Yazar Sepin Sinanlıoğlu’nu, 2021 yılında yayımladığı Ağıtların Tanrısı adlı inceleme kitabı ve resimli çocuk kitaplarıyla ve Ot Dergi’deki yazılarıyla tanıyorduk. Sinanlıoğlu’nun ilk romanı Hoyrat ise geçtiğimiz haftalarda yayımlandı. Roman, ailesinin geçmişinin peşinde kendi içsel yolculuğuna çıkan bir kadının hikayesi
Ebru D. Dedeoğlu
Yazar Sepin Sinanoğlu, Doğan Kitap’tan yayımlanan ilk romanı Hoyrat’ta bireysel kayıplarla toplumsal hafızanın iç içe geçtiği bir hikâye sunuyor. Roman, Miran adlı karakterin kaybettiği aşkı ve ailesinin gizemli geçmişini ararken yaşadığı içsel yolculuğu konu alıyor. Bu yolculuk, Miran’ın hem kişisel travmalarıyla hem de Türkiye’nin kültürel ve tarihsel belleğiyle yüzleşmesini sağlıyor. Piyano ve Leyla, Miran’ın hayatında kayıpların ve arayışların önemli sembolleri olarak öne çıkıyor ve karakterin hatırlamak ile unutmak arasında sıkışmış yaşamına yön veriyor. Hoyrat, zamanın hoyratça kullanıldığı, yas ve aşkın birbirine karıştığı bir dünyada kimlik arayışını merkezine alan bir anlatı sunuyor. Sepin Sinanoğlu ile buluştuk, yeni romanı üzerinden zaman ve bellek kavramlarını, aşk acısını ve memleket manzaralarını konuştuk.
Hoyrat, insanın varoluşsal arayışıyla, toplumsal hafızanın birleştiği bir hikâye. İlk kitabınız Ağıtların Tanrısı’nın ve yaşadıklarınızın bir finali gibi adeta. Romanın çıkış noktasını yas sürecinizin tamamlanması olarak yorumlayabilir miyiz?
Ağıtların Tanrısı denemeydi, otobiyografik bir anlatıydı. Okan’a ve Türkiye’de öldürülen çocuklara bir ağıttı. 152 çocuğun adı soyadı, öldüğü tarih, yer ve yaşını not ettiğim metinler memleket borcumun küçük de olsa bir kısmının ödenmesiydi benim için. Bu vesileyle bugün ölüm haberini aldığımız Narin Güran’ı anmak isterim. Çok üzgünüm. Çok çok üzgünüm. Ağıtların Tanrısı başka bir şeydi, basıldıktan sonra kâh sorguladığım kâh “İyi ki yazdım” dediğim. Hoyrat bir kurmaca. O sebeple benimle ilişkisi çok farklı. Aşk ve yas ise hayattan çıkarmaya çalıştığım anlamın köşelerini tutuyor, benim için vazgeçilmezler. Yazdığım bütün romanlarda da öyle olacaklar gibi bir hissiyatım var.
“Yas, edebiyat gibi ilahi bir şeydir”
Romanın ana karakteri Miran hem kaybettiği aşkın yasını tutuyor hem de bu yasın içinde kendi kimliğini arıyor. Yas, insanı tüketen bir duygu mudur, yoksa yeniden doğuşa, dönüşüme kapı aralayan bir güç mü?
Yas tanrısaldır. Yas tanrıdır hatta. Yas insanı insan yapanlardandır, bilendir, anlayan, gören, duyan, hatırlatandır. Edebiyat gibi, zaman gibi, hafıza gibi ilahi bir şeydir. Anlamadıklarımızdan ya da çok kısıtlı anladıklarımızdandır yas ve bir duygu, bir ruh hali değildir. Yasın izini aşktan sürebiliriz. Çünkü yas olmayan bir aşk, aşk olmayan bir yas düşünemiyorum. İkisi sevgili gibiler, hep ele ele ve diz dizeler. Geçirgenler. Birinde hep diğerinden var, birinin tanımı diğerini de ihtiva ediyor. Biri diğeri olmadan eksik. Her ölenin bir gün doğmuş olduğu gerçeği gibi bir şey. O sebeple aşk insana ne yaparsa, yapıyorsa, yas da onu yapar.
“Aşka hoyrat davranılmasını günah olarak görüyorum”
Leyla, Miran’ın hayatında bir merkezde duruyor gibi ama aynı zamanda hep kayıp. Bu ilişki, Miran’ın kendi içinde çözmeye çalıştığı bir düğüm mü yoksa dış dünyada somut bir yansıması var mı? Hayatındaki yeri ve anlamı nedir?
