19 Aralık 2024, Perşembe Gazete Oksijen
Haber Giriş: 01.07.2023 14:51 | Son Güncelleme: 01.07.2023 15:26

The Guardian: Fransa'daki ayaklanma ırkçı polis şiddetini görmezden gelmenin bedeli

Fransa'da polisin açtığı ateş sonucu Nael M. isimli 17 yaşındaki gencin hayatını kaybetmesi sonrası başlayan protestolar sokakları savaş alanına çevirdi. Fransız gazeteci Rokhaya Diallo The Guardian'a yazdığı analizde ülkede geçmişte de yaşanan polis şiddeti olaylarına değindi
The Guardian: Fransa'daki ayaklanma ırkçı polis şiddetini görmezden gelmenin bedeli

Bir polis memuru tarafından yakın mesafeden vurularak öldürülen 17 yaşındaki Nahel'in videosunun viral olmasından bu yana, Fransa'nın birçok yoksul mahallesinin sokaklarında açık bir isyan var. Uluslararası basında okuduğum "Fransa George Floyd anıyla karşı karşıya" başlıklı haberlerde sanki birdenbire ırkçı polis şiddeti konusuna uyanmışız gibi bir hava vardı. Bu naif karşılaştırmanın kendisi, on yıllardır Fransız polis teşkilatının doğasında var olan sistematik ırkçı şiddetin inkârını yansıtıyor. 

2005'te de benzer bir olay için ayaklanıldı

Irkçılık karşıtı kampanyalara ilk kez 2005 yılında Nahel'in öldürülmesiyle birçok paralellik gösteren bir olaydan sonra dahil oldum. Yaşları 15 ile 17 arasında değişen üç genç bir öğleden sonra arkadaşlarıyla futbol oynadıktan sonra evlerine dönerken aniden polis tarafından takip edildiler. Yanlış bir şey yapmamış olmalarına rağmen (bu durum daha sonra yapılan bir soruşturmayla da teyit edildi) dehşete kapılan bu çocuklar polisten kaçmak için bir elektrik trafosuna saklandılar. İçlerinden ikisi, Zyed Benna ve Bouna Traoré, elektrik çarpması sonucu öldü. Üçüncüsü, Muhittin Altun, korkunç yanıklara ve hayatını değiştirecek yaralara aldı.

"Saklayacak bir şeyiniz yoksa kaçmazsınız"

O çocuklar benim küçük kardeşlerim ya da küçük kuzenlerim olabilirdi. Yaşadığım şaşkınlık duygusunu hatırlıyorum: Nasıl olur da böylesine korkunç bir adaletsizlik yüzünden hayatlarını kaybedebilirler? Bu korkunç olayı izleyen polis memurlarından birinin "Eğer o trafoya girerlerse kurtulma şansları olduğunu sanmıyordum" sözleri tüyler ürperticiydi. 

Fransa, son yılların en kötü ayaklanmasıyla haftalarca alev alev yandı. Ancak tıpkı şimdi, Nahel'in ölümünde olduğu gibi, 2005'te de ilk medya ve siyasi tepki, kurbanları suçlu ilan etmek, geçmişlerini irdelemek ve sanki bunların herhangi biri korkunç ölümlerini haklı çıkarabilirmiş gibi davranmak oldu. Sanki yaşadıkları trajedinin sorumluluğu kendi ellerindeymiş gibi. O dönemde İçişleri Bakanı olan Nicolas Sarkozy, korkuları ölümlerine neden olan gençlerin anısını şu sözlerle lekeledi: Eğer saklayacak bir şeyiniz yoksa, polisi gördüğünüzde kaçmazsınız. 

