22 Kasım 2024, Cuma Gazete Oksijen
Haber Giriş: 31.05.2024 04:45 | Son Güncelleme: 03.06.2024 14:21

114 yıl sonra yeniden katliam konuşulurken aklıma takılan sayfa

Edebiyatımızın önemli ismi Buket Uzuner, çok sevdiği Nobelli yazar Olga Tokarczuk’un bir kitabında okuduğu ve kendisini huzursuz eden pasajı, sokak hayvanları yasasının tartışıldığı günlerde hatırladı
114 yıl sonra yeniden katliam konuşulurken aklıma takılan sayfa

Uzuner, Hayırsızada köpek katliamının Atatürk döneminde yapılmış gibi anlatıldığı kısım üzerine yazdı: “Umarım köpekleri nasıl öldüreceğimizi tartışanlar değil, yaşamı savunanlar kazanır”


Buket Uzuner / Konuk Yazar

Olga Tokarczuk 21’inci yüzyılın en iyi ve önemli kadın yazarlarından biri. 2018’de Nobel Ödülü alması onun tanınırlığını artırdı ama kitapları, ödülden çok daha önce edebiyatseverlerin kitaplıklarına yerleşmişti. Benim içinse, hani okurların gönlünde özel yeri olan “O ne yazsa okurum!” yazarlarından biridir.

Olga Tokarczuk

Tokarczuk’un okuduğum tüm eserleri içinde bir iklim-kurgu sayılacak, müthiş bir kara mizah zekasıyla taçlanmış, feminist romanı “Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde” bana bu yetişkin yaşımda, ilkgençliğimdeki imrenme duygusunu yeniden yaşatan ender eserlerden biri oldu. Bir yazar olarak iklim, çevre, kadın, çocuk, insan dışı canlıların hakları ve mizah konularında kendi yazarlığıma yakın bulduğum Tokarczuk’un bir zamanlar psikolog, benim de biyolog olarak çalışmış olmamız dahil benzerliklerimizle, onun sıkı bir okuru olmam da kendisine kütüphanemde özel bir yer oluşturma nedenidir.

Maalesef gerçekti!

İşte böyle kıymetlim olan Tokarczuk’un Man Booker Ödülü (2018) alan ve dilimize değerli çevirmeni Neşe Taluy Yüce tarafından Lehçeden “Koşucular” adıyla çevrilen otobiyografik kitabında yer alan bir sayfa beni yıllardır tedirgin eder. Kendisi her ne kadar bu kitabı için “Dünya keşmekeşinin kenarda kalan, anlatılması olanaksız, bulanık alanlarına ve çevrelerine sadığım. Hatalarımı yineliyorum ve bunun gerekli olduğunu düşünüyorum” diye açıklasa ve yazılanlar hayalle gerçeğin yer yer birbirine geçiştiği bir seyahat metaforuyla anlatılsa da o sayfa hep aklıma takılı.

Bahsettiğim bölüm hem Atatürk hem de tam şu anda gündemdeki sokak köpekleriyle ilgili olduğu için şimdi yazıyorum. Bu yazıyı değerli çevirmen Neşe Hanım’dan ülkesini ve eserlerini çok sevdiğim Olga Tokarczuk’a iletmesini de huzurunuzda rica ediyorum.

İşte “Atatürk’ün Reformları” başlıklı bu bölüm şöyle:

“Atatürk, yirmili yıllarda cesur reformlarını gerçekleştirirken İstanbul, sahipsiz, yarı vahşi köpeklerin kentiymiş. Hatta özel bir cins oluşturmuş bunlar -orta uzunlukta tüyleri olan, beyaz ya da krem rengi veya bu iki rengin karışımı köpekler. Köpekler, limanlarda kafeler ve restoranların arasında, sokaklarda, meydanlarda yaşıyorlarmış. Geceleri ava çıkıyorlar, ısırıyorlar ve çöpleri dağıtıyorlarmış. İster istemez doğalarına dönmüşler. Sürüler halinde toplanıyor kurt ve çakal sürüleri gibi bir çete reisi seçiyorlar. Atatürk için önemli olan şey Türkiye’yi uygar bir ülke haline getirmekmiş. Birkaç gün içinde binlerce köpek özel ekiplerce toplanmış ve insansız ve bitkisiz bir adaya götürülmüş. Orada serbest bırakılmış. Tatlı sudan ve yiyecekten yoksun olan hayvanlar iki üç hafta içinde birbirlerini yemişler. İstanbullular, özellikle Boğaz kıyısındaki balkonlu evlerde yaşayanlar ya da kıyıdaki balıkçı restoranlarında yemek yiyenler uluma seslerini duyarlarmış. Sonra dalgalar halinde gelen korkunç pis kokudan da çok rahatsız olmuşlar. Gece aklıma pek çok suç kanıtı geldi. Öyle ki terden sırılsıklam olmuştum. Örneğin ters döndürülen bir küvete kulübe olarak girdiği için donan bir enik gibi.”

