15 Mayıs 2024, Çarşamba Gazete Oksijen
Haber Giriş: 07.10.2022 04:36 | Son Güncelleme: 10.04.2023 14:13

Engin Günaydın: Yazarak sırtımdaki kabuklardan kurtuluyorum

Andropoz’un senaristi ve başrol oyuncusu Engin Günaydın, "Yazarak rahatlıyorum. Bir dönem terapiye gittim ama insanın kendi doktoru olması daha iyi" dedi
Binnaz Saktanber
Binnaz Saktanber
Engin Günaydın: Yazarak sırtımdaki kabuklardan kurtuluyorum

Binnaz Saktanber

Friends’miş, Seinfeld’miş bir yere kadar. İnsanın kendi dilinde gülmesinin yeri başka. Engin Günaydın bu ülkenin en iyi komedyenlerinden, bizi katıla katıla güldüren nadir isimlerden. Üstelik bunu tatlılıkla değil, insan evreninin en adi karakterleriyle yapmayı beceren, yine de seyirciyi kendinden öteye itmeyen bir komedyen. Bunun bir sebebi kendini kibirden, yapışkanlı ün dünyasından uzak tutmayı seçmesi. Örneğin çok rahatlıkla bir endüstriye dönüşebilecek Burhan Altıntop’u koruması, seyirciye verilmiş bir hediye gibi rafında tutması. Bir diğeri de komediyi ciddiye alan, usta bir kaleme hükmetmesi. Türkiye sinemasının en iyi ve hakkı en az teslim edilmiş filmlerinden Vavien’in yazarı o. Şimdi de hem yazıp hem başrolünde oynadığı mini dizi Andropoz ile seyirci karşısına çıkıyor. Andropoz, adı üstünde, orta yaş bunalımına giren, girerken de ailesini peşinden sürükleyen Yusuf’un kara komik hikayesi.

Günaydın’la orta yaşa gelmekten, emekliye ayrılması gereken komedyenlerden, sistemi değiştirmek için yapılabileceklerden ve ailelerden konuştuk. O Bodrum’daydı, arkasında 55 yaşındaki Rus Oligark Abromoviç’in dev teknesi vardı. Tesadüf bu ya, hani şu andropozun dünyadaki belki de en pahalı sembolü olan.

Pandemi sırasında “Sürekli karantinada olduğumu fark ettim. Biraz da üzüldüm. Normal hayatımın karantina olduğunu bilmiyordum” demiştiniz. O çoğumuzun halet-i ruhiyesini anlatan bir tespitti. Pandemiden çıkışı nasıl yaşıyorsunuz?

Pandemiden çıkanlarla vedalaşma zamanı geldi. Ben yine aynı şekilde devam edeceğim karantinama ve bu ne kadar sürecek bilmiyorum. Ama şu anda herkes çok mutlu ve onları yolcu etme zamanı geldi.

O kadar uzun zaman izole olduktan sonra sosyal ortamlara giren insanlar birbirlerine daha iyi davranıyor sanki.

Birbirlerine ihtiyaçlarından kaynaklanıyor. İnsan ilişkileri bir problem olduğunda, mesela bir deprem olduğunda, büyük felaketler, sosyal olumsuzluklar olduğunda çok güçlenir. İnsanlar şimdi de “Aa, benim sana ihtiyacım varmış” duygusunu hatırladı.

Avrupa Yakası pandemide çok izlendi. O dönem insanlara yeni bir şey izlemek zor geliyordu. İyi bildikleri işleri tekrar tekrar izlemenin yatıştırıcı bir etkisi vardı. Sizce Avrupa Yakası ve Burhan Altıntop’un bu kadar yıldan sonra bile insanlara iyi gelmesinin, bu kadar izlenmesinin sebebi ne?

