Türkiye’de 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla başlayan ve sonraki yıllarda yapılan köklü reformlarla süren devrimin diğer birçok devrimle karşılaştırılamayacak kadar kansız olması, devrimci kadronun hem seçkin çevrelerdeki hem de halk katındaki meşruluğunun sonucudur. Bu meşruluğu sağlayan ise Anadolu Savaşı’nın zaferle tamamlanmasıdır. Dolayısıyla, Mustafa Kemal Paşa’nın Dumlupınar zaferinin ikinci yıl dönümünde söylediği “Afyonkarahisar – Dumlupınar Meydan Muharebesi ve onun son safhası olan bu 30 Ağustos Muharebesi Türk tarihinin en mühim bir dönüm noktasını teşkil eder… Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk Devleti’nin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada tarsin oldu” sözlerini anlamlı bir tarih yorumu olarak görebiliriz.
Tabii zafere ulaşmak hiç de kolay olmamıştı. Bu konuda söylenmesi gereken ilk şey, TBMM Hükümeti ordusunun 1.5-2 yıl boyunca Anadolu’daki Yunan ordusundan hem sayıca hem de silah ve cephane açısından daha zayıf olmasıdır. Doğu Anadolu’nun 1921’in Mart ayında Sovyetler Birliği’yle anlaşma sağlanarak, Güney Anadolu’nun da aynı yılın Ekim ayında Fransızlarla anlaşarak savaş alanı olmaktan çıkarılmaları, Türk ve Yunan ordularının Büyük Taarruz öncesinde aşağı yukarı eşit sayıda askeri olmasını sağlayacaktı. Ayrıca bu iki anlaşmanın saldırıya hazırlanan Türk ordusuna yalnızca savaşçı değil, önemli miktarda savaş malzemesi de sağladığını unutmamamız gerekir.
Muhalifler devre dışı
Büyük Taarruz, öncesinde yapılan planlara göre bazı gecikmelere ve ufak tefek başarısızlıklara karşın bir bütün olarak mükemmele yakın bir harekât olmuştur. Yunan ordusu istendiği gibi tümüyle imha edilememiş, ama çok büyük oranda zayiata uğratılmıştır. Belki bundan daha da önemlisi, Yunan ordusunun dağılmış ve geriye çekilerek daha batıda ikinci bir cephe tutamamış olmasıdır. Dumlupınar’dan sonra Türk ordusu oldukça hızlı hareket etmiş, taarruzun başladığı 26 Ağustos 1922 sabahından tam iki hafta sonra Fahrettin Paşa’nın V. Süvari Kolordusu’na mensup askerler İzmir’e ilk girenler olmuştur. Anadolu Savaşı’ndaki bu başarı hem Türk ordusunun uzun bir yenilgi tarihine son veriyor hem de ordunun Yunanları Anadolu’dan çıkaramayacağına ilişkin olumsuz propagandalar yapan Ankara muhaliflerini susturuyordu.
Zafere doğru giden yolda hem TBMM’nin Başkanı hem de ordusunun Başkomutanı sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa, kişisel olarak da çok sıkıntı çekmişti. Cumhuriyetçi olduğu 1919’dan beri herkesçe bilinen, Ankara’daki yakın çevresinde Latin harflerinin benimsenmesinden söz eden Paşa, I. TBMM’nde sesleri oranlarına göre daha çok çıkan muhafazakârların hiç sevmediği bir kişiydi. Bunlara Cumhuriyet’in ilânından sonra, özellikle de 1925’ten itibaren görülecek olan “devrimci diktatörlük” özelliklerinin o dönemde de görülen bazı dışavurumlarını ekleyecek olursak, karşısına aldığı milletvekili sayısının zaman zaman nasıl arttığı daha iyi anlaşılır. Zaferin kazanılması, milletvekili seçilmesini engelleyecek kanun teklifleri veren ya da Başkumandanlık Kanunu’nun yenilenmesine karşı çıkan muhalifleri de büyük çapta devre dışı bırakacaktı.
