Noam Chomsky’yi sadece belli bir tür solculuğun simgesi veya Amerikan emperyalizmi eleştirmeni olarak görürseniz çok şey kaçırırsınız. Kurmak istediği dünya ile acilen değişmesi gereken şeylere dair görüşlerini uzlaştırabiliyor. Bir yandan ütopyacı bir düşünür, diğer yandan son derece pragmatik bir eylem insanı. Düşüncesinde, kendi ideal dünyasında işlerin nasıl yürümesi gerektiğine veya yürüyeceğine dair coşkulu ifadelerden kaçınıyor, çünkü değişimin bu şekilde gerçekleşeceğini ve işe yarayacağını düşünmüyor. Kısacası Sayın Chomsky’nin düşüncesinde her zaman hayran olduğum derin bir bağımsızlık var. Vardığı sonuçlara katılıp katılmamam bir yana, her yerde kendisi olmaktan asla vazgeçmiyor ve bunu kolay-zor demeden her zaman yapabiliyor. Aşağıda Sayın Chomsky’nin gelecekte kurmamızı istediği dünya ve bu isteğinin nedenleri üzerine, ayrıca içindeki tüm taviz, kusur, çelişkilere rağmen kurtarabileceğimizi umduğu bugünkü dünya üzerine bir konuşma yer alıyor.
Varlığımızın merkezi dil
Dünya görüşünüzün temelinden başlayalım. İnsan zekasını hayvan zekasından ayıran nedir? İnsanın tür olarak iki temel özelliği var; bunlar bize özgü ve benzeri yok. Biri şu anda da kullandığımız dil. Varlığımızın merkezini oluşturuyor. Bizi hayvanlar aleminden apayrı bir yere koyuyor. Türümüzün bir başka özelliği ise en basit tabiriyle, düşünce. Bildiğimiz kadarıyla dünyada, hatta belki de evrende bizimkiyle kıyaslanabilecek bir düşünme yok. Bu iki özellik birbiriyle yakından bağlantılı. Dil düşüncenin aracı ve zihnimizde düşünceyi formüle etmenin, bazen başkalarına yansıtmanın bir yolu. Muhtemelen bu iki yeti birlikte ortaya çıktı ve homo apiens ile yaşıtlar. Ciddi patolojik durumları saymazsak her insanın ortak özelliği durumundalar. Hayvanlar aleminde bunun benzeri yok. Hatta bilebildiğimiz kadarıyla başka bir yerde de yok. Dil üzerine yaptığınız çalışmalar insanlığın ilerlemesine ve ne istediğine dair anlayışınıza nasıl katkı yapıyor? Dille ilgili en çarpıcı şeylerden biri, zaman zaman kullanılan ifadesiyle, insan düşüncesinin yaratıcı boyutu. Bu boyut, bilimsel devrimin kurucusu olan Galileo ve çağdaşlarını da çok etkilemişti. Bir şekilde zihnimizde sınırsız bir anlamlı ifadeler silsilesi kurma yetisine sahibiz. Çoğu zaman bilincin ötesinde gerçekleşiyor. Bazen bilincine varıyoruz. Bunları duruma göre ve sürekli yeni yöntemlerle kullanabiliyoruz. Öyle ki çoğu zaman kendi tarihimiz içindeki dilin tarihinde bile yeni olabiliyorlar. Yüzyıllar boyunca bu yaratıcı karakter spekülatif ama saçma olmayan bir şekilde, esas doğamızın bir parçası olan temel özgürlük içgüdüsüyle ilişkilendirildi. İnsan doğasının temel öğelerinden biri, belki de aynı yaratıcı yetinin parçası olan özgürlük içgüdüsü, yani gayrimeşru otoritelerin tahakkümüne ve kontrolüne karşı direniş, dilin normal kullanımında çarpıcı bir şekilde kendini belli ediyor.
