Dikkat: Bu yazı spoiler içermektedir.
Hayat’ta türlü türlü erkek karakter var. Bu karakterler ülkenin erkek skalasının neredeyse tamamını temsil etmekte. Daha en başlarda gördüğümüz esas erkek karakterin geveze bir amcası var mesela. Bilge, çalışkan ve iyi kalpli bir dedesi de var. Ailesini üniversitede okuduğuna inandıran tembel ve yalancı bir arkadaşı var. Onunla aynı evde kalan çalışkan ve ilerde belki de bakan olacak kadar işini bilen zeki bir genç; son derece ezik ve kendini savunmaktan aciz ‘topal’ ve pezevenklik yapan bir genç daha ve Scarface’teki Al Pacino’yu kahramanı bellemiş ‘biraz öfkeli bir mizacı’ olduğunu söyleyen maço bir genç daha var. Tümüyle kuru sıkı, başkasından aldıklarını satan ‘fake delikanlı’ bir taksiciden tutun; amirinin iki cümlesiyle hemen bozulan ‘pek de gururlu’ bir polis memuruna; parkta kendi kendine dövünen dertli bir yaşlı adama kadar türlü türlü adam... En önemlilerinden birisi de 50 yaşlarında, olgun, aydın gibi gözüken ama sürekli bir şeyler yapmaktan bahsetmesine rağmen dirayetsiz, kararsız, şüpheci ve sorgulayıcı emekli bir öğretmen adam da var...
Çevresindeki arkadaşlarından farklı bir şekilde onlardan daha medeni, aklı başında, nezaketli bir genç olan Rıza (soyadı Uysal’dır) bu erkekler galerisinin en öne çıkan erkeği. (Arkadaşlarının da bir tanesi hayli cahil; bir tanesi çok sessiz, bir tanesi de kaba)
Bütün bunların hepsi Rıza hariç, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalındaki yedi cüceler gibi en belirgin özellikleriyle kendilerini göstermekteler.
Bir de Hicran var. Kendi tanımıyla zayıf ve pısırık olan annesi ile küçük kız kardeşi ve içe kapanık, baskıcı ve muhafazakar babasıyla yaşamakta. Bir gün Hicran’ı Rıza ile nişanlarlar. Hicran bir süre bu durumu kabullenmiş gibi gözükse de İstanbul’a yaptığı bir akraba ziyaretinden sonra kaçarak kayıplara karışır. Rıza ise nişanı atan taraf kendi olmadığı için (sonradan kızın güzelliğinden etkilendiğini de anlıyoruz) ve bunun nedenini ona bizzat sormak amacıyla bir arayış yolculuğu başlatır.
Hicran başlı başına bir galeri!
Hicran kaçışından sonra bir Gizem’e dönüşmüştür Zeki Demirkubuz’un bu uzun hikayesinde! Filmdeki bütün erkeklerden farklı olarak; bütün o kişilik özelliklerini tek tek yeri geldiğinde içinden çıkarır Gizem. Tabi ki kendisine takma isim olarak Gizem’i seçerek escortluk yapan Hicran’dan bahsediyoruz! ‘Orospuluk’tan kocasına sadık namuslu bir eşe; yalancıdan dürüst bir insana; özgür ve asi kadından uyumlu sakin bir kişiliğe; anaçlıktan bencilliğe kadar hepsini kendi içinde taşıyordur. Filmdeki erkek karakterlerden farklı, sadece tek bir özelliğiyle tanımlanamayacak gizemde bir kadın! Güzel bakışlarıyla onları etkileyen, erkeklerin ona nasıl yaklaşacağını bir türlü kestiremediği bir gizemli varlık. Çünkü bu kız “sürekli uzaklara bakıyor”dur ve “ne düşündüğünü hiç belli etmiyor”dur!
