08 Nisan 2025, Salı Gazete Oksijen
Haber Giriş: 25.01.2025 17:27 | Son Güncelleme: 25.01.2025 17:31

Yazar Pınar Eğilmez: En yükseğe çıkan zihinler genelde duygusal anlamda en dibi gören insanlardan oluyor

Yazar Pınar Eğilmez’in Kara Karga Yayınları’ndan yayımlanan yeni romanı Gece Geçen Gemi, İstanbul, Atina ve Kuzey Afrika gibi farklı coğrafyalarda geçen, aşk, travma ve yüzleşme dolu hikâyeleriyle okuru bölünmüş duyguların içine çekiyor
Ebru Dedeoğlu
Ebru Dedeoğlu
Yazar Pınar Eğilmez: En yükseğe çıkan zihinler genelde duygusal anlamda en dibi gören insanlardan oluyor
A+ Yazı Boyutunu Büyüt A- Yazı Boyutunu Küçült

Uçan Tabut ve Tanık kitaplarıyla dikkat çeken Pınar Eğilmez, özellikle ilk romanı Uçan Tabut’un başarısıyla geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmıştı. Kara Karga Yayınları’ndan yayımlanan üçüncü romanı Gece Geçen Gemi ise, İstanbul, Atina ve Kuzey Afrika gibi farklı coğrafyalarda geçen, aşk, travma ve yüzleşme dolu hikâyeleriyle okuru bölünmüş duyguların içine çekiyor. Roman, yüzleşme ve bağışlama gibi temaları ele alırken, travmaların çözümünün genellikle ilişkiler üzerinden aktarılması, zaman zaman hikâyenin duygusal yoğunluğunu sınırlıyor. Ancak yazarın “plastik bilgeleşme” olarak tanımladığı kavram, Arif Dede karakteri üzerinden topluma yönelttiği eleştirel bir bakış olarak dikkat çekiyor. Eğilmez, bilgelik maskesinin ardındaki yüzeyselliği sorgularken okuyucuyu düşündürüyor. Gece Geçen Gemi, bazı yönleri tartışmaya açık olsa da, okuyucuyu kendi travmaları ve bağışlama deneyimleri üzerine düşünmeye teşvik eden bir roman. Travma, aşk ve yüzleşmenin iç içe geçtiği bu hikâye, insan doğasının karmaşıklığını keşfetmek isteyen okurlar için cesur bir davet sunuyor. Eğilmez ile yeni romanına dair konuştuk.

Gece Geçen Gemi'de, travma, yüzleşme ve bağışlama gibi temalar sıkça karşımıza çıkıyor. Bu kadar çok duyguyu bir araya getirirken, hikâyenin akışını dengede tutmak zor olmadı mı? 

Hikayenin akışı tam da bahsettiğiniz temalar üzerine kurulu. Travma, yüzleşme ve bağışlama birbirini takip eden süreçler. Kitaptaki tüm karakterler, kurgu boyunca, ayrı ayrı kendi içlerinde bu süreçleri yaşadılar. Hepsi için işin başı ise bünyelerinde bir travma olduğunu fark etmek ve hayatlarındaki tüm dinamiklerin devamında buna göre şekillendiğini fark etmek oldu. Travma dediğimiz şey günümüzde çok kolay dile getirdiğimiz ve aslında hakkında sadece “zannetmekte” olduğumuz bir şey. Travma çok katmanlı bir kavram. Çoğu zaman evet benim travmam şu diye hızlıca tanımlayıp, iyileşebilmek için yanlış bir yoldan ilerleyebiliyoruz. Kendimiz ile ilgili merak hiç bitmemeli. Anladım demek en tehlikeli yola çıkış biçimi. Hayır anlamadık. Yolda tekrar tekrar anlayacağız ve kendimizle ilgili bir alt katmana ineceğiz. Sen bunu kabul etmesen de yol sana hiçbir şey anlamadığını defalarca gösterecek zaten. Farklı farklı insanlarla veya benzer sonuç alacağın olaylarla. Bu anlamda her bir karakterim de kendi içinde, kendini ve olanı biteni anlamak anlamında; travmasının hep bir başka katmanıyla tanıştı. Kendisi ve öteki ile yüzleşme, kendini ve ötekini bağışlama ise yolun epey ilerisinde. Bu durumda sorunuza geri dönecek olursam; travma, yüzleşme ve bağışlama temaları; benim kurgumun akışını tam da dengede tutan etmenler.