İlk aklıma gelen sebebi şu: Avrupa Yakası çok espri üzerine kurulu değil, durum komedisi üzerine kurulmuş bir diziydi. Gülse (Birsel) öyle sahneler yazıyordu ve bu da oyunculara çok geniş bir performans alanı açıyordu. Performans komedisi en uzun süre izlenen komedidir. Çünkü seyirci espriyi bir yerden sonra ezberler ve tekrar izlemek istemez. Performans komedisinde ise her seferinde hatırladığı bir durum vardır o yüzden uzun süreler izlenebilir. 

Sizin tekrar tekrar izlediğiniz diziler neler? 

Benim hala dünyada en beğendiğim dizi Seinfeld. Seinfeld de durum komedisi. O yüzden seyirci tekrar izlemekte zorlanmaz. Ben bir de refleks komedisini, sahneye dalıp çıkmayı çok seviyorum. Bir nevi uykuya benzer bir durum. Ve o anda neler yaşadığını izlerken anımsamak. Böyle bir oyunculuğu benimsiyorum. Avrupa Yakası’nda da çok dalıp çıktığım için, Burhan Altıntop izlediğimde “Ne yapmışım?” diye hatırladığım bir performanstı.

Dalıp çıkmaktan kastınız tam olarak ne? Seinfeld’de Kramer’ın sahneye girip çıkması gibi fiziksel bir şeyden mi bahsediyorsunuz?

Hayır. Bir psikolojiye dalıp çıkmak. Oyuncularla beraber bir atmosferin içine psikolojik bir dalış yapılır. Sahnenin içinde birbirini o anda görürsün ama hatırlamazsın. Bilirsin ama “Ne yaptık biz ya?” dersin. Oyunculuğun zevkli tarafı bu dalışlardır. Psikolojik bir gezinti diyelim. Avrupa Yakası beş kamerayla çekilen ve dalışa çok uygun bir diziydi. “O sahnede şunu yapmıştım” diye hatırlamana gerek yok. Beş kamera olanı biteni o anda görüyor ve çekiyor. Oyunculuk kalitesinin yüksek olmasının nedenlerinden biri de o.

Ben de çok az yeni şey izleyebildim pandemide ve 10 Bin Adım onlardan biriydi. Süresinin kısalığı ve evrensel bir komedi dili olması en büyük sebepleri. Dilini de Seinfeld’e yakın buluyorum. Örneğin “Jeton” bölümü rahatlıkla bir Seinfeld bölümü olabilir. Karakterleri de Elaine ve George’la özdeşleştiriyorum. Memet tam şerefsiz, Ezgi de şerefsiz ama kendine onu tam itiraf etmeye hazır değil.

Evet doğru (gülüyor). Devin (Özgür Çınar, 10 Bin Adım’ın yazarı ve başrolü) de Seinfeld’i çok seviyor. İkimiz de onun dünyasını ve dilini çok seviyoruz. 10 Bin Adım, aslında İstanbul dili ile ilgili bir ön çalışmaydı. “İstanbul’da biz nasıl bir dil kullanıyoruz, şehir dili nasıl bir şey?” ile ilgili bir egzersizdi. Bir şehir komedisi yapmayı hep istiyorduk. 10 Bin Adım’ın dili de çok iyi çalışıyordu ve seyirciyle bağlantısı çok güçlüydü.

Üçüncü sezonu olacak mı?

Olmayacak. Bence misyonunu tamamladı. Ama belki genişletilmiş bir hal alabilir. Süresi uzayabilir, başka türlü bir komedi olabilir diye düşünüyorum. 20-25 dakikalık, biraz daha mekanları olan bir şeye dönüşebilir.

10 Bin Adım Memet, Burhan Altıntop, hatta Galip Derviş. Hepsi asap bozucu karakterler. Ama bir seyirci olarak onları sevmemim sebebi kendine sadık tipler olmaları. Gıcığın teki de olsa kendine ait birer kutsal kitabı olan ve hayatını ona göre yaşayan karakterler. Böyle tipleri tercih etmenizin bir sebebi var mı?