Kurumlar kişilerin kaderini etkiler
Özgürlük ve yaratıcılık istiyorsak neden bunları elimizden alıyormuş gibi görünen şeylere bu kadar meylediyoruz? Çocuklukta bunlardan el çektiriliyoruz. Çocuklara bakın, sürekli “Neden?” diye sorarlar. Açıklama isterler, neler olduğunu anlamak isterler. Okula gidince sistematik bir düzene sokuluyorsunuz. Belli bir şekilde davranmanız öğretiliyor ve diğer tüm davranış çeşitleri dışarıda tutuluyor. Toplumdaki kurumlar, kişinin kendi kaderini tayin etme çabalarını azaltacak, değiştirecek ve sınırlayacak şekilde kuruluyor. Siz bir anarşistsiniz. Anarşizmi nasıl tanımlıyorsunuz? Bana göre anarşizm, aslında herkesin bildiği gerçekliklere epey yakın. Bence biraz düşününce herkes en azından bu kadarını kabul edecektir. Her tür otorite ve tahakküm yapısının kendini gerekçelendirmek zorunda olduğu varsayımıyla yola çıkıyoruz. Kendinden gerekçeli olamaz. İspat yükü getiriyor. Meşru olduğunu göstermek zorunda. Çocuğunuzla yürüyüşe çıkınca, çocuk yola doğru koşarsa kolundan tutup çekiyorsunuz. Bu da bir yetki kullanımıdır ama meşrudur. Bir gerekçeniz olabilir ve gerekçenin bulunduğu durumlar da vardır. Ama yakından bakınca çoğunda böyle bir gerekçe yok. David Hume, Edward Bernays, Walter Lippmann, Adam Smith ve diğer düşünürler yüzyıllardır bu konulardan, yani özünde gayrimeşru otoriteden bahsediyor. Demek istediğim, gayrimeşru otoritelerin ortaya çıkarılması, engellenmesi ve alt edilmesi gerekiyor. Bu bütün hayatımız için geçerli. Böyle bir görüşe itirazlar gelecektir. Çünkü karmaşık ekonomik yapılar kurmak için belli bir hiyerarşi ve organizasyon gerekir. Sanırım siz birçok durumda bu hiyerarşi ve organizasyonu tahakküm olarak görüyorsunuz. Mesela pandemi sırasında mRNA aşısı geliştirmek ve dağıtmak için belli düzeyde gerçek bir hiyerarşiye ihtiyaç var. Karar alma sürecinde herkes eşit olamaz. Organizasyonun başında birisinin bulunması gerekiyor. Birinin laboratuvarı işletmesi gerekiyor. Her kararı bir nevi gerçek zamanlı olarak her seferinde baştan almaya kalkarsanız baş etmek çok zor olur. Karmaşıklık ile müzakere arasındaki bu ödünleşim hakkında ne düşünüyorsunuz? Bence özgür bir demokratik toplumda yapıldığı takdirde buna ödünleşim denemez. Özgür bir toplum, ortak menfaat için belli görevleri üstlenmek üzere idari ve benzer yetkiye sahip olacak insanları seçebilir. Bu kişiler görevden alınabilir ama halkın denetimi altındadırlar. Dedeleri demiryolu inşa ettiği için veya piyasada kurnazlık edip bir sürü para kazandıkları için o makamlara gelmezler. Orada bulunmaları böyle sebeplere bağlı olmaz. Herhangi bir hiyerarşi ve tahakküm yapısı dahilinde değil, halk otoritesine ve geri çağrılmaya tabi olarak oraya göreve gelirler. Mesela çalışanların kontrolündeki işletmelerde durum böyledir. Böyle çok büyük işletmeler var. En büyüğü ise Kuzey İspanya’da yaklaşık 60 yıldır faaliyet gösteren Mondragon. Çalışanlara ait ve onlar tarafından yönetiliyor; dev bir konglomerat, endüstriyel üretim, bankalar, konutlar, hastaneler, her şeyi var. Kesinlikle mükemmel değil ama gerektiğinde yönetimsel işlevleri de yerine getiren demokratik halk kontrolü ve yetkilendirilmesi ilkesine dayanıyor. Üniversitelerde makul bir işlerliğe sahip hemen her araştırma laboratuvarı da aşağı yukarı bu şekilde çalışıyor. İdari işler için belki bir bölüm başkanı seçiliyor. Ama fakülte bu kişiyi beğenmezse başka birini seçebiliyorsunuz. Her türden bu gibi yapılar oluşturmak mümkün. Organizasyon imkanını sona erdirmiyor. Aslında anarşist toplumun son derece örgütlü olması gerekiyor. Ama bu organizasyon gayrimeşru güçlere tabi olmadan etkileşim kurabilen özgür ve bilgili bir topluluğun kontrolünde olmalı.