Diktatörlük eleştirisi
Bu konuda göz önünde bulundurulacak bir nokta da tarihimizin en çok sesli meclisi olan I. TBMM’deki muhalefetin o kadar da abartılmaması gerektiğidir. Ne de olsa Mustafa Kemal Paşa, Mayıs 1922’deki Başkumandanlık Kanunu’nun üçüncü defa uzatılmasına ilişkin krizde olduğu gibi, Meclis’in büyük bir çoğunluğu tarafından destekleniyordu. Kendisine devrimci kişiliğine karşın böylesi bir desteği sağlayan ise, I. Dünya Savaşı’ndaki yenilginin ertesinde, tıpkı Balkan Savaşı’ndaki hezimetten sonra olduğu gibi, kökten reformcu dalganın bir kez daha ivme kazanmış olmasıdır.
Öte yandan, Mustafa Kemal Paşa’nın “şahıs diktatörlüğü”ne doğru gittiğine ilişkin eleştirileri dile getirenlerin arasında önemli bir bölümünün hâlâ Enver Paşa’ya sadık, Karakol Cemiyeti üyeleri olduklarını hemen hemen herkes biliyordu.
Son olarak da 1924’te bir muhalefet partisi kuracak olan Adnan Adıvar ve Rauf Orbay gibi görece liberal sayılabilecek kişilerin neden Mustafa Kemal Paşa’nın karşısında değil de yanında yer aldıkları, üzerinde dikkatle durulması gereken diğer bir noktadır.
İstanbul saltanatın kaldırılmasına hazırdı
1909’da ulusal egemenlik ilkesini hayata geçiren anayasa değişikliklerini hâlâ içlerine sindirememiş olan Sultan VI. Mehmet Vahdettin ve İstanbul Hükümeti mensupları ise 1921 başlarından itibaren Ankara için ciddi bir sorun teşkil etmiyorlardı. Bunların er veya geç sonlarının geleceğini I. TBMM’yi oluşturanların büyük bir çoğunluğu biliyor ve istiyordu. Ancak bu, mutlaka saltanatın kaldırılacağı anlamına da gelmiyordu. Zaten önder kadro içinde yer alanların bazıları saltanat kurumuna 1909 Anayasa değişiklikleri çerçevesinde bağlıydılar.
Bu sorun karşısında Mustafa Kemal Paşa, samimi olmadığı sonradan anlaşılacak olan şöyle bir formül buldu: Saltanat kaldırılacak, ama hilâfet kalacaktı. Yani hükümdarlık başka bir adla sürecek, ama halifenin, anayasanın eskiden sultana tanıdığı başbakan atama gibi bir hakkı olmayacaktı. Başbakanı TBMM seçecek, halife de onaylayacaktı. Mudanya Bırakışması’nın imzalanmasından altı gün sonra, Doğu Trakya’yı teslim almak üzere İstanbul’a gelen Refet Paşa, bu formülü Osmanlı başkentine duyurdu.
Gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın o günlerde İstanbul’un aydın kamuoyunu görece iyi temsil ettiği varsayılacak olursa, TBMM’nin saltanatı kaldırma kararını Osmanlı başkentinin en az on gün öncesinden benimsemiş olduğu söylenebilir.
Böylece 1908’den beri inişli çıkışlı bir biçimde sürmekte olan siyasal dönüşüm, Büyük Taarruz’u izleyen iki ay içinde kökten reformcuların istedikleri doğrultuda bir mecraya girmişti. Bunu sağlayan önemli bir etmen de, yukarıda da gördüğümüz gibi, savaşın başarıyla bitirilmiş ve barışa giden yolun açılmış olmasıydı.