Komedide karakterler acımasız olmak zorundadır. Cenazede birileri üzülürken arka sıralarda gülen birileri vardır. Çok adicedir bu, fakat komedide bu tarafa açık olmanız gerekir. Komedi karakterleri adileşmeden seyirciyi güldüremezler. Komedi bir nevi zihin açılmasıdır, itiraftır. Yani karakterler kendileriyle ilgili itirafçı değillerse başkalarıyla ilgili itirafçı olmaları mümkün değildir. O yüzden de ilk kendilerini yok eder ve parçalarlar. Ondan sonra sıra başkalarına gelir.

10 Bin Adım’da başrolü paylaştığınız Devin Özgür Çınar yakın arkadaşınız. Bir dönem onun da içinde olduğu kalabalık bir arkadaş grubuyla beraber de yaşamışsınız. O dönem bir efsane gibi, bir sitkom gibi anlatılıp durur. 

Biz beraber yaşadığımız dönemlerde çocuktuk, hepimiz yirmili yaşlarımızdaydık.  İstanbul çok büyük ve tehlikeli bir yerdi ve bizim birbirimizden başka kimsemiz yoktu. Birbirimizi korumak kollamak zorundaydık. Kendimizi beraber güvende hissettik ve böylece tehlikelerden uzak durduk.

Beraber büyümenin, beraber üretmenizin komedinize etkileri nasıl oldu?

Komedide yakınlığa aşırı derecede ihtiyaç var. Komedi itiraf üzerine kurulu olduğu için, yakın arkadaşlarınızla, yakın bulduğunuz insanlarla yapması daha kolay. Tanımadığın birisiyle espri yapmak zordur. Çekinirsin, rahat edemezsin. Bir yerde rahatlık varsa komedi vardır. Bir ülkede rahatlık varsa, gerginlik yoksa komedi otomatikman yükselir. Gerginlik arttıkça komedinin dozu düşer. Komedyenler de yok olur.

O zaman Türkiye’de şu anda komedinin dozu çok mu düşük?

Tabii çok düşük. Ama komedyenler beklemedeler. Komedi şu anda bir kültür biriktiriyor. Bu kültürün aktörlerinin, kahramanlarının kimler olduğunu zaman gösterecek. Önümüzdeki zamanda çok yoğun komedyen göreceğiz.

Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi yöneticilerinin görevden alınmasını eleştiren bir açıklamanız oldu. İktidarla yakın ilişkileri olmayan kültür üreticilerinin üzerinde baskı kurulması, çerçeve dışına itilmeye çalışılmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Her şeyin normal ve düzgün olmasını beklerken böyle köklü kurumların, çok uzun uğraşlarla çalışmış insanların hatıralarına sahip çıkılmaması çok üzücü. Neden hatıralara sahip çıkmıyoruz? Korumak dururken, destek olmamak, yok etmek çok üzücü. Sadece Mithat Alam değil, birçok alanda da bu üzüntü verici durum var. Bu konular maalesef oluyor, yapacak da bir şey yok. Söylenecek şeyleri söylüyoruz, ediyoruz ama…

Etkisinin olmadığını mı düşünüyorsunuz sanatçıların konuşmasının?

Oluyor mu, olmuyor mu? Birileri dinliyor mu, dinlemiyor mu? Sanki boşa konuşmak gibi geliyor artık bana. Manası sanki yok gibi.

Andropoz’ da da bireysel eylemlerin sisteme etkileri üzerine bir söz söylüyorsunuz. “Madem hayat benim istediğim gibi değil, o zaman ben hayatı değiştiririm” diyen bir kahraman var.  Sistemsel eşitsizliklerin bu kadar büyük olduğu bir dünyada, bireysel eylemlerin bütüne etki etmesi mümkün mü?

Öbür türlüsü çok büyük bir umutsuzluk yaratıyor. Neden sistem halkın söylediklerini ciddiye almaz? İnsanlar bir konuyla ilgili konuşuyorlar, tepkilerini sunuyorlar. Sadece Türkiye’de değil dünyada da aynı şey var. İnsanlar olabildiğince tepkilerini göstermeliler. Çünkü hayat onların. Ve sistem onların. Ve her şeyi değiştirecek güçleri var. Bunu unutmamaları gerekiyor. Bazen insanın morali bozuluyor ama bu moral bozukluğu çok da etkili olmamalı. Söylenmeli, değişim başka türlü olmaz. Andropoz ’da bunun altını çizmek istedim.

