Prof. Dr. Fatih Yeşil, Hacettepe Üniversitesi-Tarih Bölümü mezunu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı bölümde tamamladı. Avrupa devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu’nu karşılaştırmalı bir perspektifle ele aldığı çalışmaları, ordu, devlet, siyaset, diplomasi ve harp tarihi alanlarında yoğunlaşıyor. Yeşil’in yayımladığı üç monografinin yanı sıra yerli ve yabancı pek çok dergi, kitap ve ansiklopedide yayımlanmış makaleleri ve editörlüğünü üstlendiği kitapları bulunuyor. Prof. Yeşil’le taarruza hazırlık döneminin çarpıcı ayrıntılarını konuştuk:
Sakarya Savaşı 13 Eylül 1921’de Türk ordusunun zaferiyle sonuçlanmış; Yunan ordusu ciddi yara almış vaziyette. Herkesin ortak kanaati Türk tarafının hemen bir taarruza geçse kazanacağı yönünde, ama komuta kademesi 11 ay bekliyor. Neden?
Mustafa Kemal Paşa’nın 1922’nin Mart ayı sonları civarında meşhur bir konuşması vardır. Der ki, “Ordumuzun kararı taarruzdur. Ama biz bu taarruzu erteliyoruz. Bunun sebebi ise hazırlığımızı iyice tamamlamak için zaman gerekmesidir.” Ve noktayı şöyle koyar: “Yarım hazırlıkla, yarım tedbirle yapılacak taarruz hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür.” Bu konuşmayı da bilhassa TBMM’de yapar.
Çünkü “Hadi artık taarruza başlayın” diye en çok sıkıştıran Meclis?
Tabii zaten asıl Meclis’teki muhalefeti dindirmek için yapılır bu konuşma. Yoksa her bir asker biliyor ki taarruz edilmek zorunda. Taarruz edilmeksizin hiçbir sonuç alınamayacağını hepsi biliyor. Ama hazırlık yapılması şart. Tamam, Yunan tarafının mecali kalmamış, ama aslında iki taraf da bitmiş vaziyette. Süvarilerin sayısı yetersiz, herkes yorgun, askerin ayağına giyecek çarığı bile yok. O yüzden zaten Sakarya’dan hemen sonra hazırlıklara başlanıyor.
15 Eylül’de hemen umumi seferberlik ilan ediliyor; 15 Ekim gibi SAD şifreli taarruz planı bile hazır…
Evet; ama o plan bu plan değil tam olarak tabii. Birden fazla plan var çünkü. Yani şunu unutmayın, asker hiçbir zaman tek bir plan yapmaz. Mutlaka B, C, D vardır. Buna askerce “ihtimalat planları” denir. Yani şu olursa şöyle yapacağız, şu olursa böyle yapacağız gibi…
Son taarruz planı en çok kime aittir?
Mustafa Kemal ve Fevzi paşalar.
İsmet Paşa?
O icracı. Plan dediniz mi Başkomutan ve Genelkurmay Başkanı var. Ama yüzde kaçı hangisinin, tabii onu tam söyleyemeyiz.
Peki hemen Ekim ayında plan hazırlığına başlandı; sonra?
Aralık itibarıyla subay ve erler için her sınıfa ayrı topçu, süvari, piyade kursları açılıyor. Askeri kafaca ve bedenen taaruza hazır duruma getirme kursları… Çok ciddi eğitim veriyorlar. TRT’nin sanıyorum 1972 tarihli bir çekimi vardır, Büyük Taarruz’a er olarak katılmış gaziler konuşur. Oradaki terminolojiyi duyduğunuz zaman diyorsunuz ki, bu nasıl bir askeri bilgi! Bugün çoğu askerden aynı türden bir terminolojiyi duyamazsınız.
Sonra, özellikle subaylara gece kursları düzenleniyor. “Eğiticilerin eğitimi” oluyor bu kurslar, yani emir komutanızdaki askerlere ne öğreteceksiniz kursları… Yabancı askeri eserler Türkçe’ye çevrilip subaylara okutuluyor. Konya’da bir topçu talimgahı, yani bugünkü topçu atış okulu açılıp; topların adedi atış cetvelleri hazırlanıyor.
Hepsi Aralık-Ağustos arasında oluyor bunların?..
Tabii tabii… Ocak 1922’den itibaren lojistik konusunda adımlar atılmaya başlandı. Bilhassa demir yollarında düşmanı takip için gereken tedbirler alınıyor. Behiç Bey (Erkin) müthiş biridir, çok önemli bir vazife icra eder orada. Şubat’a gelindiğinde artık 1. ve 2. Ordu komutanlarıyla 3. Kolordu komutanının Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa’yla toplantılar yapmaya başladığını görüyoruz. Mart’ta Mustafa Kemal Paşa’nın meşhur bir Garp Cephesi teftişi vardır.
40 gün süren?
Evet, “Ordunun kararı taarruzdur” derken bunu o teftişte edindiği izlenime göre söylüyor muhtemelen. Zaten Nisan ayı olduğunda artık Garp Cephesi Komutanlığı şöyle bir rapor hazırlıyor; “Haziran 1922’de ordunun taarruza geçmesi için gerekli ihtiyaçlar listesi.” Buna göre diyor ki İsmet Paşa: Benim Haziran’da taarruz edebilmem için 9 bin tane daha tüfeğe, 420 tane daha ağır makineli tüfeğe, 2.750 hafif makineli tüfeğe, 72 tane topa, 50 bin nefere daha ihtiyacım var. Yani bunları tespit noktasına gelinmiş artık ve Mayıs ayı itibarıyla tamamen taarruz hazırlıklarına geçildiğini söylemek mümkün.
Günü belli mi?
Ne günü ne saati belli… Mustafa Kemal’in kendisi dahi bilmiyor. Hazırlık tam ne zaman biterse o zaman. Askerler günümüzde de bunu “G günü S saati” olarak ifade eder. O kimsenin malumu değil. Plan hazırlanmış, üst komuta kademesine sunulmuş, zamanı geldiğinde üst komuta kademesi oraya günü ve saati yazacak.
Sonra peki bütün orduya bildirilecek mi o gün ve saat?
Şöyle söyleyeyim, 14 Ağustos’ta intikallerin başlayıp 25 Ağustos’ta taarruz çıkış hattına vardıkları ana kadar ast birlik komutanlarına bile nereye niye gittikleri söylenmiyor. Hatta ordu içerisine tam tersi söylentiler yayılıyor; “isyan bastırmaya gidiyoruz” ya da “Yunan ordusu taarruza geçecekmiş şuradan geçeceği düşünülüyor, oraya doğru gidiyoruz” gibi… Gerçek gün ve saati benim tahminim paşalar bile iki ya da üç gün öncesinde öğreniyorlar.
Çünkü taarruzun baskın olması için en büyük koz gizlilik?
Aynen öyle. Mesela 11 ay içinde en çok ihtiyaç hissedilen eksiklik çadır. Neden? Çünkü kuzeyden güneye asker intikal ettirilirken o hattaki çadırları toplamıyorlar. Yunan hava keşfi havadan baktığında aşağıda hala aynı çadırlar duruyor, demek ki bu adamlar burada diyor.
Oysa çadırlar yerinde duruyor, ama birlikler parça parça intikale başlamışlar. Müthiş bir gizlilik planıdır o, ama bütün bu hikayeye rağmen eratın neredeyse yarısı taarruz öncesine kadar giysisiz. Ne yapılıyor? Özellikle İtalya ve Fransa’dan elbise ve kumaş satın alınıyor. Antep’te, Maraş’ta atölyeler kuruluyor, gelen kumaşlar oralarda dikiliyor.
Ne yiyip içiyor asker, o nasıl sağlanıyor?
Dinar’da çok ciddi ambarlar var, ordunun büyük ölçüdeki iaşesi oradan karşılanıyor. Ödemeler daha sonra yapılmak üzere köylüden satın alınıyor. Fakat bu satın alımlar da genel olarak Yunan işgali altındaki bölgelerden tercih ediliyor.
O neden?
Yunan ordusu alacağına biz alalım mantığı. Onlar aç kalsın, biz değil… Ki bu 18., 19. yüzyılda da kullanılan bir yöntemdir. Mesela Habsburglar Osmanlı tarafında bir kale kuşatacaklarsa bir yıl öncesinde o kalenin çevresinde ne kadar ekili biçili arazi varsa oradaki ürünleri satın almaya başlar. Tabii bununla bitmiyor, et ihtiyacı büyük problem mesela. Malum genç erkekler için günde 3 bin civarı kaloriye ihtiyaç var. Et çok kısıtlı. Dolayısıyla askerlere çevrelerindeki akarsu ve göllerde avlanma izni veriliyor. Balık yemeleri teşvik ediliyor.
Sağlık meselesini nasıl çözüyorlar?
Sabit seyyar hastaneler kuruluyor. Hilal-i Ahmer’den doktor temin edilmeye, sıhhi malzeme alınmaya çalışılıyor. Belirli sahra hastanelerinin işletmesi Hilal-i Ahmer’e devrediliyor. Her fırkaya bir sıhhiye bölüğü, her kolorduya bir seyyar hastane mutlaka veriliyor. Fakat yaralı nakil sorunu çözülemiyor. Atın arkasına sedye bağlanıp sürüklenerek götürülüyor yaralılar… Araç yok çünkü.
“Kağnılar kamyonları yenemez” durumu değil mi?
Fransız diplomat Franklin-Bouillon’un söylediği bir laf olmalı o. 1921 Ankara’ya gelirken yollarda gördüğü yoksulluklar üzerine nasıl başaracaksınız bu işi diye şaşırarak söylüyor…
Develer büyük kurtarıcı galiba?
Çünkü develer az yiyerek çok taşırlar ve uzun mesafe giderler. Hatta İlber Ortaylı’nın “Devenin taşıma eğrisi” diye bir makalesi vardır. İnebolu-Kastamonu tarafından develer ve kağnılar epeyce iş yaparlar. İstanbul üzerinden kaçırılanlar Ankara’ya İnebolu üzerinden getirilir çünkü ve İnebolu İstiklal Madalyas’ına sahip tek ilçedir.
Atlar?
Şimdi o dönemki Türk ordusunun terkibine baktığımız zaman süvariler olması gerekenin bir tık üstündedir. Dolayısıyla at konusu çok önemli. Bir savaş atının, “topkeşan beygiri” diyor Osmanlı, bunların günlük istihkakı 7 kilo arpa 5 kilo saman.
Bir günde, bir at için?..
Tabii, çok ciddi bir yem ihtiyacı var. Hatta haziran-temmuz ayından itibaren artık hazırlıklar iyice yoğunlaştığında iaşe temini daha sıkıntılı hale geliyor. O yüzden hayvanların çayır sürelerini uzatıyorlar, hazır yemi az tüketsinler diye. Taaruz vakti yaklaştıkça tam istihkak verilmeye başlanıyor. Hatta askerler için kesilen hayvanların kanları bir yerde toplanıp atların yemlerine karıştırılıyor belirli bir oranda… Kalori alsınlar ve güçlensinler diye. Tabii at bakımı konusu da çok önemli. O hazırlık döneminde nal ve mıhlar için Konya’da imalathane açılıyor.
Nalbant ustası bulmak da zor; çoğu Rum ve Ermeni zanaatkarlar…
İşte o yüzden zaten Nalbant Mektebi açılıyor. Ankara’da “Memleket” isminde bir hayvan hastanesi kuruluyor. Konya’da bir nalbant okulu eğitime başlıyor. Hatta okulun 2 Nisan 1922 tarihli mezuniyet törenine Mustafa Kemal de katılıyor.
Bu at konusunu geçmeden, acaba hiç savaşta ölen at sayısı biliniyor mu? Yani ölen asker sayısı nasıl biliniyorsa…
Kesinlikle haklısınız. Kolordu mevcuduna bakmak lazım, oradan bir şey çıkabilir. Tabii üst kademe komutanların da atlarını hesaba katmak gerekir, ama aslına bakarsanız biz bunun takipçisi değiliz. İngiltere’de Hyde Park’ta 1. ve 2. Dünya savaşlarında ölen hayvanlar için bir anıt vardır. Üzerinde “They had no choice” yazar. Şehitliklerinin yanında hayvan şehitlikleri de yaparlar. Adı, hangi birlikte görevde yaptığı, nerede öldüğü yazılır başuçlarına, çünkü onlar da şehit kabul edilir.
Peki, biz yine hazırlıklara dönersek artık son haftalara girildiğinde neler yapılıyor?
Bir kere subayı da neferi de her gün minimum 6 saat eğitim görmeye devam ediyor. Manevra ve tatbikatlar haricinde subaylara bir de “tabya meseleleri” veriliyor. Yani size askeri bir problem verilir ve bunu çöz denir. Problem çözme ve karar verme pratiğiniz gelişir. Buna dair konferanslar ve harp oyunları yapıyorlar.
“Harman idmanı” yapılıyor bir de değil mi?
Tabii tabii, erleri harmanlara gönderiyorlar. Askerler köylünün ekim faaliyetlerini yapıyor, tarlalarda çalıştırıyorlar. Bu iki şeye hizmet ediyor: 1-Askerlerin fiziki kondisyonlarının sağlanması. 2-Orduyla ahali arasında bir bağ kurulması. “Onlar bizim çocuklar ya, bak yardım ediyorlar bize” dedirtmek.
Mirliva Fahrettin Paşa’nın manevraları izlemeye gelenlere talimatnamesi çok enterasandır mesela: “Güzergahtaki ekinlere basmayınız!”
Şunu söyleyeyim size, hiçbir ordu ben görmedim ki öyle bize anlatıldığı gibi geçtiği yerde “üzümü alıp yerine altın bıraksın”. Öyle bir ordu yok. 100 binlerce erkeğin bir arada bir yere girdiğini düşünün. Dolayısıyla bu insanların sevk ve idare edilmesi şart. İkincisi, ahaliye düzgün bir biçimde davranılması lazım. Ki o ahalinin çoğu tırnak içinde belirtiyorum, “cahil”. Yani okuma yazma bilgisi yok. Yani bugün bildiğimiz anlamda milliyetçilikleri yok. Çünkü birinci şartıdır milliyetçiliğin, en azından sınırları bilecek kadar okumuş yazmış olmak. Ve bir şartı da monarşist olmamak. Hem padişahçı hem milliyetçi olunmaz. İşte o zamanki ahali böyle değil. Kim olursa olsun, bana ne kadar az zarar veren adam varsa ben onunlayım diye düşünürler.
Aslında zaten neredeyse Yunan askeri İzmir’e girene kadar öyle çok örgütlü bir tepki de yok değil mi?
Şöyle aslında; ortada bir ekip var. Mesela Kazım Özalp, Şefik Aker, Şahin Bey. Yani bir gayri nizami harekat başlamış vaziyette. Bizde hep gayri nizami harekat askerlerle olur sanılır. Hayır. Gayri nizami harekat beyaz yakalılarla yapılır. Okumuş, dil bilen, ahali üzerinde belirli bir otoritesi olanlarla… Yunan İzmir’i işgal ettiğinde kimler o harekatı başlatıyor: Çoğu öğretmen, Eczacıbaşılar, aralarında hiç öyle sokakta gezen yok. Ruşen Eşref sıradan bir adamdı diyebilir miyiz? Ya da Hasan Tahsin sıradan biri miydi? Sizin silahınız var mı mesela? Mehmet Emin Yurdakul sadece vatan şairi mi? O da var, ama o işin küçük kısmı. Bunlar bir ekibin parçaları ve hepsi okumuş insanlar.
Dolayısıyla ahalinin duruşu farklı; kendini dahil hissetmemesi, bana zarar vermedikleri sürece karışmayayım demesi normal?
Normal ve o yüzden asker tam da bunun aksini ahaliye benimsetmeye çalışıyor. Okullarda, kahvelerde konuşmalar yapan “irşad heyetleri” organize ederek…
O zaman bir Mirliva’nın “ekinlere basmayın” hassasiyetinin bir sebebi de bu mudur?
Tabii sempati yaratmak, insanları üzmemek, yardımcı olmaya çalışmak… Ahalide şu hissiyatı yaratmak; “Bunlar bizim çocuklar. Sadece Kemal’in askerleri değil”… Öyle anılıyorlar çünkü orada. “Bizim evlerden çıkmış bu çocuklar” dedirtebilmek…
Bunun sonunda da “Topyekün Harp” edebilmek yani?