“2. Çanakkale Savaşı” riski
Ama, savaşın sonlanmasının da o kadar kolay olmadığını, Mudanya Bırakışması’nın TBMM ordusunun İzmir’e girmesinden ancak bir ay sonra imzalanabildiğini anımsadığımızda görüyoruz. Bu aşamada yaşanan sorun, Türk ordusunun Doğu Trakya’yı da Yunan ordusundan temizlemek üzere Boğazlar bölgesine doğru harekâtını sürdürmesinden ve Büyük Britanya’nın buna karşı çıkmasından kaynaklanmıştı.
Ankara Hükümeti’nin politikası, Misâk-ı Milli’nin ulusal yurt olarak kabul ettiği topraklardaki işgal kalktıktan sonra barış masasına oturmaktı. 1921 ve 1922 baharlarındaki diplomatik görüşmelerin sonuçsuz kalmasının nedeni de Ankara’nın bu konuda ısrarcı olmasıydı. TBMM ordusu bu politika doğrultusunda Boğazlar bölgesine doğru ilerlemesini sürdürünce, Ankara’yla ilişkileri iyi olan Fransa ve İtalya, bölgedeki askerlerini çektiler. Britanyalılar ise, tam tersine, Çanakkale yöresinde bulunan kuvvetlerini takviye edip savunma önlemleri almaya başladılar. Bu, Britanyalıların Mondros Bırakışması’yla başlayan Türkleri cezalandırma politikasının hâlâ sürdüğünü gösterdiği gibi, Türkiye ile Büyük Britanya arasında savaş çıkmasına neden olabilecek bir tepkiydi.
Mudanya için Fransa devrede
Böyle bir savaş, Büyük Britanya ile müttefik oldukları için Fransa’nın da savaşa girme zorunluluğunu doğuracaktı. Fransızlar ise savaşın bir an önce bitmesini istiyorlardı. İş bu aşamaya geldiğinde Fransız diplomasisi başarılı bir dizi girişimde bulundu ve Mudanya’ya giden yol açılmış oldu. Fransızlar, önce Büyük Britanya Hükümeti’nin Doğu Trakya’nın Türkiye’ye bırakılmasını kabul etmesini sağladılar. Sonra da, 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması’nı Fransa adına imzalamış olan Henry Franklin-Bouillon, İzmir’e gelerek Mustafa Kemal ’le görüştü. 28 Eylül’de gerçekleşen görüşmede Franklin-Bouillon, Mustafa Kemal’i Boğazların iki yakasına da egemen bir Türkiye’nin barış konferansında Boğazları da elde edeceğine ikna etti. Mustafa Kemal Paşa, hemen aynı gün Türk ordusunun ileri harekâtını durdurdu. Ertesi gün ise bırakışma konferansının 3 Ekim’de Mudanya’da başlayacağı duyuruluyordu.
“Çanak krizi” Londra’yı sarstı
Tüm bu gelişmeler Büyük Britanya’nın hem imparatorluk politikasını hem de iç politikasını etkiledi. Çanakkale’de direnişe hazırlanırken Büyük Britanya Hükümeti dominyonlardan da yardım istemişti. Ama istek Avustralya, Güney Afrika ve Kanada tarafından karşılık bulmadı. Britanya basını Başbakan David Lloyd George’un sertlik politikasını giderek daha sert eleştirmeye başladı. Hatta Başbakan “Haçlı Seferi” açılmasını istemekle suçlandı. Fransa ve İtalya’nın da desteklerini çekmiş olmaları Londra’yı iyice yalnızlaştırmıştı. 21-23 Eylül’de ortak bir politika saptamak için Paris’te yapılan üçlü görüşmelerde ise Dışişleri Bakanı Lord Curzon, özellikle Fransızlar tarafından çok hırpalandı. Büyük Britanya kamuoyunun savaş karşıtı tutumuna bir de Fransız ve İtalyan politikasına teslim olmanın yarattığı gurur sorunu eklenince Lloyd George kendi partisi içinde güç kaybetti ve Mudanya Bırakışması’ndan bir hafta sonra başbakanlığı bırakmak zorunda kaldı.