Andropoz ‘da 50 yaşında, 20 senedir evli bir adam (Yusuf) orta yaş bunalımına giriyor ve hikâye onun “Ben mutlu değilim ve mutlu olmak istiyorum” demesiyle başlıyor. Yusuf’un ailesi bu duruma şüpheyle yaklaşıyor. Bu ailelerde, uzun süreli ilişkilerde sık görülen bir şeydir: “Çok mutlusun, hayırdır?” denmesi. Neden birbirimizin mutluluğundan rahatsız oluruz?

Acaba yoldan çıkıyoruz diye mi korkarız? Hepimiz aynı bakkal, aynı manav ve bir sistemin içerisinde yaşarız. Kendimizi güvende hissettiğimiz için de bu sistemi tercih ederiz. Fakat mutluluk anormal bir durumdur ve “Acaba yoldan mı çıkıyoruz?” korkusu yaratabilir. Çünkü ana yolun dışında bir de tali, yan yollar vardır ve “Acaba ana yoldan çıkıp yan yollara mı sapıyor?” diye korkulur. “Burada ben var mıyım, yok muyum?” diye aileler kıllanabilir. Dizide de herkes kıllanıyor ama Yusuf bu değişimin içine ailesini de sürüklüyor. Hep beraber bir serüvenin içine girip, fena olmayan bir adrenalin yaşıyorlar.

 Yusuf “Deniz kasabasında yaşıyoruz, deniz görmüyoruz. Adalet mi bu?” diyor. Yoksulların şehirden sürülmesi, yaşadığımız yerin olanaklarına erişemememiz, soylulaştırma…Bunlar hepimizin yaşadığı dertler. Çoğu insan da bu sebeplerle göç ediyor. Siz de Foça’ya taşındınız, bunlar etkili oldu mu kararınızda?

Ben eskiden beri büyük şehri seven birisi değildim. Beni aşırı derecede gergin hale getiriyor, korkutuyor. Kasaba çocuğu da olduğum için kasabada kendimi daha rahat hissediyorum. Pazara gidebiliyorum. Bakkalı, kasabı tanıyorum. Bu tanıma beni güvende hissettiriyor. Büyük şehir kimsenin birbirini tanımadığı, işlerim olduğu için olmak zorunda olduğum bir yer. Hala da işlerimi bitirdikten sonra kalmaktan hoşlanmıyorum. Şu anda yaşanan sorunlar, kira artışları, hayatın aşırı derece pahalı olması, bunların insan psikolojisine ne gibi etkileri olacağına hepimiz şahit olacağız.  Büyük bir olay döndüğünün ben de farkındayım ama yorum yapmak için çok erken.

Siz de elli yaşındasınız. Orta yaşın getirdiği değişimleri, dizideki temaları kendi hayatınızda nasıl yaşıyorsunuz?

Komedi biriktirmektir dedik ya, bu karakterler de benim biriktirdiklerimin yansımaları. Tabii ben hikâyeyi yazdıktan sonra çevremdeki birçok insanın andropozla ilgili düşünceleri ortaya çıktı. Senaryoyu okuyanların “Andropoza girdim mi, girmedim mi?” gibi sorunları olduğunu öğrendim. Büyük ihtimalle seyirci de bu soruları soracak, özellikle erkek seyirci. Aslında benim de yeni yaşadığım bir dünya bu. Andropoza giriyor muyum girmiyor muyum ben de şüpheliyim. Orta yaş kendimi çok iyi hissettiğim bir yer. Ama daha yeniyim. Bilgi vermek için biraz daha yaşamam gerekiyor. Yusuf tamamen andropoza girdiği için bir hikâyenin içine giriyor ve başına bir ton iş geliyor. Benim o kadar cesaretim yok.