Hikmet’in “kendine dokundurmama” takıntısı, hem fiziksel hem de duygusal bir koruma çabası gibi görünüyor. Bu takıntıyı yaratırken, onun karakterini derinleştirmek adına hangi yönlerine odaklandınız? 

Evet, Hikmet’in tokalaşma, sarılma veya herhangi bir temas anlamında kendine dokundurmama obsesyonu var. Aslında bu takıntıyı Hikmet karakterinin oluş biçimi için kinetik bir metafor olarak kullandım. Çocuk Esirgeme Yurdu’na terk edilişi, babasının tüm aileye verdiği zararı çok sonra öğrenişi; onun kendini içinde bulunduğu topluma karşı ayrıksı bir pozisyonda tutmasına, kaçınma davranışları sergilemesine, bile isteye kendini görünmez kılmasına neden oldu. Olan bitenle kendince bu şekilde başa çıkabildi diyebiliriz.

Arif Dede, hem marangoz hem eski bir heykeltıraş kimliğiyle hikâyede bir köprü görevi görüyor. Neden bu tercihi yapıyor?

Gerçek nedeni anlatırsam kitabın düğüm noktalarını anlatmış olurum. Ama şöyle söyleyebilirim sanırım; sonrasında anıldığı adıyla Marangoz Arif Dede (gerçekte ünlü heykeltraş Mehmet Kırkoğlu) her ne kadar okura en bilge en derinlikli karakter olarak kendisini tanıtsa da aslında kendisiyle bağlantısı en kopuk karakter. Onu özellikle böyle işledim çünkü günümüzde çevresine tavsiyelerde bulunan, yol yordam gösteren ve hatta hoca olarak bilinen ve saygı gören ama kendini ve yaşamı açık ara yanlış anlamış, sözü dinlenen o kadar çok insan figürü var ki. Arif Dede onları temsil ediyor. Heykeli ve tüm camiasını bırakıp Çengelköy’de bir marangozhane açtığında, ona aslında ne olduğunun, başına ne geldiğinin, zihninde ne değişimlere uğradığının kendi de farkında değil ve bir plastik bilgeleşme içinde. Bu tanım şimdi çıkıverdi ağzımdan ve bakın ben de sevdim. Evet plastik bilgeleşme! Onun göremediğini ise okur kurgu boyunca görecek ve ah keşke Arif Dede de görebilse diye geçirecek içinden. Çünkü kötücül birisi değil.

“Karakterlerimin kimliklerinde kavram olarak Akdenizli oluşlarının etkisi büyük”

İstanbul, Atina ve Kuzey Afrika romanınızda birer sahne olmaktan ziyade karakterlerin kimliklerini şekillendiren unsurlar sanki. Atina’nın kültürel mirası ya da Kuzey Afrika’nın geçişkenliği, karakterlerin ruh hallerine nasıl dokundu? 

Akdeniz Havzası olarak değerlendirebilirim. Ve evet karakterlerimin kimliklerinde kavram olarak Akdenizli oluşlarının etkisi büyük. Ben de kendimi Akdenizli olarak tanımlayan bir insanım. Kitapta geçen bölgelerde de yaşamışlığım var, Kuzey Afrika dahil. Kendini anlama ve yaşamına hakim olma yönünde ilerleyen karakterlerime arka plan olarak Akdeniz Havzasını seçmem tesadüf değil. Çünkü Akdenizli olmak diye bir karakter yapısı var. Bu karakter yapısında olan bizler; duygularımızı çok daha yüksek perdeden yaşıyoruz. Vicdan, merhamet, aşk, pişmanlık, kin ve öfkeyi yaşayış biçimimiz kesinlikle bir Kuzeyliden farklı. Sanat ve bilim üretme biçimimiz de. Ama ‘aydınlanma’ dediğimiz zihinsel gelişim süreci de kendi içinde öyle bir paradoks barındırıyor ki en verimli aydınlanmalar duygularını bu şekilde bipolar seviyede yaşayan toplumlardan çıkıyor. Demek istediğim düşünsel anlamda en yükseğe çıkan zihinler genelde duygusal anlamda en dibi gören insanlardan oluyor. Kısmetinde varsa ve acıyı doğru işleyebilirse tabii. Akdeniz Havzasını arka plan olarak kullanmak, karakterlerim ile uyumlu oldu. 