Demirkubuz, Hicran’ı işlemek için epey uğraşmış belli ki. Çünkü bu hikayedeki adamları yazmak daha kolay aslında. Çünkü hepsi tek renkli karakterler. İçlerinde en derinleşebilir karakter zaten Rıza’dır. Ama onu sıkıcı bulan Hicran, adının da simgelediği gibi Rıza’dan ve ailesinden ayrılıp kendi yolunu çizmek ister. Alice Harikalar Diyarında gibi; yolda birileriyle tanışır, bir şeyler yaşar. Kendisine babası gibi kollayıcı ve bazen de öfkeli bir erkek bulduğunu düşünse de bu tecrübesi sürpriz bir sonla biter. Sonra çok da sevmediği annesinin, çok sevdiği ama onun tarafından sevilmediğini düşündüğü babasının yanına geri döner. Baba dayağını yer ve oturur. Yepyeni sessiz bir hayat kurar. Ama Hicran kendisine yapılan bir ‘kısmet çağrısı’ndan sonra buradan da ayrılır. Çünkü babadan beklediği affı alamamıştır henüz!
Sonra çok okumuş, orta-üst sınıfa ait, olgun yaştaki dul bir baba olan Orhan tarafından cam balkonlu bir kuleye kapatılır bu prenses, Rapunzel gibi! Kendi halinde iyi bir adam olsa da Orhan’ın pasif agresyonu Hicran’ı yine ayrılmaya zorlar. Orhan’ın hareketsizliği, en küçük bir adım atmadan önce dahi kendini yiyip bitiren bir adam olması, daha ateşli bir tepkiye değil de mıyır mıyır bir şeye dönüşen öfkesinden sıkılır!
Filmde iki tane rüya sahnesi var. Rıza ve Hicran birbirlerini rüyalarında aynı senaryonun içinde görürler. İki rüyada da biri diğerinin kapısına geliyordur, mahçuptur. Çünkü biri diğerine hep borçludur. Gelen kişi diğeri tarafından içeri alınır. Salon geçen kişi, evin ve rüyanın sahibine su içmek istediğini söyler. Ev sahibi dopdolu bir sürahiden suyu dolduracağı temiz bir bardak arar mutfakta. Ancak rüyanın ve evin sahibi bütün dolaplara bakmasına rağmen bir türlü temiz bir bardak bulamaz. Sonra rüyanın sahibi kendi bardağını taşarcasına suyla doldurur ve içeri misafirine götürür. Rıza da Hicran da diğeri tarafından yanıbaşına getirilen bu bir bardak suya rağmen uyuyakalırlar diğerinin rüyasında.
Karakterlerin doya doya su içmeleri onların arınma ihtiyacını simgeler çoğunlukla. İkisi de arınmak; içlerindeki kötü fikirlerden, günahlarından ve hatalarından kurtulmak isterler. Ama su onlara sunulduğu sırada içebilecek takatları kalmamıştır. Ancak yine de bu susuzluklarını, kendi bardaklarına doldurdukları suyla diğeri karşılayabilir. Yani aslında Rıza ve Hicran en başından beri birlikte olması gereken iki kişidir yönetmen Demirkubuz için.
Hicran’ın istediği gibi bir adam olduğunu kanıtlaması için Rıza’nın da Alice gibi onun ayak izlerini takip edebileceği kendine ait bir yolculuğu vardır. İstanbul’a yaptığı bu yolculuğun sonucunda bazı bedeller öder. Elini kana bular, hapse girer, dedesini kaybeder... Bunlara rağmen düzgün bir adam olarak kalır yine ve hatta Hicran’a hâlâ sadıktır.. Zaten filmin daha henüz başlarında onu arkadaşlarıyla gittiği bir seks işçisiyle bile aldatamamıştır.
Erkekler ve babalar!
Zeki Demirkubuz’un bu filmde bize sunduğu erkek karakterlerin Rıza hariç hiçbirini bize benimsetecek ya da onları sevimli/sempatik gösterecek manevralar yapmadığını düşünüyorum. Çok dikkatli baktığınızda iyiler, kötüler, defolular birbirinden hemen ayrılıyorlar. Tabi ki Hicran’ın ‘Elektra Kompleksi’nin en koyu örneklerinden birini yaşayan bir kız olarak, bize sevilebilecek hiçbir özelliği gösterilmeyen babasını çok sevmesini bu karaktere ait bir defo olarak görüyorum ben.