Andropoz, menopoz bunlar toplumun yeterince bilgi sahibi olmadığı ve hakaret gibi kullanılan kavramlar. Dizide Yusuf doktora gidiyor ama ihtiyaç duyduğu desteği göremiyor. Belki doktor onu bilgilendirse veya bir psikoloğa yönlendirse daha kolay halledecek. Hayatla mücadelede bize destek olan kimse neden yok?

Çünkü biz öyle bir ülkeyiz. Birbirimize duygularımızı söylemiyoruz. Yurt dışında psikoloğa çok gidiliyor, kültürlerinde var ama bizim kültürümüzde yok. Kendi içimizdekini itiraf etmeyi pek sevmiyoruz. O yüzden de insanlar çok darlanıyor ve bunalıyor. Bazen agresif bazen atarlı olmalarının, bazen “Bana ne oldu ya, ben ne yaptım?” demelerinin sebebi kendilerini iyi tarif etmemeleri ve bunu paylaşmamaları. İçimizi döken bir toplum değiliz. Anne kendi kafasında, baba kendi kafasında. Dayı, amca herkes kendi kafasında takılıyor ve sadece bir problem olduğunda birleşiyorlar.

Siz hiç terapiyi denediniz mi?

Bir dönem denedim. Sonrasında insanın kendi doktoru olmasının daha iyi olacağına karar verdim. Anlatmak gerekiyor. Bunun faydalı olacağını düşünüyorum ama kendime gelince emin değilim. Ben evden çıkıp sokakta dolaştığında başına ne iş geleceği belli olmayan bir kişiyim. Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum ama dolaşıyorum.

Bir derdiniz olduğunda kiminle konuşursunuz? Yazar mısınız yoksa bir arkadaşınıza mı anlatırsınız?

Pek anlatan birisi değilim. Beni en fazla rahatlatan yöntem yazmak. Yazarlığı da o yüzden seviyorum sanırım. Andropoz ‘da Yusuf’un sırtının kabuk olduğu bir sahne var. Ben de yazarak sırtımdaki yaralardan ve kabuklardan kurtuluyorum.

Yusuf’un sırtında bir yara çıkıyor ve oradan sosyal medyayla ilgili bir hikâye doğuyor. Sizin sosyal medyayla ilişkiniz nasıl?

Sosyal medyada aktif değilim ve çok da sevmiyorum.  Her şeyi göstermek istemiyorum çünkü bana ait olduğunu düşünüyorum. Sadece mesleki bir araç olarak kullanıyorum. Bir işim olduğunda seyircimi haberdar etmek için paylaşım yapıyorum. Onun dışında özel hayatıyla ilgili bilgi vermekten hoşlanan birisi değilim.

Son zamanlarda iptal kültürü üzerine çok konuşuluyor. Sosyal medyada söylenen yanlış bir söz veya geçmişte atılmış bir tweet bile insanların kariyerlerini tehlikeye sokabiliyor, insanları “iptal” edebiliyor.

Sosyal medyada “Bir açığını bul da şunu pataklayalım” durumu var. İnsanlar itirafı bir açık yakalamak olarak görüyorlar. Bu çok büyük bir kabalık. İtirafta bulunan insanlar korumaya alınmalı. Sosyal medyada bir itirafta bulunan insanları kırbaçlamak, çok insanın itirafından vazgeçmesini sağlamak demek. Bu da iletişimi küçültmek, işe yaramaz hale getirmek demek.

Sosyal medyada o yakınlık duygusunun sağlanabileceğini düşünüyor musunuz?

Mümkün değil tabii ki. Benimki bir fantezi. Sosyal medya bir sivil devrimdir. İletişim devrimidir. İnsanlar saniyeler içinde birbiriyle haberleşebiliyor, düşüncelerini tartışabiliyor ve ülkeler arasındaki sınırlar ortadan kalkabiliyor. İnsan “Sonuç bu mu olmalıydı?” diye düşünüyor (gülüyor). İletişim bu kadar saçma sapan boyutta mı olmalıydı?