Miran, Leyla’sını ve onunla zamanını hoyrat kullanmış. Hoyratlığını aşkına da geçirmiş. Hâlbuki aşk hoyratlığı kaldırmaz, yürüyüp devam eder, dönüp de arkasına bakmaz. Aşkın kimseye eyvallahı yoktur. Çocukluktan yetişkinliği inşa ederken çok destek gerekiyor ve çok ve katıksız sevgi. Aşk burada devreye giriyor, aşk bunun kısa yolu, acılı bir yol ama kısa yol, kestirme. Aşk bu kadar kudretliyken, bizi mahkûmiyetten kurtarmaya muktedirken, özgürlüğün kapısı iken aşka hoyrat davranılmasını günah olarak görüyorum. Sanırım çoğumuz hayatımızı bu günahı işleyerek harcıyor, kendimize yazık ediyoruz. Miran’ın Leyla’yla ilişkisine dair benim fikirlerim var ama Miran’ın anlattığı kadarı, metin, Hoyrat’ın iki cümleden oluşan son bölümü biraz cevaplıyor bu soruyu. Ben kendi fikirlerimi beyan ederek okurun keyfini bozmayayım.
Piyano, Miran’ın hayatında büyük bir sembol taşıyor; sanki Leyla ve piyano birbirine dolanmış bir arayışın iki yüzü gibi. Piyanonun peşinde olmak, aslında Miran’ın Leyla’yı araması mı? Yoksa bu, daha derin bir kişisel hesaplaşma mı?
Miran galiba geçmişi ve kimliğini arıyor. Kimlik dediğimiz nedir, ferdi ve toplumsal kimlikler neye tekabül eder, merak ediyorum. Kimlik arayışı ve inşası hepimiz için hayat boyu bitmeyecek bir mesai. Geçmişi es geçip onu bugünün harcıyla inşa etmeye çalışıyoruz, tutmuyor. “Ben buraya nasıl geldim?” sorusuna cevap vermeden “Ben oraya nasıl giderim?” sorusu çocukça bir tutturma. Tarih, geçmiş, kimlik arayışının başlangıç noktası olmalı hâlbuki. Tarihin önemli bir kısmı da benim için aile hikâyelerinin eş zamanlı olarak bir spiral içinde dizilip hem birleşmesi hem de ayrışması. Miran’ın harmonyumun peşinden giderken geçmişine dönüp anneannesinin ve annesinin gizlenmiş hikâyesiyle karşılaşması, benim için Türkiye tarihini yazan ya da yazması gereken aile hikâyelerinin hem ferdi hem içtimai kimlik inşası için kendini açık etmesi. Bitlis’te figüratif olarak suyun başında bendir ve duduk çalan Saroyan’ın belirmesi de benim için bu kimlik arayışının bir yapı taşıydı.
Roman boyunca Miran, unutmak ve hatırlamak arasında gidip geliyor. Hatırlamanın ağırlığı mı onu yıkıma sürüklüyor, yoksa unutmaktan mı korkuyor? Bir insan, kendi geçmişiyle barışabilmek için ne kadarını hatırlamalı ne kadarını unutmalı sizce?
Unutmak mümkün mü çok emin değilim. Evet, yaşadığımız düzen unutma propagandasıyla dönüyor, hatırladığın şeyi yeniden öğrenmek ve daha da tüketmek sistemin olmazsa olmazı. Öğrenmeyi bırakır da hatırlarsan her şey yavaşlar, sistem bunu istemiyor. Dünyanın hafızası var, nasıl her birimizin hafızası var, dünyanın da kendi hafızası var. O hafızada aranan her şey var, bütün cevaplar ve cevapsızlıklar. Ama zinhar istemiyoruz oraya girmek. Oraya girip de yazıyorum, kapısını tıkladığımda açıyor, gel diyor daha da hatırla. “Acısa da hatırla,” diyor, “başka çare mi var?” diyor.
“Aşka çelme takabilecek tek şey çocukluk”
Miran’ın kişisel travmaları, aynı zamanda toplumsal hafızaya da dokunuyor. Bu iki hafıza düzlemi nasıl birbirine karışıyor? Miran’ın bireysel arayışı, Türkiye’nin tarihsel ve kültürel bir sorgulaması haline geliyor mu?
Miran’a hem çocukluğu hem memleketi çelme takmış. Zaten aşka çelme takabilecek tek şey çocukluk. Hoyrat’ta da olan o. Hatta Leyla’nın New York kararı da çocukluğuyla alakalı, Miran’ın İstanbul-New York arasındaki mesafeyle hissettiği yalnızlık ve arkasından olanlar da. Çocukluk daha doğrusu çocukluk değil de çocuklukta mühürlenmiş ve kalıplaşmış döngülerden, o girdaptan çıkamamak tehlikeli. Paçayı girdaptan kurtaramazsan yetişkinliğin sekteye uğruyor, aslında sekteye uğramak da değil, düpedüz yetişkin olamıyorsun. Çocukluk böyle bir şey işte, cennet ve cehennem bir arada. Çocukluğunun sana ne ettiğini, seni nerelere hapsettiğini görmeye ısrarla razıysan cennet, çocukluğunu ve sana ettiklerini görmeden devam etmeye çalışırsan cehennem. Miran’a bir de memleketin çelmesi var. Ailesine daha çok ve Miran’a da. Egemenler azınlıklara -ki bu azınlık sözcüğünden hiç hazzetmiyorum ama- çelme takar, onları yere değil ama çukurlara, kuyulara düşürür, üzerlerini de kara toprakla kapatırlar. Bu hep böyledir. Miran’ın ailesi de bundan nasibini almış. Miran ailesi hikâyesinin peşinde giderken bu çelmenin ailesine ne ettiğini hatırlıyor. Hatırlamak fiilini hususi kullanıyorum.
