24 Kasım 2024, Pazar Gazete Oksijen
Haber Giriş: 10.05.2024 13:15 | Son Güncelleme: 10.05.2024 13:19

Prensesin Tebaası romanının yazarı Halil Babilli: Biz istediğimiz anlamı hayata yüklemeliyiz

Yazar Halil Babilli, ikinci romanı Prensesin Tebaası ile yeniden okurlarının karşısında. Yazar bu defa İstanbul’un dehlizlerinde geçen; depremler, yangınlar, savaşlar, baskınlar, sarnıçlar, saraylar, geçitler, kaleler ve hanlarla dolu, fantastik bir tarihi kurguyla karşımızda
Prensesin Tebaası romanının yazarı Halil Babilli: Biz istediğimiz anlamı hayata yüklemeliyiz

Ebru D. Dedeoğlu

Elimden bırakamadan bir çırpıda okuduğum, Halil Babilli’nin April Yayıncılık’tan çıkan romanı Prensesin Tebaası’nda, kahramanımız Mösyö Theo ölümcüz bir gelincik. İstanbullulara zarar veren acaip garaip belaları çözen, Bizanslı ünlü bir hafiye ve büyücü. Galata Kulesi, Tekfur Sarayı, Fildamı Sarnıcı, Ayasofya, Cihangir Camii, Rum Patrikhanesi, Hacopulo Pasajı. Aşk, fedakarlık, binbir çeşit komplo, bitmek bilmeyen entrika. Hayaletler, hortlaklar, kehanetler, büyülü anlar. Anlar, yüzler değişse de ölümsüz gelincik Theo zamanın sınırlarını aşıyor ve kökünden değişen hayatını insanlara yardım etmek üzerine yeniden şekillendirip anlamlandırıyor.

Halil Babilli ile yeni romanı üzerinden Theo’nun hayata bakışını, nesilden nesile aktarılan kötülükleri ve aşkı konuştuk.

“Özgürlüğü temel alan bir dünya görüşüm var”

Prensesin Tebaası ikinci romanınınız. Sizi yeni keşfettiğimde hakkınızda okumalar yaptım ve gördüm ki, bazıları sizi çok severken bazı kişiler size oldukça kızgın. Hatta şöyle bir yorum okudum “eskiden ufuk açarken şimdilerde kafa açıyor.” Neden?

Bu yorum çok güzelmiş (gülüyor). Bilemiyorum neden böyle bir yorum yapmışlar, herhalde yapana sormak lazım. Fakat insanların benim hakkımdaki fikirlerinin değişmesine epey alışığım. Bence bunun temel sebebi, beni sosyal medyadan ya da başka yerlerden takip eden kişilerin hangi “mahalleye” ait olduğumu anlamaması ve kendilerince bir hayal kırıklığına uğramaları. Ben hiçbir mahalleden değilim doğrusu. Özgürlüğü temel alan bir dünya görüşüm var ama bu beni Türkiye’deki bir mahalleye ait yapmıyor. Beni kendilerinden bilen bazı insanlar, görüşlerimizin tam uyuşmadığını görünce hayal kırıklığına uğruyor ve ben de böylece kafa açmaya başlıyorum sanırım.

Tarihe merakınız, mikrotarihe özel ilginiz çok belli. Etkileyici ve hiç bilmediğim birçok bileşenle karşılaştım. Nasıl bir araştırma dönemi geçirdiniz?

Epey yoğun ve uzun bir araştırma dönemi oldu. Örneğin, kitapta geçen külhanbeyi diyalogları için 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın külhanbeyleri hakkında epey kitap okumuşumdur. Bilenlere de sordum. Fakat bazen araştırmaya kaptırıp kitabı unuttuğum oldu! Üçüncü kaynağı okurken “dur yahu ben bu kitabı yazmak için araştırıyorum,” diye kendimi hizaya çekmem gerekti. 20. yüzyıl başı dedikodularını bilhassa okumaya çalıştım. Basiretçi Ali ve Ahmet Rasim gibi şehir mektupçularının eserlerini çokça ziyaret ettim. Şehrengizler 18. yüzyıl sonrasında ihmal edildiği için onlara bakmadım.  İstanbul’un şu andaki en büyük eksiklerinden biri bu anlarına şehadet eden bir şehir mektupçusunun olmamasıdır diye düşünüyorum. Eğer İstanbul’da yaşıyor olsaydım bu işe öykünürdüm sanırım.

Romanda kullandığınız dil, günümüz Türkçesinin yanında unutulmaya yüz tutmuş dönemin kelimeleri de barındırıyor. Müthiş bir zenginlik. Özellikle mi tercih ettiniz?

