denen din adamları kesimi çok etkili. Dünyada din ve bilim bir arada yürüyemeyecek iki uğraştır. Biri inanç alanı, diğeri şüpheye dayanan, deneye dayanan çalışmalar alanı. Bizde dinle uğraşanlara “alim” diyorlar. Ulema zaten alim sözcüğünün çoğulu, bilim insanları demek; bunlar Osmanlı padişahlarını da canından bezdirmiş.

Halil İnalcık, değerli hocamız, Kadızadeliler Hareketi’ni inceliyordu. Bazen konuşuyorduk. 17’nci yüzyılda başlayan, padişahı, şeyhülislamı bile mürtet ilan eden bir hareket. Deneysel bilgiye şiddetle karşılar.

Japonlar Yecüc Mecüc mü?

Yine Abdülhamid’in anlattığı bir şey var. Bir deney yapmışlar, havasız kalan bir canlının ne kadar yaşayabileceğiyle ilgili. Güvercini bir kutuya koyup gözlemlemeye çalışmışlar. İsyan çıkmış. Biliyorsunuz, bu kafalar rasathaneyi yıktı. Öyle bir yerden geliyorsun ki, düşünceye düşman, bilime düşman, pozitif olan her şeye düşman ve sadece kanıt aramayan inançlarla uğraşıyor. Cinler öyle mi gelir, böyle mi gider, nasıl cin kaçırılır? Japonlar ilk kez İstanbul’a geldiği zaman, aylar boyunca bunların, Kuran’da sözü edilen Yecüc Mecücler olup olmadığı tartışıldı. II. Abdülhamid devri gibi yakın bir zamanda, zihinleri ve basını günler boyunca bu tartışma meşgul etti. Bazıları bunların Yecüc Mecüc olduğunu öne sürüyor, bazıları da Kuran’da bu yaratıkların bir duvarın arkasından geleceklerinin belirtildiğini söyleyerek itiraz ediyordu. Bu sefer ötekiler, deniz de duvar gibi yorumlanabilir diyorlardı. 

Bu arada buharlı makineler başlamış dünyada, hava gazı aydınlatmaları, şimendiferler, gelişmiş manifaktür üretimi, fabrikalar… Kültür ve özgün düşünce; üretime, dolayısıyla da zenginliğe dönüşmüş durumda. Düşünce özgür olmayınca, sanat olmayınca, üretim de gelişmiyor. Gerçeğe düşman bir anlayışın, eleştiriye ve muhalefete yaklaşımı nasıl olabilir ki? Sorunlardan söz edilmesine tahammül edemez. Bir sorunun varlığını değil, onun görünür hale getirilmesini, konuşulmasını dert eder. O nedenle eleştiriye tahammül edemez. 

Bizde kültür düşmanı, bilim, insan, düşünce düşmanı bir geleneğin varlığını çok uzun zamandır koruduğunu kabul etmek gerekiyor. Osmanlı padişahlarını da gerektiğinde deviren, asan, kesen, onların getirdiği yeniliklere karşı çıkan ve maalesef ulema diye isimlendirilen o gerici kesim hala varlığını sürdürüyor.

Bu yüzden Türkiye uluslararası bilim ve sanat insanlarına, imparatorluk mirası kadrolarına, muazzam potansiyeline rağmen, pancar motoru takılmış bir Mercedes gibi yoksullaşma, açlık, batıl inanç bataklığında debelenip duruyor. 

Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli