Ben cumhuriyeti, benim de içinde bulunduğum, aktörü ve paydaşı olarak var olduğum, toplumumuzun yaşayıp ürettiklerinin, tüm tarihsel deneyiminin toplamı olarak anlıyorum. Evet, benim için cumhuriyet bazen birlik ve uyum içinde, ama çoğu zaman gerilimler, hayal kırıklıkları ile dolu hikayemizin kümülatifi. Tam da bu yüzden Cumhuriyet’e bakışım bir eleştirel sahiplenme hali. Sahiplenme, çünkü zaten Cumhuriyet hem beni yapan hem benim yaptığım, aynı anda hem faili hem mefulü olduğum bir durum. Eleştirellik ise o sahiplenmenin yöntemi
Benim için cumhuriyetin anmalı, her şeyden önce toplum olarak tüm yapıp ettiklerimizdir.
Cumhuriyeti kendi dışımda bir olgu olarak görmüyorum. Onu hayatımı şekillendiren, benim dışımda bir irade ya da kurumlar bütünü olarak da görmüyorum. Cumhuriyeti, benim de içinde bulunduğum, aktörü ve paydaşı olarak var olduğum, toplumumuzun yaşayıp ürettiklerinin, tüm tarihsel deneyiminin toplamı olarak anlıyorum. Evet, benim için cumhuriyet bazen birlik ve uyum içinde, ama çoğu zaman gerilimler, hayal kırıklıkları, hatta çatışmalar ile dolu hikayemizin kümülatifi.
Dolayısıyla hem bir yurttaş hem bir tarihçi olarak Cumhuriyet’e 1923’te kurulmuş daha sonra devrim ve reformlarla şekillenmiş bir devlet, rejim ve toplumsal düzen olmanın ötesinde bir anlam biçiyorum. Evet, 1923’te kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve bir dizi devrim ve reformlarla dönüşüme uğramış kurumsal ve toplumsal yapı Cumhuriyet deneyimimizin önemli bir parçasıdır. Evet, kurumlar, anayasal kararlar, kanunlar... evet hepsi Cumhuriyet’in unsurları. Ama cumhuriyeti bu kuruluş ve devrim/reform sürecine ve hatta kurumsal ve anayasal rejime indirgemiyorum. Cumhuriyet kendi kuruluşunun ötesinde, yüzyıllık tüm yaşanmışlıkları, mutlulukları, başarıları, başarısızlıkları, hayal kırıklıkları, eşitsizlikleri ... bütün kolektif deneyimimiz, bütün toplumsal-siyasal tecrübemiz.
Cumhuriyet’e bir kuruluş ethos’u ve bir dizi kurumsal düzenlemenin ötesinde hepimizin total tarihsel tecrübemiz olarak bir anlam yüklediğimiz zaman, tarihe böyle baktığımız zaman, önümüze farklı kapılar açılacak diye düşünüyorum. Cumhuriyetin faili biziz. İkinci yüzyıla girerken geldiğimiz nokta hepimizin şu ya da bu şekilde eşit olmasa da paydaşı ya da hissedarı olduğu bir tarihsel macera.
Tam da bu yüzden benim Cumhuriyet’e bakışım bir eleştirel sahiplenme hali. Sahiplenme, çünkü zaten Cumhuriyet hem beni yapan hem benim yaptığım, aynı anda hem faili hem mefulü olduğum bir durum. Cumhuriyet’i sahiplenmemek en başta kendimi inkâr olur. Eleştirellik ise o sahiplenmenin yöntemi. Eleştirellik olmadan insanın kendini ve toplumunu daha iyi hale getirmesi mümkün olmaz. Eleştirellik yenilenme, tazelenme, kendini dönüştürme iradesi elde etmenin koşulu.
İşte bu kısa özet benim Cumhuriyet’e bakışım. Biraz öznel biraz nesnel. Biraz duygusal, biraz gerçekçi. Biraz tarihsel biraz aksiyonel. Kendimi hem belirleyeni hem belirleneni olduğum toplumsal tecrübenin içinde konumlandırıp, Cumhuriyet’i bu tecrübenin tümü olarak görüyorum. Bu tecrübe içinde bu durumu içtenlikle kabul eden ama dönüştürücü coşkuyu öne çıkartan bir pozisyon alıyorum. O pozisyona kendimce eleştirel sahiplenme adını veriyorum.
Cumhuriyet fikri - özgürlük
Bana eleştirel sahiplenme pozisyonunu aldıran şüphesiz tarihsel deneyim. Ama aynı zamanda bu tarihsel deneyimin cumhuriyet ideali altında şekillenmesi.
Tam da burada cumhuriyet fikrinin temel amacını hatırlamamız gerekiyor. Cumhuriyet insanların efendileri olmadan, özgürce ve bir arada, kendilerini yönettikleri rejimin adıdır. Bir cumhuriyeti cumhuriyet yapan şey en öncelikle yurttaşların kendilerinin efendisi olmalarıdır.
Cumhuriyet kendi kuruluşunun ötesinde, yüzyıllık tüm yaşanmışlıkları, mutlulukları, başarıları, başarısızlıkları, hayal kırıklıkları, eşitsizlikleri... bütün kolektif deneyimimiz, bütün toplumsal-siyasal tecrübemiz
İkinci olarak, cumhuriyet toplumun, halkın, ulusun egemen olması, yani topluca kendi kendinin efendisi olmasıdır. İdeal bir cumhuriyette hiçbir otorite, devlet dahil, topluma efendilik yapamaz. Toplumun tabi ki hukuka ve kurallara uyması beklenir ama o hukuku ve kuralları toplumun kendisi yaptığı sürece, bu bir tahakküm olmaz.
Üçüncü olarak, cumhuriyet bir toplumun topluca özgür olmasının da altını çizer. Dolayısıyla bir cumhuriyet başka bir ülkenin ya da halkın tahakkümü altına girmeyi kabul etmez.
Diğer bir deyişle cumhuriyet fikri aslî olarak bir özgürlük ve efendisizlik kurgusudur. Özgür bireylerin (yurttaş) bir arada kurdukları, yönettikleri, gerekli gördükleri zaman dönüştürdükleri bağımsız rejimin ve bu rejim içindeki kolektif tecrübenin adıdır.
Daha dar anlamda cumhuriyet ise bu özgür ve tahakkümsüz yaşam için gerekli kurumsal düzenlemelerin toplamıdır. Demokratik karar alma ve temsil mekanizmaları; insan onurunu koruyucu önlemler; yargı, icra ve yasama ilişkisinin düzenlenmesi; kamu yararını belirleyen karar alma süreçleri; efendi üreten dini ve geleneksel kurumların baskılanması, bazen tasfiyesi... tüm bunlar cumhuriyetin ana amacı olan tahakküm altında olmayan ve tahakküm etmeyen, özgür bireylerin bir arada kendilerini yönetmek için gerekli kurumlardır. Ama cumhuriyetin özü değildirler.
Osmanlı İmparatorluğu yıkılınca neden Cumhuriyet kuruldu? Neden mesela yeni bir monarşi yönetime gelmedi. Neden yeni bir efendi bulunmadı. Ya halifelik? Yeni dönem bir efendi ve hanedan yerine genç sayılabilecek yaşta hayatını kaybedecek kurucu bir lider ile özdeşleşti
O zaman eleştirel sahiplenme pozisyonumu biraz daha açıklayabilirim. Özgürlük, hürriyet, serbestlik, bağımsızlık, istiklal... Tüm bu kavramlar üzerine kurulma iddiasındaki birliğimizi (kurumsal cumhuriyet), tüm tarihi tecrübemizle (tarihsel cumhuriyet) beraber, sahipleniyorum. Ama aynı şekilde, bu ideallerin ne kadar gerçekleşip ne kadar gerçekleşmediğine göre tarihsel eleştirimi yapıyorum. Bu eleştirelliği, en az sahiplenme kadar, bir yurttaşlık görevi biliyorum. Ancak bu eleştirellik ile aşk olduğuna inandığım cumhuriyet idealinin (tahakküm altında olmayan ve tahakküm etmeyen özgür insan ve özgür toplum) gerçekleşeceğine inanıyorum.
Cumhuriyet’i sahiplenen Cumhuriyet eleştirisine giriş
Bu bakış açısı şu gerçeği dışlamıyor: 100 yıllık tarihimizde hepimiz aynı oranda tarihi şekillendiremedik. Hepimiz aynı oranda, verilen kararlardan, uygulamalardan, olan bitenden sorumlu değiliz şüphesiz. Hepimiz aynı oranda Cumhuriyet’ten faydalanmadık. Hepimiz aynı oranda ondan razı değiliz. Yine de farklı derecede sorumlu olmak ve farklı derecede ondan yarar ve zarar görmek sahiplenmeyi engellememeli, zira sahiplenme yaşamışlık ve yaşanmışlık ile ilgilidir. Diğer yandan Cumhuriyet’in ne kadar kendi ideallerine yaklaşıp yaklaşmadığı ise eleştirinin oranını ve niteliğini belirlemeli.
Türkiye Cumhuriyeti bir dizi çok dramatik tarihsel dönüşümün ardından, Osmanlı reform ve anayasal tecrübesi üzerine, dünyadaki gelişmelerin etkisi altında, Mustafa Kemal ve aslında hiç de homojen olmayan bir kadronun liderliğinde kuruldu. Kuruluş belli ittifakların ortaya çıkıp ve yıkıldığı karmaşık siyasi olaylar ile şekillendi.
Kuruluşun ardından bir dizi radikal dönüşüm yaşadık. Eski kurumlar lağvedildi, yerine yenileri teşkil edildi. Toplumsal düzen bazen tepeden merkezi kararlarla, bazen açık ya da kapalı müzakerelerle dönüştü. Semboller, insan vücudunun taşınış şekli, mekân, yazı, ses ve görüntü... Birçok şey değişti. Her büyük değişimde olduğu gibi, bu radikal dönüşümün de kazanan ve kaybedenleri, merkeze konumlananlar ile dışlananları ortaya çıktı. Dönüşüm şiddeti de kapsıyordu şüphesiz. İmparatorluğun son on yıllarından başlayarak Cumhuriyet boyunca toplumun belli kesimleri şiddete maruz kaldı. Kızgınlıklar, küskünlükler, isyanlar...
Yarattığı kızgınlıklara, küskünlüklere ve isyan duygularına rağmen Cumhuriyet’in radikalliği beni heyecanlandırır. Türkiye Cumhuriyeti’ni bir toplumun kendini radikalce değiştirme iradesi ve girişimi olarak görürüm. Ben kendime göre en çok Cumhuriyet’in o radikalliğini sevdim. Ama bu radikalliğe karşı küskünlükleri, kızgınlıklar, isyanları da bir o kadar... Zaten benim için sahiplenme ilk önce bu karşıtlıkları bir arada kucaklama fikrine, duygusuna ve estetiğine dayanıyor.
Yine de şu soru çok önemli: Osmanlı İmparatorluğu yıkılınca neden Cumhuriyet kuruldu? Neden mesela yeni bir monarşi yönetime gelmedi. Neden yeni bir efendi bulunmadı. Ya halifelik? Yeni dönem bir efendi ve hanedan yerine genç sayılabilecek yaşta hayatını kaybedecek kurucu bir lider ile özdeşleşti. Halbuki, Balkanlar’dan Orta Doğu’ya hemen her yerde imparatorluk sonrası yeni küçük monarşiler, hanedanlar dönemiydi. O zaman soruyu bir de şöyle soralım: Cumhuriyet, imparatorluğun çöküşünden sonra toplumsal ve siyasal yapının ortaya çıkardığı bir zorunluluk muydu? Yoksa bir tercih mi? Cumhuriyetçilik Osmanlı entelektüel ve siyasal hayatının bir ürünü müydü? Yoksa yüz elli yıllık devrimler döneminde gelişip, ulus-devlet inşa süreçlerinde güçlenen küresel bir alternatif mi?