Çevirmenin 12 satırlık bir dipnotla bu olayın aslında 1910’da Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce yaşandığı, dolayısıyla Atatürk ile ilgisi olmadığı açıklamasına gereksindiği bu metin, insan uygarlığı ile köpekler arasında bir oksimoron ya da eleştiri metaforu için yazılmış olabilir. Üstelik yazarın bahsettiği köpek katliamı da maalesef gerçektir. 1910 yılında İstanbul’da 80 binden fazla sokak köpeği toplanarak Sivriada’ya (Hayırsızada) bırakılmıştır. Köpeklerin tamamı açlıktan veya birbirlerini yiyerek ölmüştür. Bu olay tarihimizdeki büyük utançlardan biridir. Buna katılıyorum. Fakat o sırada Osmanlı Devleti’nin başında V. Mehmed (Sultan Reşad) bulunmaktaydı. 1910’da genç bir Osmanlı subayı olan Mustafa Kemal (Atatürk) ise, Stuart Kline’ın “Türk Havacılık Kronolojisi” kitabına göre, o sırada Fransa’da düzenlenen Picardie Askeri Manevraları’na katılmaktaydı.

Elbette zeki bir kadın yazar olan Olga Tokarczuk bunları biliyor, ben de bildiğini biliyorum. Benim sitemim; Atatürk’ün uygarlık konusundaki hassasiyetinin sokak köpeklerinin katliamı metaforuyla anlatılmasına karşı. Atatürk uygarlığın, kadınların insan hakları ve eğitim konusuyla ilişkisini iyi biliyordu. Bu konuda halkın desteğiyle yaptığı cesur ve çağının çok ilerisindeki devrimler sayesinde 100 yıldan fazla zamandır benim gibi yüzlerce Türk kadın yazarın yazabilmesi, yayınlayabilmesi, yazar olarak yaşayabilmesi, binlerce kadının bilim ve sanat eğitimi alabilmesi, çalışabilmesi hakları için ses verebilmesi, evleneceği erkekleri seçebilmesi, zorunlu hallerde boşanabilmesi, seçme ve seçilme haklarına sahip olması olanaklı hale gelmiştir. Şüphesiz her devrimin eksikleri ve yanlışları vardır ama babaannemin 1940’larda oy kullanırken döktüğü sevinç gözyaşları unutulmasın diye kuşaklar boyu kadından kadına anlatılır.

Avustralya örneği

Sevgili Olga Tokarczuk, inanmayacaksınız ama 2024 yılında tam bugünlerde bizler Türkiye’nin farklı kentlerinde sokak köpeklerimiz öldürülsün mü yoksa kısırlaştırılarak ailelerce sahiplendirilsin mi konusunda gösteriler, protestolar yapıyoruz. Belki okumuşsunuzdur, sevgili yazar dostum Jason Goodwin’in Türkçeye “Ufukların Efendisi Osmanlılar” adıyla çevrilen ve büyük ilgiyle karşılanan “Lord of the Horizons” romanında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü, resmi tarihin dışına çıkarak Hayırsızada’ya ölmeye gönderilen köpeklerin hüzünlü sonuyla ilişkilendirir.

İşte Türkiye’de 114 yıl sonra yeniden köpek katliamı söz konusuyken, ben bir yandan sizin 1910 Osmanlı köpek katliam yazınızı, Jason’ın romanını ve bir milyondan fazla yüzme havuzlu ev ve binlerce otelin bulunduğu modern Avustralya’da 2020 yılında çok su içtikleri gerekçesiyle 10 bin devenin ve yabani atın hükümet kararıyla helikopterlerden ateş edilerek katledilişini kara kara düşünüyorum. Bu katliamdan hemen sonra Avustralya’nın sel felaketleriyle uğraşması bana tabiatın bir oksimoronu gibi gelmişti. Diyorum ki Türkler, Avustralyalılar veya Polonyalılar, yani insanlar -bir biyolog olarak konuşacağım- yani Homo sapiens; maalesef bencillikte birbirimizden farkımız pek yok… Kendimizi tabiatın efendisi sandığımız sürece uygarlık adına birbirimize ve insan dışı canlılara yaptığımız zulümler ve katliamlar devam edecek gibi görünüyor. Eğer bir gün tanışır ve sohbet edersek sizinle Homo sapiens’ten daha akıllı ve vicdanlı olacağını düşündüğüm “Homo cyborg” mutasyonu hakkında konuşmak, fikrinizi sormak isterim.

Bize gelince, umarım sokak köpeklerimizi nasıl öldüreceğimizi tartışanlar değil, makul bir çözümü ve yaşamı savunanlar kazanır. Size sevgilerimi ve Atatürk’ün atlar kadar çok sevdiği köpeklere dair bir belgeyi, köpeği Foks ile kendisinin de şöyle yakışıklı bir fotoğrafını yolluyor, yeni romanlarınızı heyecanla bekliyorum.

Sevgilerimle.