Metin Akpınar, Türkiye’nin ona karşı duyduğu büyük sevgiyi “60 yılımı bu toplumun mutluluğu için harcadım. Bunun hediyesi” diye yorumluyor. Onu bu kadar özel bir sanatçı yapan tüm macerayı, İyi ki Yapmışım belgeseline anlatmıştı geçen yıl. Ne yazık ki, salgın kısıtlamaları nedeniyle hak ettiği kadar çok kişiyle buluşamamıştı. Şimdi bu açığı kapatmak için çok önemli bir adım atıldı, belgesel Netflix’e geldi. Büyük sanatçının son üç dileğinden biri buydu, diğer ikisi için çalışmalar sürüyor. Bu belgesel sadece büyük bir sanatçının kariyerini anlatmıyor. Bir Türkiye hikayesi çiziyor bize. 1941’den 80 yaşına gelene kadar yaşadığımız çizgi enteresandı. Sadece bizim sanatsal etkinliklerimiz değil, fonda olan olaylar inanılır gibi değil. İkinci Dünya Savaşı’nda doğmuşum. Nüfus kağıdımda “Ekmek verildi”, “Basma verildi” gibi şeyler yazıyor. Gıda gramlarla, her bebeğe kaç gram tahin verileceği tespit edilmiş. Üstelik babam da ikinci askerliğine çağrılmıştı. 3.5 ihtilal gördüm. Başbakanların, cumhurbaşkanlarının sayısını hatırlamıyorum. O dönemin fonunu da biraz bizim objektifimizden anlatmak önemliydi. Bence başarılı bir belgesel çıktı. Bu aynı zamanda sizin için seyirciyle canlı kanlı bir yeni buluşma fırsatı olacaktı diye biliyorum. Belgesel gösterildikçe söyleşiler de düzenlenecekti. Bu vesileyle yine sahnede seyirciyle sohbet edecektiniz ama salgın izin vermedi. Bunun bir burukluğu var mıdır? Evet, belediyelerde gösterim yapılamadı. Öyle olunca biz de kızdık, yapmadık. Beş gösteri falan yapıldı. İki saate her şey sığmıyor. Biz sonraki sohbetlerde hem soruları cevaplıyorduk hem de benim seyirciyle temasım bakımından önemliydi. Sanat tüketicisiyle iç içe olmak, beyin rezonansını ve elektriği yakalamak başka bir şey. Devekuşu Kabare’yi dijital ortamdan izleyen yeni jenerasyon da olacaktı.
Tevazu göstermeyeceğim, tarihe altın harflerle yazıldık
O gösterimlerde ya da başka vesilelerle belgeseli izleyen pek çok kişinin gözyaşları içinde tamamladığını biliyoruz. Siz hiç ağladınız mı belgeseli izlerken? Ya da bugünden bakınca en çok hangi bölümler duygulandırdı sizi? Ben izlerken ağlamadım, neticede yaşadığım ve anlattığım şeyler. Ama çok zarif ve entelektüel davranmışız, hiç ajitasyon yapmamışız. Seslendiren Tilbe Saran da öyle konuşmuş, ben de öyle konuşmuşum. Ama sahneler girince tabii ben de heyecanlandım. Bellek her şeyi hatırlamıyor, bazı şeyleri kenara atıyor, hipokampüste var ama güncel değil. Onlar güncelleniyor ve arkası geliyor. Bu belgesel için tek başınıza yola çıktınız. Ne anlatmak istediniz? Nasıl bir ihtiyaçtı? Biz son yüzyılın 25 senesinde başarılı bir kabare tiyatrosu tarihi yaşadık. Çok tevazu göstermek istemem. Haldun Taner sayesinde, bizim de emeğimizle Türk tiyatro tarihine altın harflerle yazılan bir bölümdür. Orada ben tiyatro işimin bittiği kanaatine vardım. Eksik olan bir belgesel, bir kitap, bir de müzeydi. Emrihak vaki olmadan bunları yapmak istiyordum. Artık 80 yaşına geldik. Sanatçılar ölmez çünkü sabit eser bırakır. Oysa tiyatro buza yazı yazmaktır, ondan bir şey kalmıyor. O nedenle bir belgeselle bir şey bırakmak iyi olur diye düşündüm. Bir de biz giderek mükemmeliyetçi bir yapıya sahip olduk. Ona ulaşmanın da zorluğunun farkındayım ama hiç değilse vasatı iyiye, iyiyi en iyiye çekmeye çalıştık. Selçuk Metin iyi bir yönetmen. Haldun Taner belgeselinden biliyorum kendisini. Konuştuk ve başladık. Benim son üç dileğimden biriydi. Diğer ikisiyle ilgili çalışmalar devam ediyor mu? Belgeselin senaryosunu yazan Zeynep Miraç kitabı da hazırlıyor. Kabare müzesi işinde de bina bulmakta çok zorlandık. Nihayet Ataşehir Belediyesi ile beraber soyunduk bu işe. Sonra belediyede mali ve hukuki zorluklar yaşadık. Kısa süre önce o da hızlandı. Bir yeni bina için kaba inşaat ihalesine çıkılmış. Rahmetli Zeki (Alasya) ile ikimizin daha sabit eserler bırakmak anlamında, huzurevi açmak gibi projelerimiz vardı ama Zeki erken öldü maalesef. Şimdi belgeselin kitleselleşmesi için çok önemli bir adım atılıdı. İyi ki Yapmışım Netflix’te yayında. Siz de takip ediyor musunuz dijital platformları? Ben yıllarca televizyon izlemedim, eşim bazı programları kaydederdi, onları sonradan izlerdim. Şimdi günde yaklaşık altı saat televizyon izliyorum ve bunun önemli bir bölümü Netflix. İspanyolcam bile gelişti.