Polis şiddeti vakalarının sayısı her yıl durmaksızın artıyor. Defender of Rights'a göre Fransa'da siyahi ya da Kuzey Afrika kökenli olduğu düşünülen genç erkeklerin polis tarafından kimlik kontrolüne tabi tutulma olasılığı nüfusun geri kalanına kıyasla 20 kat daha fazla. 1999 yılında, sözde insan haklarının doğduğu yer olan ülkemiz, Kuzey Afrika kökenli bir gencin polis tarafından cinsel istismara uğramasının ardından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından işkence nedeniyle cezalandırıldı. 2012 yılında İnsan Hakları İzleme Örgütü'nden yapılan açıklamada, "Kimlik kontrol sistemi Fransız polisi tarafından suiistimale açık... Bu suiistimaller tekrarlanan kontrolleri, çoğu kişinin ifadesiyle sayısız, bazen fiziksel ve sözlü tacizi de içeriyor" ifadeleri kullanıldı. Şimdi, Nahel'in ölümünün ardından, bir BM haklar organı Fransa'yı kolluk kuvvetleri içindeki derin ırkçılık ve ırk ayrımcılığı sorunlarını ele almaya çağırdı.

Kendi mahkemelerimiz bile 2016 yılında ırksal profilleme uygulamasının Fransa'da tüm uluslararası, Avrupa ve yerel kurumlar tarafından kınanan günlük bir gerçeklik olduğuna ve Fransız makamları tarafından en üst düzeyde verilen taahhütlere rağmen bu tespitin herhangi bir olumlu tedbire yol açmadığına karar vererek Fransız devletini ağır ihmal nedeniyle kınamıştır. Daha yakın bir tarihte, Aralık 2022'de, BM Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi hem siyasetçilerin ırkçı söylemlerini hem de polisin orantısız bir şekilde belirli azınlıkları hedef alan kimlik kontrollerini kınadı. 

Bu kadar çarpıcı bulgulara rağmen, Cumhurbaşkanımız Emmanuel Macron, polis şiddeti teriminin kullanılmasını hala kabul edilemez olarak değerlendiriyor. Macron'un bu kez kabul edilemez olarak nitelendirdiği bir eylemi kesin bir dille kınaması önemli. Ancak korkarım ki ırkçılığı sürdüren polis içindeki yerleşik tutum ve yapıları sorgulamak yerine tek bir polis memuruna odaklanılıyor. 

Daha da kötüsü, 2017 yılında kabul edilen bir yasa polisin ateşli silah kullanmasını kolaylaştırdı. Polis memurları artık meşru müdafaa gerekçesiyle gerekçelendirmek zorunda bile kalmadan ateş edebiliyor. Araştırmacı Sebastian Roché'ye göre yasadaki bu değişiklikten bu yana, hareket halindeki araçlara yönelik ölümcül silahlı saldırıların sayısı beş kat arttı. Geçen yıl 13 kişi araçlarında vurularak öldürüldü. 

Nahel'in ölümü uzun ve travmatik bir hikayenin bir başka bölümü. Yaşımız ne olursa olsun, sömürgecilik sonrası göçmenlikten gelen biz Fransızların birçoğu, onlarca yıllık birikmiş adaletsizliğin sonucu olan öfkeyle birleşmiş bu korkuyu içimizde taşıyoruz. Bu yıl, ufuk açıcı bir olayın 40. yıldönümünü anıyoruz. 1983 yılında, Lyon banliyölerinden birinde yaşayan 19 yaşındaki Toumi Djaïdja, polis şiddetinin kurbanı oldu ve iki hafta komada kaldı. Bu olay, 100 bin kişinin katıldığı ulusal ölçekteki ilk ırkçılık karşıtı gösteri olan Eşitlik ve Irkçılığa Karşı Yürüyüş'ün doğuşuna neden oldu.

Bu hareket 40 yıldır işçi sınıfı mahallelerini ve daha geniş anlamda siyahları ve Kuzey Afrika kökenlileri hedef alan şiddeti dile getirmekten vazgeçmedi. Fransa'nın en yoksul kentsel bölgelerindeki ayaklanmaların çoğunun temelinde polisin işlediği suçlar yatıyor ve öncelikle bu suçların kınanması gerekiyor. Yıllarca süren yürüyüşler, dilekçeler, açık mektuplar ve kamusal taleplerden sonra, hoşnutsuz bir gençlik sesini duyurmak için isyan etmekten başka bir yol bulamıyor. Fransa'nın dört bir yanındaki şehirlerde bu kadar çok ayaklanma olmasaydı, Nahel'in ölümünün bu kadar dikkat çekip çekmeyeceğini sormaktan kaçınmak zor. Martin Luther King'in söylediği gibi: İsyan, duyulmayanların dilidir.