Nar ağacı ve düz marul metaforları, karakterlerin iç dünyalarını ve çatışmalarını yansıtıyor. Özellikle Hikmet’in nar ağacıyla olan bağı, onun geçmişle hesaplaşma ve yeniden köklenme çabasını mı simgeliyor? 

“Nar ağacında bir nardım. Silkelediler dalımı. Yere düştüm. Yarıldı karnım. Kıpkırmızı tanelerim saçıldı her yere. Kuşlar yesin artık beni.” Hikmet’in ailesi ile olan ilişkilenme biçimini kendince ifadesi bu. Öğrendiklerinden sonra yaşadığı büyük hayal kırıklığını, üzerine almaması gerekirken aldığı utancı, kendini bağlamdan koparmaya çalışırken asla koparamayışını bu şekilde ifade ediyor. Bu noktada bir gelecek görmüyor artık kendisi için. Oysaki gelecek tam da daldan düşüp tanelerinin saçıldığı toprakta başlayacak. Kendisi filizlenecek yeniden tam da düştüğü o yerden.

“Anlamak çok katmanlı bir kavram”

Füsun’un yaşadığı dönüşüm, babasını bağışlamayı bir iyileşme süreci gibi sunuyor. Ancak bağışlama, onun güçlü bir kadın olarak yeniden kendini var etmesini nasıl etkiliyor? 

Füsun, uzun yıllar sonra babasıyla temas ettiğinde bağışlamaktan öte, bağışlanacak hiçbir şey olmadığına uyanıyor. Olaylar sandığından farklı olduğu için değil. Yaşananlar tam da yaşandığı gibi ama Füsun artık geçmişi bir çizgi gibi değil üç boyutlu görebilmeye başlıyor. Yani tüm yüzeyleriyle. Babasının da bir insan olduğunu ve elinden gelenin en iyisini yapmış olduğunu idrak ediyor. Bu idrak ise bundan sonra kendini yeniden var edebilmesinde en verimli yakıt oluyor. Bu yakıtı doğru kullanıp kullanamadığını ise kitapta göreceğiz. Söyleşimizin başında da dediğim gibi, anlamak çok katmanlı bir kavram ve evet ok ben anladım diyen daima yanılır.

Peki, romanda dikkatim çeken, karakterleriniz travmalarıyla genellikle ilişkiler üzerinden yüzleşiyor, ancak bireysel iyileşme süreçleri arka planda kalıyor gibi. Sizce, bu durum karakterlerin dönüşümünü tam anlamıyla okuyucuya geçirebildi mi, yoksa ilişkiler aracılığıyla ilerlemek bir anlatı tercihi mi oldu?

İlişkiler üzerinden anlatışım kesinlikle bir anlatı tercihi. Çünkü asıl amacım okurun; karakterlerin bireysel iyileşmiş hallerine hakim olmaları değil, kendi iyileşme yollarındaki ihtiyaçlarını ve kendi süreçlerini fark etmeleri. Bu yüzden kendi yazı dilimi de psiko-kurgu olarak tanımlıyorum. Anlatıyı ilişkiler üzerine kurgulamak ve bunu canlı sahneler ile desteklemek; çoğunlukla okur için kitabı okurken dönüp bir an kendi hayatındaki benzer bir sahneyi hafızasından indirmesinde katalizör görevi görüyor.

Gece Geçen Gemi / Pınar Eğilmez / Kara Karga Yayınları / Roman / 184 Sayfa