18 Haziran 2025, Çarşamba
Abone Ol Giriş yap
Haber Giriş: 16.05.2025 14:44 | Son Güncelleme: 16.05.2025 14:56
Makaleyi sesli dinle • 0:00

Benim Yüzümden'in yazarı Tuğçe Isıyel: İnsan olmak bir yas-lanma süreci

Hülya Çelik
Hülya Çelik
Benim Yüzümden'in yazarı Tuğçe Isıyel: İnsan olmak bir yas-lanma süreci
A+ Yazı Boyutunu Büyüt A- Yazı Boyutunu Küçült

Tuğçe Isıyel’in Everest Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı Benim Yüzümden; hayata, aşka, aşkın yasına ve kadın olmaya dair bir anlatı sunarken aynı zamanda genç bir kadının başına gelen her olayda kendini suçlamasına da bir perde aralıyor. Yaşanan bu suçluluk duygusu, hayatın kendisi kadar içli ve derin…


Klinik Psikolog Tuğçe Isıyel’i, daha önce yayımlanan “Ya Hiç Karşılaşmasaydık” ve “Parçalı Bulutlu” isimli kurgu dışı kitaplarıyla tanıdık. Polente Psikoloji’nin kurucusu olan ve alanında pek çok çalışma yapan Isıyel’in edebiyatla kurduğu ilişki, psikolojiyle kurduğu ilişki kadar güçlü. Hatta belki bu ikisi hep bir arada da diyebiliriz. Hatta “Kitap Eczanesi” isimli bir okuma atölyesi yapıyor ki işte tam da bu söylediğimi kanıtlar nitelikte. Isıyel’in Everest Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı, ilk kurgusu “Benim Yüzümden”de de bu iki disiplinin nasıl başarıyla bir araya geldiğini görüyoruz. Bu öyle bir novella ki hayatı, aşkı, aşkın yasını ve kadın olmayı sadece anlatmıyor, hissettiriyor ve yaşatıyor. Sayfaların içinde ilerledikçe, aşkının yasını tutan genç bir akademisyen kadın ile bir oluyor, onun kuşaktan kuşağa aktarılan psikolojik yüklerini adeta kendi sırtınıza alıyorsunuz. Bir olumsuzluk yaşandığında, ”Benim yüzümden!” demek bazen en zoruyken bazen de sorumlusuyla yüzleşmek yerine en kolayıdır ya hani, işte kitap boyunca ana karakterin neden hep “Benim yüzümden!” dediğini sorguluyorsunuz. Ben bu söyleşide Tuğçe Isıyel ile annelerimizden aldıklarımız ve kızlarımıza bırakmak istediklerimiz üstüne bir yolculuğa çıktım. Onu bu kurguya çeken duygulara siz de biraz daha yakından bakmak isterseniz, buyurun sohbetimize.

“Ya Hiç Karşılaşmasaydık-Psikoterapi Odasından İlişkilere ve Edebiyata”, “Parçalı Bulutlu”, yayına hazırladığınız “İstanbul’un Sakinleri” ve derken ilk novellanız “Benim Yüzümden”… Bir klinik psikoloğun kaleminden kurgu dışı kitaplar okumaya alışkınız ama sizin yolunuz kurguyla nasıl kesişti, buradan başlayalım mı?

Aslında kurgu minik minik olsa da hep vardı hayatımda. Yazılan ama yayımlanmaya cesaret edilemeyen öyküler… Şimdi düşünüyorum da sanki bir cesaret işiydi kurgu benim için. Edebiyatla daha ciddi bir ilişkinin ispatıydı sanki. Okurun karşısında daha savunmasız olmaktı. Deneme yazarken okurla daha direkt bir ilişki kuruyorsunuz, okuru daha fazla belirleyebiliyorsunuz. Ancak kurgu yazmak daha belirsiz bir yolculuk. Hem yazma sürecinde hem de sonrasında yazdığınız şeyler tahmin edemediğiniz yerlere doğru evrilebiliyor. Siz de neyle karşılaşacağınızı, yazdığınız şeyin okurda nasıl bir izdüşümü olacağını bilemiyorsunuz. Sanki metin okurla buluşunca yeniden yazılıyor. Sizin yazarken hiç düşünmediğiniz şeyler, okur tarafından tamamlanıyor. Bu sürecin tamamından inanılmaz keyif aldığımı söyleyebilirim.

Sizinle aramızda üç yaş var, aynı neslin büyüttüğü kadınlarız. Sanırım tam da bu yüzden kitabınızda okuduğum her cümle beni çok tetikledi, çok düşündürdü, ağlattı hatta. Ve bu kısa ama çok şey anlatan yas hikayesi sadece zihninizden değil bizzat kendi kalbinizden de süzülmüş gibi hissettim ama yanılıyor muyum?