Toplum karar vermeli...
Böyle bir dönüş eğilimi ortaya çıkarsa, yeniden temsili demokrasi olmaya yönelmemesi nasıl sağlanabilir?
Temsili demokrasi diye bir şey yok. Gerçek temsili demokrasi olsaydı herhalde şöyle olurdu: Toplum bu testi yapacak kişileri o konuda iyi oldukları veya göreve talip oldukları için seçer, başkaları da başka şeyler yapmak isterdi. Ama tüm bunlar halkın denetimine tabi olur, gerekirse görevden alınırdı ve sürekli bir etkileşim söz konusu olurdu. Bu yüzden her konuda katılım olmalı diye düşünüyorum. Verdiğiniz örnekten gidelim: Aşı dağıtımı. İnsanların bu konuda söz hakkı olmalı. Nasıl yapılmasını istiyoruz? Birisi aşıyı kabul etmiyorsa ne yapmalıyız? Önümüzde çok güncel bir sorun var. Cumhuriyetçilerin neredeyse yarısı aşı olmayı reddedecek. Yani Covid krizini asla atlatamayacağız çünkü Covid’i her yıl bir aşıyla geçiştirilebilecek, grip benzeri hafif bir hastalığa dönüştürecek bağışıklık düzeyine hiçbir zaman ulaşamayacağız. Aslında ölümcül niteliğini ortadan kaldırabiliriz ama asla yapamayacağız. Ya da bazı bireylerin, “Maske takmayacağım” dediğini varsayalım. Bu konuda ne yapacağız? Bunlar toplumun karar vermesi gereken sorunlar. Birinin çıkıp, “Trafik kurallarına uymayacağım, hoşuma gitmiyor. Kırmızı ışıkta geçeceğim, yolun solundan gideceğim. Özgür olmak istiyorum” dediğini varsayalım. Bu konuda bir karar vermek gerek. “Maske takmayacağım” demek de çok farklı değil. Aslında, “Alışveriş merkezine gideceğim, hastalık sana da bulaşırsa, o senin sorunun” demek oluyor. Toplumların bu gibi konularda karara varması gerekecek. Birtakım insanların “Maske takacak, iş yerlerinizi kapatacaksınız” dediği, diğerlerinin ise “Olmaz, bu bana haksız bir tahakküm dayatmak demek” diye cevap verdiği bir sisteme dönersek, sanırım bugünkü durumda anarşizm sözcüğünün çağrıştırdıklarından bile daha marjinal değişimlerden söz ediyor oluruz. İş akdini devreden çıkarmak çok mu marjinal olurdu? Siz söyleyin: İş akdi nasıl devreden çıkarılır? 19. yüzyıldaki çalışanların, fabrikadaki genç kızların ve çiftçilerin istediği gibi yapılabilir. Katılımcılar kendi işletmelerini kendileri işletmeli. Çiftçi grupları bir araya gelip pazarlama ve geliştirme üzerinde kendi kooperatif kontrollerini sağlamanın yollarını bulmalı. Hizmet sektöründeki insanlar da aynısını yapmalı. Kurumların halkın kontrolünde olması için bu yönde ilerlemek gerekiyor. Yapabilirsek dünya bugünkünden bambaşka bir yer haline gelir. Bu marjinal bir şey değil. Ama her zaman çatışmaya dair sorunlar çıkacağı konusunda çok haklısınız. Bunun çaresi yok. Dünyanın en mutlu ailesini düşünün. İçeride çatışma vardır ama çözmenin yollarını bulursunuz. Hiç çatışmanın olmadığı bir dünyayı bence biz de istemeyiz. Çok sıkıcı olurdu. Farklı görüşler, tutumlar, fikirler var. Yaratıcı çalışma böyle olur. Değişim böyle olur. Yaşam, bunların medeni yollarla halledilebileceği şekilde yapılandırılmalı; tıpkı mutlu bir ailede, düzgün işleyen bir işletmede, makul bir fakülte bölümünde, çalışanların aynı zamanda sahipler olduğu bir sektörde, böyle birçok yapıda olduğu gibi. Çiftçi kooperatiflerinde, çiftçi birliklerinde olduğu gibi. Mevcut sorunları çözmek adına medeni ve iyi düşünülmüş bir aktarım imkanı bulabilmemizi sağlayacak kadar iyi yapılandırılsın istiyoruz. Sosyal değişim konusunda muhafazakar denebilecek bir tutuma sahip olduğunuzu söylüyorsunuz. Bu konudaki görüşünüz ne bakımdan muhafazakar sayılabilir? Bence anlamlı ve yapıcı bir sosyal değişim için nüfusun büyük çoğunluğu bir gerçeğin farkına varmalı: Mevcut sistemlerdeki küçük değişiklikler, insanların doğru ve adil gördüğü hedeflere ulaşamaz. Ancak farkındalığa varıldıktan sonra kökten bir sosyal değişim olabilir. Ama vakti gelmeden değişimi zorlamaya kalkarsanız, neticede yine bir otoriter yapıya varırsınız.