Diğer yandan; ‘baba’nın ne olursa olsun, nasıl bir insan olursa olsun evin çatısı olarak kabul edilmesi filmin her yerinde kendisini gösteriyor. Evlerde büyükbaba ve büyükanne fotoğrafları duvarlara asılırken bile büyükbabanın çerçevesi karısından bir karış yukarıdadır hep. Filmin finalinde bir vurgu daha var bu anlamda. Artık Uysal ailesi olarak bayram ziyareti için arabayla Hicran’ın babaevine giden Hicran ve Rıza, çocukları doğduktan sonra babasının Hicran’la barışacağından emin oldukları sonraki bayramı iple çekiyorlardır. Hatta ailenin yeni üyesine de, bu karısını döven huysuz dedenin adını verecekleri bizzat baba adayı Rıza Uysal tarafından söylenir. Hicran ve Rıza mutlu ve ümitlidirler ama tam bunu konuştuktan sonra arabaları karanlık bir tünele girer. Bazen kendimizi mutlu gibi hissetsek de aslında karanlıkta yol aldığımızın farkında değilizdir!
Bu anlamda bence filmin asıl finali, (bitmesi gereken yer anlamında demiyorum, bütün resmi özetleyen asıl sahne anlamında kuruyorum bu cümleyi) Hicran’ın ormanda tek başına ağladığı sahnedir. Ormanda babası tarafından terkedilen Pamuk Prenses’in yapayalnız kaldığını anladığı sahne gibi... Babası tarafından affedilse de, onun elini öpmeye izin dahi verilse o kralın prensesi olamayacaktır bir daha asla!
Bu arada Hicran’ın evi ve aile yapısının birkaç kere salonlarındaki kapalı televizyonlarının ekranındaki yansımayla gösterilmesi televizyonun yerli dizilerle ve kadın programlarıyla bu hayatların kopyalarını bize üretip duran ruhsuz aynalara dönüştüğünü mü söylemektedir acaba?
Doyurucu oyuncu performansları
Hayat Zeki Demirkubuz’un en iyi filmlerinden biri bence... Elbette her filmi üzerinde konuşmaya değerdir. Ama Hayat birçok filminden çok daha akıcı. Uzun süresini hiç hissettirmiyor, başladığı gibi bitiveriyor. Çünkü bu karakter galerisini iyi yazılmış sahneleriyle ilgi ve merakla izletiyor bize yönetmen. Önce Rıza’nın yolculuğuna ayrılan ilk kısım, sonra Hicran’ın hikayenin devamını devralmasıyla gelen ikinci kısım ve iki karakterin yolunu tekrar kesiştiren üçüncü kısım... Hepsi yağ gibi akan bir yapıda bir araya getirilmiş. Zaman atlamalarını bile çok güzel halletmiş yönetmen.
Rıza rolünde Burak Dakak da, Hicran rolünde Miray Daner de karakterlerinde oldukça başarılılar. İkisi de televizyon dizilerindeki ‘farklı bir çalışma disiplini’ içinde yoğrulmuş oyuncular. Demirkubuz ikisinden de yüksek verim almayı başarmış. Cem Davran da Orhan karakterinde o kadar iyi ki, günlük hayatımızda sık sık karşımıza çıkabilecek bir karakteri ete kemiğe büründürüyor. Perdeye doğru uzansak ona dokunacakmışız gibi gerçek bir karakter! Doğu Demirkol’un canlandırdığı Yılmaz da renkli ve izlemesi keyifli bir karakter olmuş doğrusu. Filmdeki en akılda kalan öğelerden biri olmayı başarıyor bana göre.
Sonuçta 193 dakikalık bu yolculuğu böyle okudum ben doğrusu. Filmi sevdiğimi ve Demirkubuz’un Kader’den beri çektiği en iyi film olduğunu da söyleyebilirim. Ama Kader’de farklı bir vurulmuştum doğrusu, onu da belirtmeden bitirmeyeyim bu yazıyı...