“Zamanı hoyrat kullanıyoruz”
Romanda zaman, sadece akıp giden bir şey değil, aynı zamanda hoyratça kullanılan bir unsur. Zamanı hoyratça kullanmak ne demek?
Zamana karşı devasa bir merakım, onunla oyunum var. Ne dersem tam adını koyamıyorum. Merak ediyorum zamanı, ona karşı zaafım var. Bana açık edeceklerini görmeye, bana söyleyeceklerini duymaya çalışıyorum. Düşünsenize hafıza dediğimiz bir şey var, zamanın kucağında oturuyor, yani zaman, kucağındakine bakarak her şeyi görüyor, olmuş olan her şeyi. Yazılmış, yazılmamış bütün hikâyeleri. Ama biz zamanı hoyrat kullanıyoruz. Yazmamız gereken hikâyelerimizi, hayır kurmacadan bahsetmiyorum, kendimizinkileri, hayat hikâyelerimizi yazmıyoruz. Zaman bize, hikâyesini yazamayanlara acımıyor, zaman bizi ciddiye bile almıyor. İşte zamanı hoyrat kullanmak bu yüzden sekizinci günah. Günahtan daha büyük bir şey. İhanet, hayata, her şeye ihanet gibi. Hoyratlık zamanın kullanımından başlayarak hayatın her hücresine nüfuz ediyor kanımca. Romanda da benzer bir sirayet var. Zamanın hoyrat kullanımı karakterlere, olay örgüsüne, memlekete, memleketimin şehirlerine, memlekette azınlık tabir edilenlere ve aşka nüfuz ediyor. Kıyamet gibi bir şey. Zaman kendine böylesi bir ihanet karşısında daraldıkça daralıyor.
Ağaca hayat vermek, Miran için bir tür meditasyon. Sessizlik ve mahremiyetle özdeşleştirdiğiniz bu eylem, onun geçmişle olan hesaplaşmasında nasıl bir rol oynuyor? Bu sessizlikte neyi buluyor ya da kaybediyor?
Miran’ın sessizlikteki arayışı hem çok hususi bir arayış hem de çok genel bir arayış. Hepimizinki gibi. Miran ağaçlayken de piyanoyu ararken de geçmişi hatırlıyor, geçmişi hatırlarken Leyla’yı hatırlıyor ve arıyor, nereye ait olduğunu hatırlıyor. En çok kendini hatırlıyor, kendini hatırlarken arıyor da. Cümleyi kendini hatırlarken kendini arıyor diye bilhassa tersten kuruyorum.
Hoyrat'ta Hrant Dink’e selam gönderiyorsunuz. Hrant Dink, Miran’ın kişisel yolculuğunda nerede?
Olmasa olmazdı sanırım, evet naçizane bir selamım var. Miran’ın kuzeni Maral’la yani ailenin ihtida etmiş kanadıyla tanıştığı Bitlis’te, yürürken, Miran hep yürüyor ya, sokakta yolda bulduğu güvercini, kuzeni Maral’ın emanet aldığı, büyüttüğü güvercini Hrant Dink olarak hayal ettim. Sonra kafası bembeyaz bir kedi öldürüyor güvercini. Kötülük aygıtını da o beyaz kafalı/bereli kedi olarak düşündüm. Romanda ayrıca Bitlisli Ermeni yazar William Saroyan da var. Bitlis olunca da Saroyansız olmazdı. Temsili tabii. Bitlis’te suyun başında bendir ve duduk çalan adamı Saroyan olarak hayal ettim. Fiziksel olarak Saroyan’ı tarif etmek istedim. Miran da daha sonra Bitlis’ten İstanbul’a dönünce o adama benzettiği bir seyyar satıcıyı görmek için Galata Köprüsü’nde hep aynı noktaya gidiyor. Bitlis’te bir yabancıda yakaladığını İstanbul’da başka bir yabancıda buluyor. Duduk oyuyor o adama ağaçtan. Ama geç kalıyor ve veremiyor. Zamanı hoyrat kullanmak ve aidiyet böyle bir şey sanırım.
Aidiyet kavramı romanda önemli bir yer tutuyor. Son dönemde kimlik ve aidiyet okumaları yaparken romanınızda karşıma çıkması güzel bir tesadüf. Son olarak sormak istiyorum, aidiyet duygusunun bu kadar karmaşık ve derin bir anlam taşımasının nedeni nedir? Aidiyet gerekli midir?
Aidiyet dediğimiz nedir, aidiyet bence tanımadık olanda da tanıdık bir şey bulabilmektir. Diğeri kolay. Ama aşina olmadığımızda aşinalık bulmak, asıl aidiyet bence budur. Dünyaya aidiyet insanın en temel ibadetidir. Miran sanırım romanda bu dediğimi buluyor. Benim için en saf en has aidiyet bu. Ve de insanlığın tanımı da.
Hoyrat / Sepin Sinanlıoğlu / Doğan Kitap / Roman / 280 Sayfa