Evet, kullanılan dil konusunda hassas olmaya çalıştım. Zira hem dönemi yansıtması bakımından önemli hem de unutulmaması gereken bir dil diye düşünüyorum. Reşat Ekrem Koçu’nun eserlerinde yahut Abdülaziz Bey gibi müelliflerin kaleminde rastlanan bu dilin kaybolması maalesef pek acı bir vakadır. Şu anda ifade etmekte zorlandığımız çoğu durum için hali hazırda var olan ifadeler içerir. Ağdalı bir dil değildir. Benim bir şansım da şu oldu tabi, 20 seneden fazladır Türkiye dışında yaşıyorum ve maruz kaldığım Türkçeyi seçebilme şansım var. O sebeple bazı etkilerden de uzak kaldığımı düşünüyorum.

Prensesin Tebaası’nda, bir İstanbul hafiyesi Bizanslı Theo ve ustalıkla çözdüğü doğaüstü vakalar anlatılıyor. Gelincik Theo aslında kimdir ve neden gelincik?

Gelincik Theo, İstanbullu ve ileri gelen bir ailenin çocuğu. Babası Bizans Sarayı’nda kütüphaneci, kendisi de çok küçük yaşlardan beri kitapların içinde büyümüş. Ancak aynı zamanda da maceracı bir ruha sahip. İstanbul Türkler tarafından alındığında birçok İstanbullu gibi Ayasofya’ya sığınıyor ve kendisini ortadan kaybetmesi için Meryem Ana’ya dua ediyor. Duaları kabul oluyor ve ölümsüz bir gelinciğe dönüşüyor. Bu yeni girdiği beden ona istediği yerlere girip çıkma imkanı da sağlıyor. Eskiden, gelinciklerin insanlar gibi aileleri olduğu ve sosyal bir hayat yaşadıklarına inanılırdı. Hatta ölülerini gömdükleri düşünülürdü. Belki de bu yüzden gelincik ama hikmetten sual olunmaz tabi (gülüyor).

“Uzun yaşamak ile ölümsüzlük epey farklı”

Theo ölümsüz bir karakter.  Ölümsüzlüğü bir ceza olarak görüyor. Oysa tüm insanlık ölümsüzlük peşindeyken, kim yüzyıllarca yaşamak istemez? Ölümsüzlük ceza mı ödül mü?

Herkesin ölümsüzlük peşinde koştuğu 2024 senesinde çok güzel bir soru! Uzun yaşamak ile ölümsüzlük epey farklı diye düşünüyorum. Sağlıklı bir şekilde yaşayacaksam, ben de uzun yaşamak isterim ancak hayat biteceğini bildiğimiz için güzel ve anlamlandırılabilir bir şey. Bitmeyeceğini bildiğimiz bir hayat bence bu sebeple bir cehennem. Şu olabilir tabi: İstediğinde çıkış hakkın olabilir, o zaman varım!

Yüzyıllar süresinde insanların değiştiği ama insan gerçeğinin asla değişmediği düzende “hancı” Theo’nun dünyadaki en büyük öğretisi ne?

Aslında Theo da bu öğretisinin ne olduğunu hâlâ arıyor, kendi kafası da biraz karışık. Ancak bunca sene yaşadıktan sonra anladığı birkaç şey var. Öncelikle hayatımıza anlamı bizim eylemlerimiz verir. Hayatın bize bir anlam sağlamasını beklemektense biz istediğimiz anlamı ona yükleyip harekete geçmeliyiz. Bir de, hazır buraya gelmişken başkalarının hayatlarını güzelleştirsek fena da olmaz. Bu iki düsturu benimseyen Theo, kökünden değişen hayatını insanlara yardım etmek üzerine yeniden şekillendirip anlamlandırıyor.

Romanımızın aşık, vatansever kahramanı doktor Nedim. Nedim, aşk acısı çekerken İstanbul’u kurtarılması gereken bir kadına benzetiyor. Sevdiği kadını hortlaklardan, vatanını da düşmanlardan kurtarma hayalleri var. Ancak kendisi kaybolmuş, idealist bir adam. Neden vatanını bir kadına benzetiyor? Neden cinsiyetçi bir bakış?

Bunun cinsiyetçi olduğunu düşünmüyorum. Şehirler tarih boyunca kadın kimliği üzerinden temsil edilmiştir. En bilinen örneği Atina ve Athena’dır. Athena’nın cinsiyetçi bir şekilde diğer tanrılardan aşağı görüldüğünü sanmıyorum. Bunun temelinde, şehirlerin uzlaştırıcı olması ve şehirde huzurun hüküm sürmesi dileği yatıyor olabilir. Burada biraz daha Dionysos ve Apollo/Athena diktomisinden de bahsediyorum. Nedim, romantik biri. Bunu 18-19. yüzyıl romantikleri anlamında kullanıyorum, aşk budalası anlamında değil. Son dönem Osmanlı aydınlarının akılcılık ile romantizm arasında gidip geldiğini sıklıkla görürüz ve bu o şartlar altında çok doğal bir düşünce yapısıdır. Nedim de, tam bir romantik olarak vatanını mağrur ve zor durumda olan bir kadın olarak görüyor. Kafasında Katya’ya duyduğu aşk ile bunu harmanlıyor. 