Sosyal medyada ilerleyen komedi dilini nasıl buluyorsunuz? Tiktok, Youtube, Instagram’da iyi bulduğunuz isimler var mı?

Karşılaştıkça bakıyorum, anlamaya çalışıyorum, izlemek istiyorum. Ama bir hamlık var. Komedinin altında bir düşünce barınmalı. Bu, yapan kişinin komedisine bir kişilik getirir. Daha sağlam durmasını sağlar. Dünyada çok sevdiğim komedilerin içinde bir felsefe, bir düşünce vardır. Tiktokta, sosyal medyada oluşan bu hamlık, belki yeni bir düşünce yapısının habercisidir. Henüz konuşmak için erken.

Dünya komedi sahnesinin en büyük isimleri orta yaşa, hatta ilerisine geldiler ve çok zenginler. O yaş ve para sınırını aştıktan sonra dilleri de değişime uğradı. Seinfeld, Ricky Gervais, Dave Chapelle gibi devlerin empatilerini, ezilenin yanında duran komedi dilini kaybettiklerini düşünüyorum. Ne dersiniz?

Komedyen zenginleştikçe empati diliyle vedalaşmak zorunda kalır. Komedyenin beslendiği en büyük kaynak orta sınıftır. Kendisi de orta sınıftan gelir ve oradaki bilgileri yine orta sınıfla paylaşır. Komedyen zenginleştikçe burayla vedalaşır. Vedalaştığı zaman da bu dili kaybeder. O yüzden komedyenlerin zengin olması bir nevi emekliliktir. Onlar da emeklilik hayatlarını yaşıyorlar.

Kariyerlerinin sonlarına mı geldiklerini düşüyorsunuz?

Müthiş işler yaptılar. Harikaydılar. Ama artık onlara yazlıkçı diyelim.

Bir röportajınızda “Türkiye’de erkekler kendi erkeklikleriyle ciddi sıkıntılar yaşıyor, öğretilenler bizim kişiliklerimizle örtüşmüyor. Yapmamız gerektiği söylenen şeyler biz değiliz ama bütün aile modellerinde bunlar öğretiliyor, bunlar da senaryolara yansıyor” diyorsunuz. Bu dayatmalar, adına “toksik erkeklik” denilen, şiddete, homofobiye varan davranışlar Andropoz’un erkeklerinde de var.  Sizin bu erkeklik hallerine bakışınız nasıl?

Bu konuya yaklaşımım hiç değişmedi.  Çok kavga eden, gırtlağını sıkan, problemleri hemen halleden bir erkek modeli var. Daha çok sevilen de bu zaten. Ama böyle olmayan bir erkek de var. Benim gördüğüm, yakın çevremde, ailemdeki erkekler ilk model gibi değil. Hepimizin sorunları var. “Ne yapacağız, nasıl halledeceğiz?” diye dertleniyoruz. Dizideki erkeklerin de kimisi daha hırt, kimisi daha mülayim. 

Andropoz bir erkek hikayesi mi?

Andropoz bir erkek dizisi gibi algılanabilir ama daha çok kadın dünyasını anlatan bir dizi. Kadın karakterler daha güçlü. Ben yengemlerle, annem ve ablamla büyüdüğüm için bütün arkadaşlarım da kadınlar oldu. Kadınları daha iyi tanıyorum. Ve hikayelerimi de kadınlar üzerine kuruyorum. Vavien de bir kadın üzerine kuruluydu. Bütün iç mimarlığı bir kadın yapıyordu. Andropoz ‘da da denge Meryem’dir (Derya Karadaş). Meryem’i çıkardığınızda dizi yalpalar. Bizde kadın karakterler genelde annedir. Andropoz’ daki kadınlar ise daha hard-core, klasik tiplemelerin dışında, Türk sinemasında daha önce işlenmemiş karakterler. Seyircinin çok ilginç bulacağını düşünüyorum.

Dizide boşanmaya çalışan ve zorlanan bir kadın var. Şu anda Türkiye’de boşanmak isteyen kadınlar öldürülüyor, evliliğin içinde kalmaya zorlanıyor. Bu hikâyeyi anlatmak önemli miydi sizin için? 