Yas, kayıp duygusu farklı şekillerde de olsa hepimizin hayatında epeyce yer eden mevzulardan bir tanesi. İnsan olmak bir yas-lanma süreci sanki. Doğduğumuz andan itibaren kayıplarla iç içe olarak gelişiyoruz. Ben yazdığım metinde bir duygunun izini sürdüm, bu duygu elbette kendi özel hayatımda da hemhâl olduğum, mesleki hayatımda da epeyce tanıklık ettiğim bir duygu. Yazdığım metinlerde gerçekliği değil ama sahiciliği çok önemsiyorum. Bu sebeple kalbimden süzülmeden yazılması çok mümkün olmazdı. Belki olurdu ama sahici olmazdı, sizin kalbinize ulaşmazdı. Çünkü zihnin bildikleri, gözün gördükleri bir yere kadar.

“Konuşulmayan sırlar hiçbir yere kaybolmuyor”

“Benim yüzümden” bence ağızdan çıkması çok zor bir cümle. Çoğu insan yaptıklarının sorumluluğunu alıp “benim yüzümden oldu” demeyi bilmiyor. Ama bir de tam tersi var tabii, kendisiyle ilgisi olmayan hataları bile üstüne alıp “benim yüzümden oldu” demeye eğilimli olanlar. Sizin ana kahramanınız tam da bu ikinci tipe benziyor, öyle değil mi? Bize biraz anlatır mısınız onu?

Evet haklısınız. Kitaptaki karakterin bir üst kuşaktan aktarılan bir suçluluğu içselleştirdiğini görüyoruz. Ve sanki başka türlüsünü bilmiyor. Başka türlüsünü bilmediği için de tekrar tekrar o duyguya temas etmesini sağlayan, o duyguyu yeniden önüne seren yaşantılara, ilişkilere çekiliyor.  Hayat adeta şu döngüden çık artık diyor karaktere, şu döngüden çık ve özgürleş. Çıkmazsan aynı yaşantıları tekrar tekrar önüne getireceğim. Çünkü kendi hayatımızda bastırdığımız ya da bir üst kuşaktan bize aktarılan tutulmamış yaslar, konuşulmayan sırlar hiçbir yere kaybolmuyor. Dönüştürülmeyi, sembolize edilmeyi, anlamlandırılmayı bekliyorlar. Dolayısıyla her zorlayıcı ilişki ya da felaket gibi görülen her yaşantı, her sıkışmışlık belki de daha temel bir sorunu çözmemiz için bize kapı aralıyor. Kitaptaki karakterde karakterin güncelde yaşadığı bir ayrılığın onda yarattığı tahribatın, geçmişte yaşanan başka bir deneyimin duygusuyla nasıl örtüştüğünü görüyoruz.

Hikayeniz boyunca büyük bir duygu yoğunluğuna tanıklık ettik: aşk. Ve aşkın yas hali, yas evresi. Size hem bu hikayenin yazarı hem de bir klinik psikolog olarak sormak istiyorum: Kadınlar aşkın yasını hep böyle mi tutuyor, hayattan koparak, kendini suçlayarak, ben başka türlü olsam gitmezdi diyerek? Yoksa başka yolları ve bu başka yolları deneyimleyen kadınlar da var mı?

Herkesin yas tutma biçimi onun kişisel hikayesine, yaşam yolculuğunda karşılaştıklarına göre belirleniyor. Dolayısıyla biricik. Genelleme yapmak pek mümkün değil. Ancak toplumsal olarak suçluluk duygusunu daha çok kadınların içselleştirdiğini gözlemliyorum ben, bu içselleştirme sonucunda da kendini daha çok hırpalayan taraf kadın oluyor sanki. Yetiştirilme tarzı olarak patriyarkal düzene hizmet etme çocukluktan itibaren kadınlara ince ince öğretiliyor. Bu sebeple de sistem kadınları manipülasyona daha açık bir hale getirip suçluluk duygularına çok daha hızlı bir şekilde girmesini sağlayabiliyor. Örneğin kadın kötü giden bir evlilikten çıkamıyor çünkü çıkarsa çocuklarına karşı suçlu hissedecek. Çoğu kadının yaşadığı taciz/tecavüz hikayelerinin ardında da bu suçluluk duygusunu görebiliyoruz. Aslında kadının maruz kaldığı berbat bir olay var, bunu anlamlandıramadığı noktada kendisini suçluyor. “Ben mi yanlış bir şey yaptım” diyor, ya da “ben mi yanlış anladım yaşadığım şeyi?” Derdini ailesine açamıyor çünkü açarsa aile de, toplum da onu suçlayacak, dışlayacak. “Ne işin vardı orada” diyecek, “o kıyafetle mi çıktın” diyecek? O yüzden sanki ihale daha çok kadına kalıyor.

Peki ya erkekler? Hikayede ilişkinin erkek tarafında yaşanan hisleri görmüyoruz ama ben yine de çok merak ediyorum. Erkeklerde nasıl işliyor ilişkinin yasını tutma süreci?