Peki, Nedim konusunda anlaşamasak da (gülüyorum) Prenses Katya çok sevdiğim bir karakter oldu. Naif, mesafeli ve güçlü biri. Fakirliği ve yaşanmışlıkları kabul edip şikayet etmek yerine çalışmayı, zorluklara göğüs germeyi bilen bir kadın. Bunca erkek arasında Nedim’i seçmesi babasına benzemesinden mi? Neden Nedim?

Evet, bunun bir payı var. Nedim’in idealizmi ile Katya’nın babasının idealizmi benzer. İkisi de büyük bir şehirde kaybolmuş iki karakter. Nedim İstanbullu ama İstanbul öyle bir değişmiş ki, sanki yeni bir şehir gibi. Aah Güzel İstanbul adlı klasik filmin sonunda Sadri Alışık şöyle der: “Yaşıyoruz, iki kişiyiz ve birbirimizi seviyoruz. Korkma, dünyada her zaman inanılacak sağlam şeyler bulunur.” Nedim ve Katya da çevrelerinde baş döndürücü bir hızla değişen bir dünyada birbirlerini bulmuşlar.

“Ya geçmişi bugüne taşıyarak bugünü kaçıracağız ya da geçmişin izlerini kabullenip bugünü yaşayacağız”

Prensesin sorguladığı gibi “Mazi,yaşadığımız ana sızmadığı sürece, yerinde güzel değil miydi?” Şahane. Geçmişin gölgesinde bugünü yaşamak ne kadar mümkün?

Birçok insan bugünü geçmişin gölgesinde yaşıyor ancak bunun ne kadar farkındalar, ondan emin değilim. Bizi biz yapan şey yaşadıklarımız, anılarımız ve onların şekillendirdiği karakterimiz. Fakat önümüzde iki seçenek olduğunu düşünüyorum. Ya geçmişi bugüne taşıyarak bugünü kaçıracağız ya da geçmişin izlerini kabullenip bugünü yaşayacağız. Ne geçmişte ne gelecekte yaşamak gerek, anda olmak yaşamanın en güzeli bence.

Prensesin annesi romanda hiç geçmiyor. Generalin karısı, Katya’nın annesi nasıl bir kadındı?

Çok erken yaşta, Katya’yı dünyaya getirdikten hemen sonra hayatını kaybetmiş. Bu sebeple belki de babasının uzaklara dalıp giderken aklına gelen ama Katya’nın hiç hatırlamadığı bir insan. Naif, asil ve Katya’ya benzeyen biri. Katya’nın babasının asker tarafını dengeleyen bir kadın.

Ülkemizde Rus kadınlarının Horoşa’dan Nataşa’ya acı bir yolculuğu mevcut. Yüzyıllardır değişmeyen bir konu da önyargılar ve etiketlemeler. Barınma sorununun ve herkesin yurdundan, evinden göç ettiği günümüzde bu önyargılardan kurtulacak mıyız? Yoksa insan kendine benzemeyeni kabullenmekte zorlanıyor mu?

Ben bu konuda biraz karamsarım. İlerideki yıllarda dünya çapında bu tip ayrışmaların daha da çok artacağını ve kültürel ayrılıkların aralarına giren vadiler ile daha da derinleşeceğini düşünüyorum. Henüz büyük göç dalgalarını görmedik, bazı bölgelerde gittikçe artan nüfus, gelişen teknoloji ile “kullanışsız” denilen ve üretime katılamayan grupların sayısının çoğalması ve iklim değişikliği problemleri sebebi ile kitlesel göçlerin önümüzdeki senelerde çok daha fazla artacağını düşünüyorum. Hatta biraz spekülasyon yaparsak, bazı ülkelerin dünyadan iyice ayrışarak kendilerini aşılmaz duvarlar içine hapsedeceğini göreceğiz. Yaşadığım ülke Avustralya’da bunun emareleri görülüyor. İngiltere’de aynı yönde bir hareketlenme var, Kıta Avrupası da öyle. Bu sorun nasıl çözülür, o konuda hiçbir fikrim yok.

“Theo’nun bir sonraki macerası 17. yüzyılda, İstanbul’da olacak”

Theo’yu, hayat amacını çok sevdim. Yeni macerasını okuyacak mıyız? Ya da filmini izleyecek miyiz?

Evet, Theo’nun bir sonraki macerası 17. yüzyılda, İstanbul’da olacak. Buharlı makineler, denizaltılar, saray entrikaları, gizli örgütler ve cinlerle dolu bir macera. Gelecek seneye bitiririm sanıyorum. Film konusuna gelince, neden olmasın? Henüz ortada kesinleşmiş bir proje yok ama gelişen film teknikleri ile Theo’nun dünyasının artık güzelce yansıtılabileceğini düşünüyorum.


Prensesin Tebaası / Halil Babilli / April Yayıncılık / Roman / 304 Sayfa