Mustafa Kemal’lerin Harp Okulu’ndan hocası Alman Mareşal Goltz buna “millet-i müsellaha” der. Das volk in waffen: Yani bütün milletin iştirak ettiği savaş. Mustafa Kemal de Nutuk’ta şöyle açıklar: “Savaş ve çarpışma demek, yalnız iki ordunun değil, iki ulusun bütün varlıklarıyla, bütün mallarıyla, bütün maddi ve manevi güçleriyle karşılaşması ve birbiriyle vuruşması demektir. Bunun için, bütün Türk ulusunu, cephedeki ordu kadar, düşüncesi ve duygusuyla ve eylemli olarak savaşla ilgilendirmeliydim. Ulus bireyleri, yalnız düşman karşısında olanlar değil, köyde, evinde, tarlasında bulunan herkes, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli bilerek bütün varlığını savaşa verecekti.”
11 ayda 2.739 subay yetiştirildi!
26 Ağustos’a gelindiğinde her iki tarafın sayısal karşılaştırması nasıl?
Hava kuvvetlerinde Yunan tarafının 1’e 5 oranında üstünlüğü var. 20 bin daha fazla piyadeleri var; 200’e 220 gibi… Top sayıları fazla; 340’a 410 civarında.
Oysa 26 Ağustos sabahı ilk üstünlük sağlayan da Türk topçuları?
Trikupis anılarında anlatır bunu, “İsmet Paşa’yı ilk gördüğümde topçu hazırlık ateşini kim idare ediyordu” diye sordum der. İsmet Paşa da gülerek yanıtlar: “Ben yaptım”. Trikupis “Ben ömrü hayatımda böyle bir topçu hazırlık ateşi görmedim” der. Aslında topların dışında ağır ve hafif makineli tüfeklerde de üstünlük yine Yunanlardadır; 3.000’e 4.400 civarında.
Türk tarafının daha fazla olduğu ne var?
Süvari sayısı. İkincisi subay sayısı. İbni Haldun gibi yapıp orduyu insana teşbih edersek bu şu demektir: Karargah dediğiniz şey beyin ise subay dediğiniz de o beyinde alınan kararı vücudun çeşitli yerlerine ileten nöronlardır. Eğer nöronunuz çalışmıyorsa olduğunuz yerde çakılır kalırsınız, ki Sakarya’da çok ağır subay kaybı yaşanır. “Subayların savaşı” diye anar zaten Mustafa Kemal Sakarya’yı… Ama işte şaşılacak bir şey, 10 Ekim 1921’den Temmuz 1922’ye kadar Türk silahlı kuvvetlerine 2.739 yeni subay katılır. O kadar subayı nasıl buldular, nasıl yetiştirdiler insan üstü bir çaba. Harp okulunun bir devresi yaklaşık 800 ila 1000 kişidir, düşünün.
Bu rakamlara baktığınız zaman avantaj durumu nedir sizce?
Sakarya Meydan Muharebesi’nde çekilen sıkıntı kadar büyük bir sıkıntı yok burada. Sakarya zaten yazılı olarak bildiğimiz Türk tarihinin en karanlık günleridir. 1921’in Ağustos-Eylül dönemi 2000 yıllık Türk tarihinin en problemli devridir, denebilir. Ateşle imtihandır.
Ama Afyon’da da artı şöyle bir zorluk yok mu; taarruz yapacak ordunun karşısındakinden en az 2-3 kat üstün olması gerekmiyor mu?
Şartlara göre değişkenlik gösterecek olsa da evet, kabaca en az 2-3 kat üstün olması gerekir. Ama cephenin her noktasında mı? Yoksa sadece bir bölümünde mi? Şunu demeye çalışıyorum, cephenin belirli bölgesinden kuvvet tasarrufu yaparak cephenin bir başka bölgesinde sıklet merkezi kurabilirsiniz. Büyük Taaruz’da yapılan tam da budur. Tınaztepe-Kaleciksivrisi’nin arası 13 km. Burası “yarma bölgesi” olarak geçer ve Türk ordusu bu bölgede yaklaşık 1’e 6 üstün. 15 bin Yunan askerine karşı 90 bin Türk asker yığılmış. Asıl taarruz bölgesi denilen Akarçay-Çiğiltepe arasındaki 40 km’lik hatta da 1’e 3.5 kuvvet çoğunluğuna sahibiz.
Oysa 700 km’nin tamamına yayılsalardı?