Bu sorular hala Cumhuriyet konusundaki tutumumuzu belirlememiz için önemli.
50’ler, 60’lar, 70’ler...
Soğuk Savaş, parlamentarizm ve demokratikleşme çabaları, NATO, darbeler, anayasalar, kutuplaşmalar, solun, yeni Milliyetçiliğin ve sonra İslamcılığın yükselmesi... Soğuk Savaş dönemi Türkiye’de tüm çeşitliliği ile karşıtlıklar ve çelişkiler çağı. Gelgitler, zikzaklar, yeni hayaller ve arayışlar. Hemen her kesimin sahneye çıkıp bir süre boy gösterdiği çılgın bir otuz yıl. Eleştirel sahiplenme için çok uygun değil mi? Gerek sahiplenme gerek eleştirinin dozajını artırdığımız İkinci Türkiye.
80’ler, 90’lar, 2000’ler...
Üçüncü Türkiye. Arayışların bittiği, dünya ile tek yöne doğru bir yolculuk. Toplumsal amnezi, solun tepetaklak olması; darbe gölgesinde yeni bir kuruluş ethos’u; Kürt ve İslami hareketin güçlenmesi; liberal-demokratik bir iktisadi-siyasi alternatifin ortaya çıkması. 90’larda yoğunlaşan Cumhuriyet eleştirisi... Bir yönüyle sahiplenmenin azalıp, eleştirinin artması (90’lar), diğer yönüyle körü körüne grotesk bir sahiplenme (28 Şubatlar, Cumhuriyet mitingleri). Sahiplenme ve eleştiri arasındaki bağın kopup, birlikteliğin son bulması ile gelen meşruluk krizi (merkez sağın çöküşü).
2002, 2008, 2011, 2013, 2016, 2017, 2019, 2023...
Yeni bir başlangıç. İlk önce Cumhuriyet’in eleştirel sahiplenme ilişkisinin yeniden kurulup, bunun yoğunlaşması dönemi. Yeni tarihsel hikâye arayışları; “AKP Cumhuriyet’in başarısıdır, zira Cumhuriyet kendi zıddını içine alabildi” tezi, merkez-çevre paradigmasının zaferi, ardından 2008 ile krizler dönemine giriş, devlet içindeki korkunç iç savaş, 2011 referandumu, 2013 Gezi ile toplumun müdahalesi, buna mukabil iç savaşın yoğunlaşması, 2016 darbe teşebbüsü, büyük kutuplaşma, 2017-18 Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş, 2019 seçimleri, demokrasinin ve cumhuriyetin yani eleştirel sahiplenmenin bir an nefes aldığının görülmesi... 2020-21 iktisadî ve sosyal kriz... Muhalefetin ittifakı ve restorasyon projesi; 2023 seçimleri; muhalefetin infilakı... Toplumun küsmesi.
Sonuç
Yakın tarih baş döndürücü. Ama eleştirel sahiplenmişlik açısından bakarsak ne görüyoruz? Geldiğimiz noktada ne eleştiri ne sahiplenme kendini bize gösteriyor. Eleştirisiz ve sahipsiz Cumhuriyet. Tüm yaşanmışlık adeta yaşanmamış gibi. Kuruluşa referanslar var ama bu referansların ne kadar içi dolu; ne kadar eleştirel, ne kadar sahiplenici?
Bugün beni en çok üzen şeylerin başında ülkemizin kendi kolektif deneyimine, yani benim tarihsel cumhuriyet dediğim tüm yapılmış-edilmişlerin toplamına duyulan ilgisizlik. Yani kendimize duyduğumuz vefasızlık. Kendimizi ne fail görüyoruz ne de meful. Amnezi fanteziye oradan adeta illüzyona dönüşüyor. Bu illüzyonda ne eleştiriye ne sahiplenmeye yer var. Yazının başındaki tondan ayrılıp, bir yönüyle Cumhuriyet’in bittiğini düşündüğümü söylesem darılır mısınız? Kim bilir belki yine başlar. Başlar muhtemelen.
Tüm dostların 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı kutlarım.