Tabii ki çok önemliydi. Bunu anlatmayı çok istiyordum. Çünkü kendi kararlarını vermekte zorlanan bir Türkiye var. Türkiye’ de kadınlar bu konuda çok zorlanıyor. Bu karakter kendi kararını verip, kendi yolunu çiziyor. Bir kadının bunu yapması olması gereken, olabildiğince sıradan bir durum. Ama ülkemizde “Bunu nasıl yapar?” gibi algılanıyor. Aslına bakarsanız verdiği karar son derece normal bir karar.

Tamer Karadağlı dizide önemli bir rolde. Yakın geçmişte bir ödül töreninde Nihal Yalçın’a karşı sergilediği tavırlar ve sonrasında yaptığı açıklamalar sebebiyle eleştirilmişti. Dizide yer almasının özellikle kadın seyirci tarafından olumsuz karşılanabileceğine dair bir endişeniz var mı?

Ben Tamer Karadağlı’nın rolünü ve performansını çok beğeniyorum. Benim bir oyuncuda en önemli bulduğum konu performansı, filme etkisi ve başarısı. Gerisi kendisinin özel hayatı. Ve beni gerçekten hiç ilgilendirmiyor. Kişilerin hayatlarıyla ilgilendiğiniz zaman film yapmak çok zor.

Oyuncu seçimlerinizi kişiyi veya politik duruşunu göz önüne alarak yapmak istemiyorsunuz?

Aynen. Biz burada siyaset yapmıyoruz. Film yapıyoruz. Siyasi bir konu değil sinema yapmak. İnsanların kendi kişisel dünyalarında ne düşündüğünü merak bile etmiyorum. Sormuyorum da. Sinema yapmak zaten çok zor, sağlıklı bir şekilde yapmanın peşinde olmak zorundayız.

Andropoz’ da çocukların ve gençlerin dünya meselelerine bakışına yer vermişsiniz. Ve yetişkinlere kıyasla daha akıllı, daha ileride bir portre çizmişsiniz Z ve alfa jenerasyonları için.

Çünkü gelecek onların. Ülke de onların. İnsanlar hoşlansa da hoşlanmasa da gençler bu ülkenin sahipleri ve onların çok iyi olmalarını istiyorum. En iyi, en modern şartlarda yaşamalarını, dünyayla entegrasyonlarının çok güçlü olmasını istiyorum. Onlardan çok umutluyum ve onları çok merak ediyorum çünkü ülkemiz onlara emanet. (Gülüyor)

Çocuğunuz yok ama 30 tane yeğeniniz varmış. Onların arasından komediye, oyunculuğa, yazmaya meraklı olanlar var mı?

Evet, yeğenlerimin de çocukları var hatta. Genişlediler. Biraz onlardan da komedi malzemesi alıyorum. Ama bu işe meraklı olan yok. Pek de istemiyorlar. Herkes kendi işini yapıyor. “Amca/dayı ben senin gibi bir şey yapmak istiyorum” diyeni duymadım.

Orta yaştan Z jenerasyonuna baktığınızda size en farklı gelen şey ne? “Bu nerden çıktı bu bizde yoktu?” dediğiniz bir şey var mı?

Yeni jenerasyonlar farklı gibi durur ama aslında değildir. Ben mesela küçükken Dostoyevski okurdum, Suç ve Ceza’yı bitirmiştim lisedeyken ve kendimi ailemden çok daha bilgili, kültürlü, zeki zannederdim. Yaş ilerledikçe babamdan bir farkım olmadığını, annemle aynı kafada olduğumu ve hiç zeki olmadığımı anladım. Çocuklar da kendilerini çok güçlü ve zeki hissediyor olabilirler ama bizim gibi aynı mallığa düşecekler.

 Bu hepimizin başına gelen şeydir. Annen veya baban olmamak o kadar çaba sarf edersin ama vardığın yer…

Ailendir. Tanıdığın kişiler oluyorsun. Ben zannettim ki bayağı enteresan bir adam olacağım ama bir baktım babam gibi elim arkamda dolaşıyorum.