Sofra benim için sahne eksikliğini giderdiğim yer oldu
Sizin meşhur sofralarınız da bir sahne performansı gibi anlatılır. Uzun süredir çıkmadığınız sahnenin yerine koyduğunuz bir şey mi? Sahne tanımlaması çok doğru. Benim sofrayı yorumlamam da sahnede olmak gibidir. Hatta sahne eksikliğini orada giderdim diyebilirim. Bir de bizim soframız Gazi Mustafa Kemal Atatürk sofrasına özenir. Sadece yiyelim, içelim değildir. Bilgi alışverişi yapılır, bir konunun uzmanı davet edilir. Birbirimizle haberleşiriz. Biz dışarıya vermek istediğimiz haberi yayarız. İnsanın bir beslenme içgüdüsü var bir üreme içgüdüsü var. Birinin sembolü yatak, diğerinin sembolü sofra. Önce dengelidir bu, yaşlandıkça da yatak azalıp sofra uzar. Bir de, bizim tiyatroda iş gece yarısı biter. Biz de 12.30’da sofraya otururduk, sohbet-muhabbet sabah 4’lere kadar sürerdi. O keyifli bir olaydır. Tiyatro kapandıktan sonra bu sefer 9’da sofraya oturup 4’e kadar sürdü. Beni o mahvetti. Hareketsizlik de devreye girince her sene bir-iki derken alarak 20-22 kilo aldım maalesef. Tabii keyif de arttı, bilgi alışverişi de arttı.
Eşim belgeselde yok çünkü beni bambaşka anlatırdı
Eşinizi görmüyoruz ve sesini de duymuyoruz belgeselde. Neden? İstemedi, ben de baskı yapmadım. Benim anlattığım her hikayenin, onda başka hikayesi vardır. Zannederim onu da yapmak istemedi. Kendi öyküsünü anlatsa başka anlatır, beni anlatsa başka anlatır. O yüzden konuşmak istemedi, biz de saygıyla karşıladık. Adı pozitif his uyandıran birisiniz. İnsan geniş kitleler tarafından çok sevildiğini bilince bunu nasıl kontrol eder? Bunu ben önceleri çok normal sayıyordum. Sonradan bu alışverişin daha önemli olduğunu kavradım. İnsanda iyilik kötülük müştereken vardır. Ben yaratılış itibarıyla iyiliği tercih eden bir kişiyim. Kötülüğü bile iyilikle terbiye etmeye çalışırım. Bu benim için çok önemli bir şey. Hayatımın 60 senesi toplumun mutluluğuna harcanmıştır. Onun hediyesi diye yorumluyorum. Hatta hak ettiğimden fazlasını gösterdiler bana, bunun da farkındayım.
Zeki beni yüceltirdi, ben bizi yüceltirdim
Bir Metin Akpınar belgeseli ve her ne kadar dakikalarca onu görsek de, Zeki Alasya konuşmuyor. O sahnede oturup sizi anlatamadı. Anlatsaydı ne derdi? Biz birbirimizi çok anlattık. Orada bir eksiklik yok. Hep beni son dönemin en büyük oyuncularından biri diye tarif ederdi. Biz sahnedeyken de hep başrolleri bana verdi. O da dekora, kostüme, yönetmenliğe soyundu. Öyle bir denge kurdu. Aktör olarak beni çok yüceltir, ben de karşılıklı olarak bizi yüceltirim.Gözünden bir ışık geçtiği zaman ben nereye gideceğini yakalarım. O da beni yakalar. Beynimiz normalden fazla çalışmaya başlar. Nereye kadar gidecek, oyuna nasıl döneceğimizi düşünmeye başlarız. Yani bir tur paranoyadır, bir tür satrançtır. Beş hamle, altı hamle sonrasını görmek zorundasınız. Böyle bir şeyi başarmış iki partneriz biz. Geçinemediğiniz konu neydi? Para. Zeki’ye şimdi 10 milyon ver, yarın sor, olmayabilir. Paranın kıymetini bilmeyen bir adamdı. Merhametli adamdı, dağıtırdı ve harcardı. Biz ortalama gelir seviyesinin altında bir popülasyonda yetiştik. O yüzden bir oyuncak tutkusu içimizde hiç ölmedi. Zeki’de de vardı. Bir insanın yedi tane arabası üç tane teknesi olur mu? 1951 model Austin arabası dağlarda çürüdü, Orijinal Mercedes kayıp, bilmiyoruz nerede. Teknelerden biri tezgahta kaldı. Böyle bir doyumsuzluğu vardı, o yüzden de para dayanmazdı. Parayı da ortadan çekmek isterdi. Ben de tiyatronun ekonomisini idare ettiğim için yedek akçe ayırırdım. Bana vermiyorsun diye kızardı.