Yine genellemelerden kaçınarak yanıt vermeye çalışayım. Toplumsal açıdan erkek bu coğrafyada “güçlü olmalısın”, zayıf görünmemelisin“, “duygularını belli etmemelisin” düsturuyla yetişiyor. Bu açıdan baktığımızda erkek için üzülmek, acı çekmek, yas tutmak bir başarısızlık anlamına gelebiliyor ve çoğunlukla buna tahammül edemiyorlar. O yüzden bir savunma mekanizması olarak erkeklerin inkara daha sık başvurduğunu görüyoruz. “Acımadı ki, acımadı ki” diyen bir ses duyabiliyoruz. Bu yüzden de “çivi çiviyi söker” mantığını erkeklerin daha çok sahiplendiğini düşünüyorum. Next tuşuna daha hızlı basabiliyorlar. Geriye bakmak, yaşananlardan ders çıkarmak sanki bir yenilgi olarak hissedilebiliyor.

“Yaşamda en çetrefilli ilişkilerin başında kuşkusuz anne-çocuk ilişkisi geliyor”

Aşk dedik, aşkın yası dedik ama benim hikayenizi okurken “acaba neden böyle hissediyor” diye sorduğum her sorunun cevabı gelip anne-kız ilişkisine dayandı. Konu buraya dayanınca da istemsizce odağım da buraya kaydı. Öncelikle bu hikayede çizdiğiniz anne-kız ilişkisini sormak istiyorum size? Anne kızına ne yapıyor, kız bunu yıllarca nasıl taşıyor?

Bence yaşamda en çetrefilli ilişkilerin başında kuşkusuz anne-çocuk ilişkisi geliyor. Fakat daha inceltecek olursak da anne-kız ilişkisi… Kız çocuk, annenin hemcinsi olarak onun bir nevi narsisistik aynası da oluyor. Bu da kız çocuğunu annenin kayıplarına, travmalarına, yaslarına daha duyarlı kılıyor ve hatta maruz bırakıyor. Anneden ayrışabilmek ve bireyselleşmeyi becerebilmek çok önemli. Bunun için de önce anneyle kurulacak sağlam bir bağa ihtiyaç duyarız. Elda Abrevaya, çok sevdiğim “Kadınlığın Uzun ve Dolambaçlı Yolu” isimli kitabında şöyle bir soru atar ortaya: “Sonuçta hangi kadın, kendisini annede tutuklu kılan bağları ve sadakati özümlemeden, semptomlarından kurtulabilir ki?” Kitaptaki karakterde de bunu görüyoruz, ana karakterin annesi kendi travmasına temas edemediği ve onun yasını tutamadığı için ister istemez bunu kızına yani bir sonraki kuşağa aktarıyor. Biçim veremediği şeyin biçimini alıyor yani. Karakter bir yerde şöyle diyor; “Annem de aldığını vermişti. Öğrendiğini öğretmişti. Sustuğunu konuşmuştu.” Ancak karakterimiz bu durumla yüzleşerek artık döngüyü -ya da buna kader demeliyim belki- değiştiriyor.

Bir de şu var ki bizim yaşımızdaki kadınların anneleri, kendi annelerinden yani bizim anneannelerimizden getirdikleri travmaları hiç sağaltmadan, anlamadan, sorgulamadan ve filtrelemeden bize aktardılar bence. Ama bizim neslimiz bunları çocuklarına aktarmamak için çok çırpınıyor, kendimden biliyorum. Kızıma farkında olmadan travmalar miras bırakmamak için düzenli terapi görüyorum. Acaba bu konuda biraz yol kat ettik mi ne dersiniz? Yeni nesiller bizden daha mı şanslı olacak acaba?

Ne güzel bir şey yapıyorsunuz. Terapiye gitmek bugüne kıyasla eskiden daha tabuydu. İnsanların halı altına süpürme eğilimleri de belki bu bağlamda daha fazlaydı. Ama artık psikoterapinin daha yaygın bir hale gelmesi, insanların farkındalığını büyük oranda arttırıyor. Bu da gelecek kuşaklar için çok umutlu bir şey.

Ve yeniden en başa, sizin edebiyatla kurduğunuz ilişkiye dönmek istiyorum. Yazarlığınızın yanı sıra çok iyi bir okur olduğunuzu biliyorum. Peki, Tuğçe Isıyel her şeyin yolunda olduğu normal bir günde kendi zevki için neler olur, kendini kötü hissedip edebiyata sığınmak istediği anlarda neler okur?

En zor soru bu olsa gerek. Bu o kadar çok değişiyor ki, bazen yazar odaklı okumalar yapıyorum. Bir yazara kafayı takıyorum, eğer o yazar beni kendisine çekmişse bir süre onunla haşır neşir oluyorum, ne yazdıysa okuyorum. Şu sıralar Macar yazar Sandor Marai ile böyle bir ilişki içerisindeyim. Bazen de konu odaklı okumalar yapıyorum. Kafamda bir yazı düşüncesi veya bir atölye fikri varsa onu besleyecek okumalar oluyor bunlar. Ama bana her daim ilham veren ve dönüp dönüp okuduğum bazı yazarlara selam göndermem gerekecekse ilk aklıma gelen isimler, Rebecca Solnit, Oruç Aruoba, Borges, Annie Ernaux, Judith Hermann, Adam Phillips, Ahmet Hamdi Tanpınar.

 

Benim Yüzümden / Tuğçe Isıyel / Everest Yayınları / Roman / 80 Sayfa