12 Eylül ile ilgili bir film projeniz vardı? “Ağlamak Yok”. O ne durumda?

Bu kış onun üzerinde çalışacağım. Tekrar bir versiyon yazmak istiyorum. İlkini on yıl önce yazmıştım. Artık ben de elli yaşındayım.  Yazarlık dilim güçlendi. O yüzden senaryoyu güncellemek istiyorum.

 Yine bir dijital platforma mı çekeceksiniz yoksa sinemalarda mı gösterime çıkacak?

Sinemalarla ilgili iyi konuşulmuyor. Sinemada gösterime giren bir film dört, beş milyon seyirciyle kendisini amorti edebiliyor. Dört, beş milyonluk bir film yapmak da çok zor. Bu aşırı popüler bir film demek. Dijital platformlar çok özgür bırakıyor, “İstediğini yaz” diyor. Karışmıyorlar. Ben memnunum, dijital platformlarla çalışmaya devam edeceğim.

Netflix’in avantajlarından biri de dünyaya altyazılı ve dublajlı dizi izletebilmesi. Bu sene ilk defa yabancı dilde bir dizi (Squid Game) En İyi Drama dalında Emmy Ödülü’ne aday oldu. Andropoz da tüm dünyada izlemeye açık olacak. Onun verdiği bir heyecan var mı?

Uluslararası seyircinin dikkatini çekmek tabii ki arzum. 190 ülkede izlenecek. Kaç yabancı dil, altyazı, dublaj…Bu Türk sinemasının gelişmesi açısından büyük bir avantaj. Bunun öneminin farkındayım. Bu yüzden Andropoz’ u yazarken yerel bir dil kullanmadım. Daha evrensel bir dil kullandım. Özellikle komedi alanında Türk komedisinin son derece renkli olduğunu, Türkiye’de yapılan kara komedinin dünyada çok etkili olacağını düşünüyorum. O yüzden titizlendim ve evrensel kaidelere uyan bir dizi yazdım.

Andropoz ’un 2. sezonu gelecek mi?

Hayır, mini dizi olarak kalacak. Devam filmlerini de dizileri de pek sevmiyorum. Yeni dünyalar kurmak daha çok hoşuma gidiyor.

Seyirci de onun farkında. Uzun seneler sizden bir Burhan Altıntop filmi beklendi ama yapmadınız.

Onu Gülse de istemedi ben de hiç istemedim. Çünkü ben zaten 130 bölüm Burhan Altıntop oynadım. Diziler o zaman da çok uzundu. 120-120 dakikaydı. Her şeyi oynadık. Filmini yapmak tekrara girerdi, aynı şeyleri yapmak olurdu.

Andropoz’ da yönetmenleriniz yine Taylan Biraderler. Beraber geliştirdiğiniz bir dil, bir kariyer yolculuğunuz var. Çok mu rahat ediyorsunuz onlarla?

Çok rahat ediyorum. Taylanlarla çalışmak müthiş konforlu. Senaryo kısmında da beraber oluyoruz. Onların düşüncelerini çok önemsiyorum. Kendi başına yazan, “Bu böyle olacak!” diyen biri değilim çünkü bu iş seyirciye çıkıyor, çok geniş bir kitle izliyor ve her şeyin çok net bir şekilde anlaşılmasını istiyorum. Senaryoyu yazdıktan sonra ben artık sadece nasıl oynayacağımla ilgili çalışıyorum ve çok rahat ediyorum.

Sizi ne zaman yönetmen olarak göreceğiz?

Eğer Taylanlar çekmek istemezlerse ve çekecek başka yönetmen bulamazsam senaryoyu çöpe atabilirim. Kimse senaryoyu çekmek istemiyorsa oturur düşünürüm “Bu senaryoda bir sorun mu var?” diye. Ama her şeye rağmen “İlla da bu filmi yapmak istiyorum” dersem belki o zaman düşünürüm yönetmenliği.