1’e 0.9 gibi olacaktık. O yüzden zaten tek ayak üstünde yakalandılar. Evet bir taarruz bekliyorlardı, ama öyle bir sayıyla, öyle bir sürat ve kuvvetle hamle yapıldı ki kitlenip kaldılar. Ondan sonra zaten iş bitmiş vaziyetteydi. “Baskın”ın tam tanımıdır Büyük Taarruz…
Raylar eritilip top kaması yapıldı
-Taarruz öncesi Fransa, İtalya ve Sovyet Rusya’dan ne kadar yardım geldi; “olmasaydı olmazdık” denebilir mi?
İstiklal Savaşı’nın başlangıcında, yani yoğun bir biçimde silaha paraya ihtiyaç duyulduğu o ilk dönemde bu yardımlar evet çok önemliydi. Ruslar daha 1920’de 3 bin civarında tüfek, cephane, süngü, top gönderdi, ki bunların önemli bir kısmı ateşin hala devam ettiği Kazım Karabekir Paşa tarafından Şark cephesinde kullanıldı. 1921 Moskova Antlaşması’ndan sonra 2 tümeni donatacak kadar silah gönderdiler. Büyük para yardımı yaptılar.
O parayla İtalya’dan barut, uçak, tüfek satın alındı. Zaten İtalya’nın asıl önemi silah alımından ziyade Ankara Hükümeti’nin yurt dışındaki mali operasyonlarını gerçekleştirmesiydi. Yani diyelim ki Rusya üzerinden gelen altını, Fransa’dan mal almak için İtalya’daki bankada paraya çevirmek gibi… Yine Fransa’dan 1500 hafif makineli tüfek, 140 motorlu araç alınır ama Taarruz’un başında bunları gözlemleyemeyiz. Öyle dışarıdan akan büyük bir yardım yok.
Başka nasıl silah temin ediliyor peki?
Felah-ı Vatan ve Mim Mim gruplarının İstanbul’dan naklettikleri silahlar; Doğu Cephesi kapandıktan sonra bu tarafa gönderilenler; İmalat-ı Harbiye’nin Adana’da, Maraş’ta atölyelerde ürettiği silahlar… Eskişehir’de demir yolu rayını top kaması yapan milletiz, bunun daha ötesi yok zaten. Behiç Bey söktürüyor rayları ve eritip top kaması döktürüyor. Böyle bir şey.
Halktan alınan borç son kuruşuna kadar iade edildi
Tekalifi Milliye Sakarya’dan hemen önce 7-8 Ağustos 1921’de çıkarılıyor; peki Taarruz’a kadar geçen 11 ay boyunca da sürdü mü?
Sürdü. Tekalifi Milliye, milli yükümlülükler, vergiler demek. 10 emirden oluşuyor. Bu emirleri tatbik eden kim? Mustafa Kemal. Peki bunu neye istinaden yapıyor? Başkomutanlık Yasası’nın kendisine verdiği yetkilere. İşte Başkomutanlık Yasası’nın Meclis’teki uzatma toplantılarında yaşanan tartışmaların temel sebebi de budur. Meclis bu yetkiyi Mustafa Kemal’e bırakmak istemiyor.
Neden?
Korkuyorlar. Ya başka bir şey yaparsa? Burada iyi niyetli olanlar da var; hakikaten böyle düşünen. Saruhan vekili “Allah yukarıdan inse, bakanlarım da melekler dese ben bu yetkiyi ona da vermem” diyor. Paranın ne kadar toplanacağından, kimden alınacağı, nereye harcanacağına kadar geniş bir yetki söz konusu çünkü.
Yani bütün mesele para, çünkü bütün güç o?
Bütün demokrasilerin temeli o. Fransız İhtilali niye çıktı? Amerikalılar niye isyan ettiler İngilizlere? Bu emirler çerçevesinde 1923 itibarıyla 6 milyon 3 bin 663 liralık mal ve malzeme toplanmış oluyor. Ve bunların tamamı 1929 sonuna kadar ödeniyor. Kimsenin kuruşu dahi Meclis hükümetinde kalmıyor.
Hangi vatandaştan ne aldığını yazmış çünkü…
Tabii ki hepsi kayıtlı. Kaldı ki sadece para da değil. Mesela “kağnısı olan adamlar şu kadar km orduyu taşımak zorunda” diyor. Şimdi o ahali için bu da bir angarya. Mesela gelip senin tarlandaki malları alıyorum, diyor. Belki satmak istemiyor ürününü… Üstelik parayı da sonra vereceğim, diyor. Bugün 4x4 arabaların ruhsatında yazar; seferberlik halinde el konacaktır. Ya da belirli kritik noktalardaki evlerin tapusunda yazar; gerekli görüldüğü halde el konulur. Devlet dediğiniz böyle bir şeydir. Meclis’te ya da ahalide buna karşı bir tepki gelişmesi de normaldir.