Yöntemler önümüzde...
Kısa süre önce bir kitap yazdınız: Amerikan siyasi sisteminin ve dolayısıyla küresel politik konsorsiyumların iklim krizine gerekli ölçekte ve hızda cevap verebileceğini düşünüyor musunuz? Sorunuzun iki cevabı var. Hayır dersek, birbirimize veda edebiliriz. Bu kadar basit. Bunu nasıl yapacağımızı biliyoruz. Yöntemler önümüzde duruyor. Uygulanabilirler. Bahsettiğiniz kitapta usta ekonomist Robert Pollin’in kaleme aldığı bölümde uygulanması son derece mümkün yöntemler tartışılıyor. Konu hakkında yıllardır çalışan Pollin’in öne sürdüğü yöntemlerin bazıları halihazırda uygulanıyor ve krizi son derece mantıklı bir şekilde çözüp daha iyi bir dünyaya gitmemizi sağlamaları mümkün. Benzer işler yapan başka insanlar da var. Columbia Yer Bilimleri Enstitüsü’nden Jeff Sachs’ın farklı modelleri var. Hepsi aşağı yukarı aynı şeyi söylüyor. Yapmamız mümkün. Yapılmak zorunda olduğunu biliyoruz. Gerçeklerle yüzleşenler önümüzdeki yirmi yıl içinde bunun yapılmasının şart olduğunu biliyor. Sonra sizin sorunuz geliyor: “İnsanlar kendilerini bütün bir türün intiharından kurtaracak yetiye sahip mi?” Aslında manası bu. Ama sorunun cevabı bende yok. Kimsede yok. Küçülme hareketi hakkında ne düşünüyorsunuz? Haklı yanları var. Ama iklim krizinin çözümü için büyüme gerekiyor. Alternatif enerji sistemlerinin geliştirilmesi gerekiyor. Yapılacak çok iş var. Bu, binaların ve kentlerin yeniden inşası demek. Verimli toplu taşıma demek. Her tür büyümeye ihtiyaç var. Bugün kullandığımızı yarın çöpe attığımız müsrif tüketime, biyolojik olarak çözülemeyen plastikler kullanmaya, yıkıcı tarımsal işlemlere, toprağı mahveden yüksek gübreli tarımsal faaliyetlere değil doğru yönde büyümeye ihtiyaç var. Doğru büyüme türlerine yönelmemiz gerek.
