23 Kasım 2024, Cumartesi Gazete Oksijen
Haber Giriş: 22.01.2021 08:00 | Son Güncelleme: 16.02.2022 15:14

“Türkçe yazmak, şeker yemek gibi”

“Türkçe yazmak, şeker yemek gibi”
Ece Temelkuran denemelerinin yer aldığı yeni kitabı “Bu da Geçer”i gürültü yapmadan çıkardı: “Benim sözlerim bağırmayanları duyabilenler için” SİBEL ORAL  [email protected] Yaşadığımız gürültü çağını uzun ve bıktırıcı bir çürüme olarak görüyor Ece Temelkuran. Bu gürültü ve çürüme karşısında yazarak direnmek, tarihe yazıyla tanıklık etmek için oturuyor ‘Konkiti’ adını verdiği masasına. Batılılar ona “Barbarların elinden kurtulup medeniyete sığınmış kadın” muamelesi yapıp “Nasıl yardımcı olabiliriz?” diye sorduğunda “Ben size nasıl yardımcı olabilirim” diye karşılık veriyor. Ece Temelkuran’la Everest Yayınları’ndan çıkan “Bu da Geçer” kitabı vesilesiyle çok özlediği Türkçede buluştuk. Kitap hem Türkçe hem de İngilizcede yayımlanan yazılarınızdan oluşuyor ama açılışında da okura uzun bir mektup var, bir iç dökmesi belki, bir kucaklaşma. Sanki okurunuzu özlemişsiniz, onunla hasbihal etmeyi ve Türkçeyi de… Ne dersiniz? Hem de nasıl! Dili özledim, dili! Ağzımda akide şekeri çeviriyorum gibi oluyor Türkçe konuşup yazınca. Beni parça parça etmeye yemin ederek söyleşiye gelmiş, bir hışımla kalkıp benden hesap soran o sevgili üniversite öğrencilerini bile özledim. O kadar yani! En çok espriyi özlüyor insan. Çünkü içinde büyüdüğün dilde beraber gülmekten daha canlandırıcı hiçbir şey olamaz.   Kitabın adı “Bu da Geçer”. Bu ifade bir teselli mi? Teselli değil, gerçek. Bu da, şu da, hepsi geçiyor çünkü. Ama kitapta da dediğim gibi, ömür de geçiyor bir yandan. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok ülkesinde aynı karmaşa yaşanıyor son yıllarda ve insanlar pek yakında “Nasıl insanlar olmalıyız?” diye soracak. Örgütlü cehaletin ve kurumsallaşmaya çalışan bayağılığın çağı bu. Benim gibi insanların Türkiye’de ve bütün dünyada, toplamda etkisiz eleman gibi hissettiği bir zamandan geçiyoruz. Ama bu değişecek, hatta bu yıl göreceğiz yeni dünyanın kurulmaya başladığını. Dolayısıyla kitabın adı biraz inat ilham etmek için yazıldı. Bizim gibilerin bu devirden daha kalıcı olduğunu söylemek için. Kitaptaki yazıların seçkisini yaparken temel meseleniz neydi peki? Anlamsız bir gürültü var memlekette. Söz artık söylememenin aracı olmuş gibi. Bu gürültünün içinde insana, bize ne oluyor diye görmek istedim bu yazıları yazarken. Seçki de öyle oluştu. Yani 20 yıl sonra, umarım bugünler geçtiğinde, tarih yazılırken, insana ne oluyordu sorusunun cevabını görmemize yarayacak yazılar. Kitaptaki en kıymet verdiğim yazılar onur meselesiyle ilgili. Hem ahlâki hem de siyasi olarak yeni dünyanın o sözcüğün etrafında kurulacağını tahmin ediyorum.   Bu gürültüde yazmak, üretmek, yazıya, kitaplara kapanmak o gürültüye karşı kendini koruma mı sağlıyor yoksa gürültüye karşı fısıldayarak da olsa karşı durarak direnmeyi mi?  Eğer gürültünün içindeyseniz fısıltı bağırmaktan çok daha kudretlidir. Ben buna inanmak zorundayım. Çünkü bağıramam ben. Yazı, bağırmanın yeri değil. Epeydir Türkiye’de yazı yazmak, söz söylemek, bir arenaya gladyatör olarak çıkmaya benzedi. Öyle bir arenada zafer kazanmaktan bana ne! Ama fısıltının duymak isteyen kulaklara ulaşmak gibi bir büyülü kudreti var. Benim sözüm bağırmayanları duyabilenlere, ilişki kurmaktan mahrum bırakıldığım genç insanlarla.     Dünyanın sizi “sürgün yazar Ece Temelkuran” olarak görmesinden duyduğunuz rahatsızlığı dile getiriyorsunuz.  Batı’nın öyle bir hak edilmemiş kibri var hâlâ. Türkiye gibi bir ülkeden gelince ve hele de okuyup yazan biriyseniz “Barbarların elinden kurtulup medeniyete sığınmış kadın” muamelesi yapabiliyorlar. İstiyorlar ki siz kendi ülkenizi anlatın, şikâyet edin. Rahatsız olmanın ötesinde, karşı çıkıyorum ve bu yüzden de “How To Lose A Country”yi yazdım. “Sadece Türkiye’de oluyor sandığınız şeyler sizin ülkelerinizde de oluyor. Ben Türkiye’den değil sizin ülkenizden bahsedeceğim” demek için. Nitekim şimdi, sözüm ona en olgun demokrasiler bile Türkiye’nin yaşadığı çıkmazı yaşıyor. Kitap da öyle başlıyor zaten. Bir İngiliz kadın bana bir söyleşide “Size nasıl yardım edebiliriz?” diye soruyor ben de cevap veriyorum, “Ben size nasıl yardımcı olabilirim?”   “Gürültüde Kadın Olmak” yazınızı ve yine kitapta kadınları temele aldığınız yazıları okuyunca, ister istemez son dönemde Türkiye edebiyat ve yayıncılık dünyasındaki #metoo hareketi ile ilgili ne düşündüğünüzü merak ettim…  İnsanlık tarihinde kadınlar ilk kez bu kadar güçlü; ekonomik, politik deneyim ve eğitim düzeyi olarak… Buradan erkek egemen düzenin bir kriz çıkaracağı muhakkaktı. Bütün dünyada çıkıyor zaten. Kapitalizmin son krizini yaşarken kadınlara karşı örgütlü nefretin yükselmesi anlaşılabilir bir durum: İnsanlığın ne zaman başı belaya girse kadınları yakarlar. Ama bu sefer ilk kez kadınlar kendilerini yaktırmayacak kadar güçlü. Maalesef bu çatışmanın sözü sosyal medyada söyleniyor çünkü adalet arayışımızın adresi kalmadı. Çok yakında görürüz “Yakarsa dünyayı kadınlar yakar” diye bağıran milyonlarca kadını. Sanatta, edebiyatta olunca daha büyük hayal kırıklığı oluyor galiba. Olmasın. Çünkü mesele, Türkiye’deki erkeklik sorunu ile ilgili. Ne Doğulu ne Batılı erkeğin yerleşik değerlerini kabul eden, sorumlu, bu değerlerin sonucu olan sorumlulukları kabul etmeyen, ama her ikisinin de konforunun tadını çıkaran erkeklik eninde sonunda bitirilecek.