Allenby’nin taktiğini Allenby’nin imkanları olmadan uyguladılar
Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ “Savaş ve Barış” kitabında Mustafa Kemal’in Afyon’un kuzeyinden güneyine asker kaydırmasını Filistin’deki İngiliz General Allenby’de gördüğünü yazar. Katılır mısınız?
Sayın Başbuğ’un söylediği, yani Suriye-Filistin Cephesi konusu Taarruz’da gerçekten önemlidir. Malum orada bir Osmanlı ordusu tamamen imha olur, çok ciddi bir kayıp yaşanır. İngiliz komutan Edmund Allenby cephenin batısında sıklet merkezi kurup 7 ve 8. Osmanlı ordularını birbirlerinden yalıtır. Yani Osmanlı cephesini bir anda ikiye böler. Bu esnada İngiliz ve Arap süvarileri Osmanlı’nın çekilme istikametini tıkarlar ve ordu imha olur. Allenby’nin uyguladığı plan bu. Cephenin doğusundan kuvvet tasarrufu yapıp, birlikleri Batı’ya aktarmak ve bunu büyük bir gizlilikle yapmak.
Ve bu muharebeyi yaşayan heyetin önemli bir kısmı Taarruz’da da var: Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa, Fevzi Paşa, Refet Paşa, Osman Nuri Paşa, Asım Bey… Herkes orada. Şimdi askerlerin en sevdikleri laf “alınan dersler”dir. Ne öğrendik? Malum laf denir ya, “çayda dem askerde kıdem.” O kıdem dediği şey aslında budur. İşte buradan çıkardıkları dersi Yunanlara karşı uygulayacaklar.
Fakat tabii burada unutulmaması gereken şey şu: İngilizler Suriye-Filistin’de ne yaptılarsa Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin yakın takip ve desteğiyle yaptılar. Onların Suriye-Filistin’de sahip oldukları imkanlar, Büyük Taarruz’da Türk Ordusu’nda yok.
Bu yüzden mi Türk tarafı Yunan ordusunun çekilme istikametini Allenby gibi tıkayamıyor ve İzmir’e kadar takip etmek zorunda kalıyor?
“Bilerek o istikamet açık bırakıldı” diyenler var, ama öyle değil. Yunan ordusunun çekileceği Kızıltaş Vadisi’ni kapatma vazifesi 5. Süvari Kolordusu’ndaydı ama dağlık arazi o kadar kötü ki 30 Ağustos’a kadar kapatmaya yetişemiyorlar. Bir de unutmayın, 5. Süvari’yi yöneten Fahrettin Paşa sıtmalı halde savaşıyor ve tam 30 Ağustos günü artık bayılıyor.
Atatürk, Falih Rıfkı Atay’dan farklı bir yerdeydi
Falih Rıfkı Atay Çankaya’da Taarruz için “Bu zafer Millet Meclisi’ne, hükümete, ordu komutanlarına rağmen Başkomutan Mustafa Kemal tarafından kazanılmıştır” der. Durum bu kadar keskin miydi sizce de?
Şimdi birincisi çok kolay vatan haini ilan ediyoruz. Çok basit bir şeymiş gibi… Ama bu adamları okuduğunuz zaman bunun bu kadar kolay olmadığını anlıyorsunuz. Ayırt etmeye çalışacağım şeyler şunlar:
Birinci grup: Askeri açıdan yapılanları iyi niyetli bir biçimde muhakeme eden subaylar var. Mesela Kemal Paşa Sakarya’da diyor ki “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır”. Yani cephe yarılsa bile tümenler çekilmeyecek, tümenin ast birlikleri hemen ilk savunma yapabilecekleri yerde tertiplenip müdafaaya devam edecekler. İlk itiraz Asım Bey’den geliyor. “Nasıl yani” diyor, “Tümenler birbirine girer. Bu bilinenin tamamen tersidir” diyor. Onu İzzettin Bey takip ediyor, “Olmaz” diyor. Şimdi biz İzzettin Çalışlar’ın ya da Asım Gündüz’ün vatan sevgisini tartışacak değiliz herhalde. Mümkün değil böyle bir şey. Onların yaptığı emir komutayı güçlendiren tartışmalar. Çünkü emrin mantıklı olduğuna ikna edilirse daha büyük bir şevkle uygulayacak.