Kölelere dönüştürdüler
Birçok sorunu çözebileceğini söylediğiniz otomasyon teknolojisine dair görüşlerinizi de merak ediyorum. Otomasyon genellikle işsizliğe yol açan bir şey olarak görülüyor. Ama sizin bu konuda ilginç bir iyimserlik içinde olduğunuzu görüyorum. Otomasyonu doğru politikalarla desteklersek insanlar için daha iyi, ekonomik açıdan daha saygın bir geleceğe gitmenin yollarından biri olacağını söylüyorsunuz. Otomasyon ve ekonominin geleceğindeki rolü hakkında görüşleriniz neler? Dünya üzerinde sıkıcı, yıkıcı ve tehlikeli ne kadar iş varsa hepsinde mümkün olduğunca otomasyona geçilmesi şart. Böylelikle insanlar daha iyi, daha yaratıcı, daha tatmin edici, daha güvenli işler yapabilir. Yani faydalı bir şey. Otomasyonun nasıl olacağı ise sosyal ve ekonomik politikalara bağlı. Birçok farklı şekilde gerçekleşebilir. Önemli ve titiz bir çalışmadan bahsetmek istiyorum. Maalesef birkaç yıl önce kaybettiğimiz teknoloji tarihçisi, eski dostum ve meslektaşım David Noble, yaptığı çalışmada seçenekleri ortaya koymuştu. En büyük eseri, modern endüstriyel kapitalizmin çekirdeği olan takım tezgahı endüstrisi üzerineydi. 1950’lerde takım tezgahı sektöründe otomasyon yeni başlıyordu. Sayısal işlemeye geçiliyordu. Bilgisayarlar ortaya çıkıyordu, yeni araçlar kullanarak takım tezgahı sektörünü değiştirme potansiyeli taşıyan yeni yöntemler beliriyordu. Bunu yapmanın iki yolu vardı ve ikisi de denendi. İlkinde, vasıflı operatörlerin yerine vasıfsız olanlar geçiyordu; burada önce otomasyon, sonrasında ise robota dönüştürülmüş, yani sadece emirleri yerine getiren insanlar kullanılıyordu. İkincisi ise aynı teknolojiyi kullanarak vasıflı operatörlerin eline daha fazla güç vermekti. Noble’ın son derece net bir şekilde gösterdiği üzere, ilk yöntemi seçmek için hiçbir ekonomik sebep yoktu. Ama bu tercih edildi, tercih edilme sebebi ise iktidarla ilgiliydi. Mülkiyeti elinde bulunduran yönetici sınıf, insanları bağımsız aracılar ve eyleyenler olarak görmek değil, onları vasıfsız hale getirmek, kendilerine tabi kölelere dönüştürmek istiyor. Bu yüzden operatörleri vasıfsız hale getiren – ortadan kaldırmayan ama vasıflı olmalarını önleyen – otomasyon yöntemini tercih ettiler ve onları kontrol eden veya eyleyen kişilere değil, hizmetkarlara dönüştürdüler. Hep böyle oluyor.
Arındırılmış bölgeler olmalı
Sizce önümüzdeki on yıl içinde savaşlarda nükleer bomba kullanılma ihtimali var mı? Net bir şekilde kullanılmayacağını söyleyebiliriz. Zaten kullanılırsa ortalıkta kaygılanacak kimse kalmaz. Bu yüzden yanlış yaptığınızı kimse anlatamaz. Elbette abartıyorum. Büyük nükleer güçler arasında çatışma var. Hindistan ile Pakistan arasında nükleer savaş çıkabilir ve böyle bir ihtimal Güney Asya’yı haritadan silebilir ama başka bölgelerdeki insanlar yaşamaya devam edecektir. Öte yandan Çin ile ABD veya Çin ile Rusya arasında bir nükleer savaş olursa, bu genel itibarıyla her şeyin bittiği manasına gelir. Hayatta kalanlar olur ama geriye kalan dünyada kimse yaşamak istemeyecektir. BM Genel Kurulu tarafından birkaç ay önce kabul edilen uluslararası Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması mevcut. Buradaki anlamıyla yasaklama, bu silahların üretilmemesi ve saklanmaması anlamına geliyor. Yasak varsa, bunlardan kurtulmak gerekiyor demektir. Maalesef nükleer silahlara sahip hiçbir devlet anlaşmaya katılmadı. Eğer ABD, Amerikan entelektüellerin bahsetmekten büyük keyif aldığı liderlik rolünü gerçekten göstermek istiyorsa, işte size fırsat. Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nın kabulüne yönelik çabalara öncülük edelim. Bunun aşırı bir konum almak olmadığını söylemeliyim. Henry Kissinger, Reagan döneminin merhum dışişleri bakanı George Shultz ve Sam Nunn gibi nükleer silah sisteminin göbeğinde yer almış kişiler de aynı şeyi savundu. Nükleer savaşın imkansızlığının farkındalar. Bunu ortadan kaldırmak için harekete geçmemiz gerekiyor. Son derece anlamlı ve makul bir yolu daha var: Bütün dünyada nükleer silahlardan arındırılmış bölgeler oluşturmak. Sorunu bitirmese bile en azından sınırlamış olur. Ayrıca bu silahları bırakmak istediğimize dair hiç de önemsiz sayılamayacak simgesel bir anlam ifade eder. Tamamen yanlış yoldayız. Bunun parçası olmak istemiyoruz. Bence konunun ciddiyetine uygun bir son oldu.
© 2021 The New York Times Company