Teknolojiyle tiyatroyu karmak lazımdı, yapamadık
1992’den beri sahneye çıkmıyorsunuz. 50’lerinde, 60’larında bir Metin Akpınar eğer aktif tiyatronun içinde kalsaydı çok daha yüksek bir oyunculuk seviyesine ulaşabilir miydi? Bu anlamda büyük bir yeteneğin ve tecrübenin kullanılma fırsatı kaçmadı mı hepimiz için? Hayır. Oyunculuk olarak vardığım yer belki daha ileri gidebilirdi ama sanatçının olmuşu olmaz zaten. Ben oldum diyen düşer. Ben oyuncu olarak, özellikle kabarede iyi bir çizgiye geldim. Daha üstüne çıkamazdık. Ama çağdaş teknolojiyle tiyatroyu karmak gerekirdi, onu yapamadık. Buna üzülürüm. Ayrıca biz oyunculuk dışında biraz filozof olduk giderek. Bilge mertebesine ise ulaşamadık. Neydi sizi filozofluğa doğru iten şey? Bilgi birikiminiz artıp insanı, evreni daha iyi tanıdıkça, yaşadığınız zaman boyunca biriktirdiğiniz şeyler sizin malınız olup beyninizde hamur olunca bir yerlere varıyorsunuz. Bu kendinizle, çevrenizle, evrenle barışık olmanız ya da kavgalı olmanız açısından önemli. Bir sanatçıyı barışık olmak mı kavgalı olmak mı daha çok besler? Sanatçı muhalif olur. Sanatçı bir de özgür olmak zorundadır ama bizim ülkemizde, bazı Batı ülkelerinde de böyle bir şey yok. Düşüncenin de en saygın biçimi sanat. Düşünce özgürlüğü yoksa sanat özgürlüğü ve sanatçı özgürlüğü de yoktur. Ve bizim siyasi otoritelerimiz, hiçbir zaman, düşünce özgürlüğü ile barışık olmamıştır. Dolayısıyla da sanatçıyla da barışık olmamışlardır. Nazım Hikmet’ler, Rıfat Ilgaz’lar, Aziz Nesin’ler... Bu çok üzücü bir şey maalesef, hâlâ devam ediyor. Ben davadan beri ölü taklidi yapıyorum. Adliye binasında tost yediğiniz o fotoğrafla o tostla sembolleşen o dava günlerinden sonra nasıl hissediyorsunuz? O süreç sizi nasıl etkiledi? Bir defa üzüntü var, sıkıntı var. Ben yıllarca kötüyü, olumsuzu göstererek iyiye özendirme sanatı yaptım. Kabare tiyatrosu bir içbükey aynadır, bir dev aynasıdır. Sivilceyi çıban yapar, gözüne gözüne sokar. Olumsuzu göstererek olumluya eğitmeye olumluyu tercih ettirmeye çalıştım. Sanatçı imgelerle konuşur, metaforlarla konuşur. Düşünce özgürlüğünün sanata evrilmesinde de olayları biraz inceltip daha zarifleştirmek var. Bu hazzın, dopamin hormonunun buradaki bir hücre grubuyla haberleştikten sonra duyulan hazla alakası yoktur. Bu estetik hazdır. Beynin insula denen merkezi canlanır. Sık sık beyne referans veriyorsunuz konuşurken. Özellikle ilgilendiğiniz bir başlık, değil mi? Evet, genelde tıpla ilgilenirim ama beyin artık maalesef ilgi alanım oldu. Bir de beyni yeni tanıyoruz. Eskiden çok tanımıyorduk ama bugün artık beş mikron boruyla girebiliyoruz, iğneyle girebiliyoruz. Farmakoloji ile girebiliyoruz, görüntüleme aletleriyle girebiliyoruz. Hatta sevgiyle girebiliyoruz...