Mustafa Kemal’in ikna kabiliyeti ve askeri bilgisi ise müthiş. Hakikaten müthiş. Dünya askeri tarihinde iki ciddi gelenek vardır: Bir Alman, iki Fransız. Fransızlar daha askerin dilinden anlarken Almanlarda görgüsü ve bilgisiyle askeri ve astı olan subayları büyüleme durumu vardır. Yani “Paşa piyano da çalıyor, acayip Fransızca da biliyor, edebiyattan da anlıyor ama muhteşem askerlik bilgisi de var” dedirtmek. Mustafa Kemal bu özelliklerin hepsini barındırıyor. O yüzden zaten ikna kabiliyeti çok yüksek.
İkinci Grup: “Aman başımıza bir iş gelmesin” diyenler. Bunlar kötü niyetli adamlar değiller, ihtiyatlılar sadece. Yakup Şevki Paşa en iyi örnektir.
Üçüncü Grup: Tamamen ben merkezli mizacı olan, kendisini ön plana çıkarmaya çalışan, bu yüzden itiraz eden grup. Mesela Ali İhsan Paşa: “Yani ne yapmıştır da benden önce Çanakkale’de Mirliva olmuştur Mustafa Kemal?” diye içinden atamaz o acıyı.
Dördüncü Grup: Ülkenin kurtuluşunu başka yerde görenler. Amerikan mandasını tercih edenler gibi…
Beşinci grup: Biz bugünden baktığımızda son derece aynı hedefe kilitlenmiş bir toplum görüyoruz ya da öyle bir hayalimiz var. Ama bu böyle değil. Hatta Kurtuluş Savaşı’nı bir “iç savaş” dönemi olarak bile görebiliriz. Bir sürü ayaklanma var ortada. Meclis’te ve orduda da bunların örneğini görmek mümkün. Ki düşünsel olarak o farklılıkların tümü savaş kazanıldıktan sonra tam manasıyla su yüzüne çıkacak.
Bir de ben Atatürk’ün kendisini Falih Rıfkı’nın Mustafa Kemal’i öne çıkarttığı kadar öne çıkarttığını düşünmüyorum. Atatürk’ün ağzından “Bu savaşı ben kazandım, hepinize karşı kazandım” diye bir laf hiç çıkmadı. Adını duyurduğu Çanakkale Savaşı esnasında bile çıkmadı, ki o dönemde şana şöhrete daha çok ihtiyacı vardı. Tam tersine orada vuruluyor, farkında bile değil. Nuri Conker “Kemal Bey vuruldunuz” diyor… Elini ağzına götürüyor “Sus” diyor, “Nuri asker duymasın.”
Bakın Mustafa Kemal bu işin aklı, vicdanı, tek kelimeyle ruhu. Bunda hiç şüphe yok. Katılmadığım, Mustafa Kemal hiçbir zaman “Ben yaptım” demedi. Ama yaptı. Bütün dünyanın gözü önünde yaptı. Zaten yapmış olan adam böyle davranır.
19 Mayıs’tan sonraki bütün “heyet-i temsiliye” hikayesi budur. Bütün kararlar toplu alınır. Tek bir karar hariç. Sadece bir tek kararı kendisi alır ve altında yalnız onun imzası vardır: İstanbul’da basılan Meclis’in Ankara’da toplanması kararı. Bunu yaparak şunu demek istiyor: “Benim derdim padişah olmak falan değil. Ben meşruiyet istiyorum. Ben Meclis istiyorum.”
Buradan nereye geleceğiz; 1 Eylül 1922’ye. Biz hep “Ordular ilk hedefiniz…” bölümünü biliriz, oysa ki o ünlü konuşmasının çok önemli bir girişi vardır, ki orada şu ifadeyi kullanır: “Sahibimiz olan büyük Türk milleti istikbalinden emin olmakta haklıdır.” Çünkü Mustafa Kemal kendisini, kendisinin sahibi olarak gördüğü milletin hizmetkarı olarak konumlandırıyor. Dolayısıyla Falih Rıfkı’dan farklı bir yerde.